Sovyet terörü, sadece kendi halkıyla sınırlı kalmadı. Sovyetler Birliği, II. Dünya Savaşı ile birlikte Doğu Avrupa'ya da yayıldı...
Stalin 1953 yılında öldü. Lenin'in başlattığı ve Stalin'in genişleterek sürdürdüğü terör, on milyonlarca insanı katletmiş, onlarca farklı halkı acı ve işkenceye uğratmıştı. Komünizmin Kara Kitabı'nda Lenin ve Stalin dönemindeki komünist vahşetlerin genel bilançosu ana hatlarıyla şöyle verilir:
Yargılamadan hapsedilen on binlerce rehine ya da insanın kurşuna dizilmesi ve 1918-1922 yılları arasında ayaklanan yüz binlerce işçi ve köylünün katledilmesi;
5 milyon insanın ölümüne yol açan 1922 açlığı;
1920'de Don Kazakları'nın ortadan kaldırılması ve sürgüne gönderilmesi;
1918-1930 yılları arasında on binlerce insanın toplama kamplarında öldürülmesi;
1937-1938 yıllarındaki Büyük Temizlik sırasında 690 000'e yakın insanın ortadan kaldırması;
1930-1932 yılları arasında 2 milyon "kulak"ın (yada kulak oldukları iddia edilen kişilerin) sürgüne gönderilmesi;
1932-1933 yıllarında 6 milyon Ukraynalının kasıtlı olarak yaratılan açlıktan kırılmasına seyirci kalınması;
Önce 1939-1941 yılları arasında, ardından da 1944-1945 yıllarında yüz binlerce Polonyalı, Ukraynalı, Baltıklı, Moldavyalı ve Besarabyalının sürgüne gönderilmesi;
1941'de Volga Almanlarının sürgüne gönderilmesi;
1944'te Kırım Tatarlarının sürgüne gönderilmesi ve çaresizliğe terk edilmeleri;
1944'te İnguşların sürgüne gönderilmesi ve çaresizliğe terk edilmeleri. (Komünizmin Kara Kitabı )
Stalin'in ölümünden sonra Sovyet rejimi, kısıtlı da olsa bir yumuşama sürecine girdi. Ancak Stalin döneminde kurulan "korku imparatorluğu", yine korku üzerine kurulu olarak toplumu yönetmeye devam etti.
Sovyet terörü, sadece kendi halkıyla sınırlı kalmadı. Sovyetler Birliği, II. Dünya Savaşı ile birlikte Doğu Avrupa'ya da yayıldı. Savaş bittiğinde Doğu Avrupa ülkelerinin önemli bir bölümü Sovyet etki alanında kalmıştı. Moskova bir kaç yıl içinde çeşitli siyasi komplolar ve manevralarla bu ülkelerin hepsini kendi egemenliği altına aldı. Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Doğu Almanya gibi Avrupa ülkeleri, Stalin'in kanlı rejiminin pençesine düştüler.
Kızıl vahşet, bu ülkelerdeki insanlara da adeta cehennem hayatı yaşatmaya başladı. Rejim muhalifleri bir bir tutuklanmaya, işkence görmeye, idam edilmeye başlandılar. Kısa sürede tüm toplumda korku ve dehşet hakim oldu. Komünist rejimin düşüşünden sonra, 1990'lı yılların başında çevrilen bir Bulgar belgeselinde, bir kadın 1944 sonbaharında başından geçen bir olayı şöyle anlatıyordu:
Babamın ilk tutuklanışından sonra, ertesi gün öğlene doğru eve bir polis geldi ve anneme öğleden sonra saat 5'te 10 numaralı polis karakoluna gelmesini bildiren bir celp verdi. Neden sonra annem giyindi-güzel bir kadındı ve çok iyi kalpli bir insandı-ve çıktı. Biz üç çocuk onu bekledik, bekledik. Sabaha karşı yarımda döndü, rengi kireç gibi bembeyaz, giysileri yırtık pırtıktı. Girer girmez de sobanın yanına gitti, sobanın levhalarını kaldırdı, soyunmaya başladı ve üzerinden çıkanların hepsini yaktı. Sonra banyo yaptı, ancak bundan sonradır ki bizi kolları arasına aldı. Uyuduk. Ertesi gün ilk kez intihar girişiminde bulundu, daha sonra da iki kere kendini zehirledi. Hala yaşıyor, onunla ilgileniyorum… Akıl hastası. Ona yapılanları hiçbir zaman öğrenemedik. (Komünizmin Kara Kitabı, s. 505 )
Tutuklananlara yapılanlar, korkunç şeylerdi. Komünizmin Kara Kitabı'nda, Romanya'daki komünist Nikolay Çavuşesku rejimi tarafından başlatılan işkence uygulamaları hakkında şu bilgiler veriliyor:
Çekoslovakya'yla birlikte Romanya da, Orta ve Güneydoğu Avrupa da baskı sistemine yenilikler kattı: Asyalı komünistler tarafından kullanılan, "beyin yıkama" yoluyla "yeniden eğitim" yöntemini büyük bir ihtimalle Avrupa kıtasında ilk uygulayan ülke oldu; hatta bu yöntemi daha da mükemmelleştirdi. Girişimin şeytani amacı mahkumların birbirine işkence yapmasını sağlamaktı. Bu icat, 1930'lu yıllarda Bükreş'e yüz kilometrelik bir mesafede kurulmuş olan görece modern bir cezaevi olan Pipeşti'de uygulandı. Konuya ilişkin deneyler, Aralık 1949'da başladı ve üç yıl kadar sürdü... Amaç, bedensel ve manevi işkence ile, komünist öğretinin öğretilmesini birleştirerek, siyasi tutukluları yeniden eğitmekti.(Komünizmin Kara Kitabı, s. 536 )
Bu işkencelerde özellikle tutukluların dini inancını yok etmek hedefleniyordu. Yapılan canice işkence sonucunda, tutuklulardan Allah'ın varlığını inkar etmeleri isteniyordu:
Rumen siyasi polisi Securitate sorgulamalar sırasında dayak atma, falaka ve baş aşağı ayaklarından asma gibi 'klasik' işkence yöntemlerini kullandı. Piteşti'de işkencedeki acımasızlık, bu yöntemlerin çok daha ötesine geçti: 'Mümkün olan ve olmayan her türlü işkence biçimi uygulandı. Vücutların değişik bölgelerinde sigara yanıkları vardı; mahkumların kalçalarındaki dokular ölmüştü, etleri cüzzamlılarınki gibi dökülüyordu; dışkı yemeye zorlanıyor, kustukları zaman da kusmukları tekrar ağızlarına sokuluyordu.
Turcanu'nun şeytani hayal gücü, özellikle Tanrı'yı inkar etmeyi kabullenmeyen din okulu öğrencilerini hedef alıyordu. Bazıları, her sabah şu şekilde 'vaftiz' ediliyordu: kafaları idrar ve dışkı dolu bir oturağa sokulurken, diğer mahkumlar da etraflarında ilahi söylüyordu. Kurban boğulmasın diye arada sırada başı dışarı çıkarılıyor ve kısaca nefes almasına izin verildikten sonra tekrar oturağa sokuluyordu.
Birinci aşamanın adı "dış maskeyi çıkarmak"tı: mahkum soruşturmada sakladığı bilgiyi, özellikle özgürlük günlerinde arkadaşlarıyla arasındaki bağları itiraf ederek, dürüstlüğünü ispat etmeliydi. İkinci aşama olan "iç maskeyi çıkarma" ise, mahkumun hapishanede kendine yardım edenlerin açıklamasıyla sürüyordu. Üçüncü aşama, "ahlaki maskeyi çıkarma" sırasında, mahkumdan bugüne kadar kutsal saydığı herşeye küfretmesi isteniyordu. Son olarak dördüncü aşamada, ODCC'ye katılmak için, en iyi arkadaşına kendi elleriyle işkence ederek onu "yeniden eğitmesi" gerekiyordu. (Komünizmin Kara Kitabı, s. 536 )
Bu gibi işkenceler Doğu Bloku'ndaki tüm ülkelerde uygulandı. Komünizmin gözü dönmüş caniliği ve dine olan azgın nefreti, tarihin en korkunç işkence rejimlerini ortaya çıkardı. İnsanları birer hayvan olarak gören, bu sözde "hayvanların" yola getirilmesi için daimi bir şiddet, işkence ve korkunun gerekli olduğunu kabul eden Darwinist-materyalist felsefe, komünist rejimlerin zindanlarında feci işkencelere dönüştü.
İşte bu sebeplerle Darwinizm'i bir tehlike olarak görmeyenler ya da zararsız bir teori gibi düşünenler bu kitapta yazılanları çok iyi okumalıdır. Çünkü Darwinist-komünist ideolojinin nihai hedefi budur: İnsanları birbirine kırdırmak ve yok etmek, onları her türlü ahlaki değerden ve manevi güzelliklerden uzaklaştırarak hayvanlaştırmak ve bu yolla insan topluluklarını rahatça yönlendirilebilen "hayvan sürülerine" çevirmek... Bunu hangi ideoloji adı altında yaparlarsa yapsınlar hedef tektir. Tarih de buna şahitlik etmektedir.
Kübada'ki Karanlık
Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği'nin yardımıyla ayakta duran komünist rejimlerin bir diğeri, Küba'daki Castro diktasıdır. Fidel Castro'nun önderliğinde ve Arjantinli gerilla lideri Che Guevara'nın desteğinde gelişen gerilla hareketi, 1959 yılında Küba'da iktidarı ele geçirmiştir. Sovyetler Birliği'nden gelen siyasi ve askeri destekle gelişmiş ve Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bile ayakta kalmayı başarmıştır.
Küba'daki ve genel olarak Latin Amerika'daki komünist hareket, çoğunlukla romantik bir havada yansıtılır. Özellikle Che Guevara'nın gerilla mücadelesi, adeta bir "kahramanlık öyküsü" gibi gösterilir. Komünizme özenen pek çok gencin elinde Che posterleri ve dillerinde Latin Amerika kökenli komünist melodiler dolaşır. Buna bakılırsa, Küba'daki komünist devrim, Küba halkını zulüm ve işkenceden kurtarmış bir "kurtuluş mücadelesi"dir.
Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Oluşturulan "Che" ve "Fidel" efsanelerinin romantik perdesi aralanırsa, ardından Küba'daki komünist diktanın karanlık yüzü çıkar. Komünizmin Kara Kitabı'nda, komünist Küba'nın çalışma kampları ve hapishaneleri şöyle anlatılmaktadır:
Çalışma koşulları çok sertti, mahkumlar neredeyse çırılçıplak dolaştırılıyor, yalnızca bir don giymelerine izin veriliyordu. Huysuzluk edenlere dişleriyle ot toplama cezası, çok ileri gidenlere de saatlerce tuvalet çukurlarında kalma cezası veriliyordu. Şiddet uygulamaları siyasî mahkumları hedef aldığı gibi, adi suçluları da hedef alıyordu. Şiddet, soruşturmayla yükümlü bölüm Departamento Tecnico de Investigaciones'in (DTI) yürüttüğü sorgulamalarla başlıyordu. DTI mahkumları korkularıyla başbaşa bırakılıyordu: böceklerden korkan bir kadın hamamböceği dolu bir hücreye kapatılırdı. DTI şiddet uygulamalarında bedensel baskılara da başvururdu: mahkumlar ayaklarındaki kurşun ağırlıklarla merdivenleri çıkmaya zorlanır, sonra da aşağıya itilirdi. Bedensel işkencelere, sıklıkla ilaçlar yardımıyla yapılan psikolojik işkenceler de ekleniyordu; gardiyanlar mahkumları uyanık tutmak için penthotal ve benzeri uyuşturucular kullanıyordu. Mazzoza Hastanesi'nde baskı uygulamak amacıyla, hiçbir sınırlama yapmadan elektroşok uygulanıyordu. Gardiyanlar bekçi köpekleriyle dolaşır, sürekli idam planları yapardı; mahkumların kapatıldığı disiplin hücrelerinde ne su bulunurdu ne de elektrik; amaç, mahkuma bir tecrit odası içinde kişiliğini unutturmaktı...
Yakınların ziyaretleri, gardiyanlara mahkumları küçük düşürme fırsatı veriyordu. Cabana'da mahkumlar ailelerinin önüne çıplak çıkmak zorunda bırakılıyordu. Erkek mahkumlar eşlerinin mahrem yerlerinin aranmasını izlemek zorunda bırakılıyordu. Küba cezaevlerinde kadınların durumu büsbütün felaketti, çünkü savunmasız bir biçimde gardiyanların sadist işkencelerine hedef oluyorlardı. 1959'dan sonra 1100'den fazla kadın, siyasî nedenlerle tutuklandı. Bunlar 1963'te Guanajay Cezaevine kapatıldı. Birçok tanık dayak ve küçük düşürme yöntemlerine sıkça başvuru olduğunu söylüyor. Bir örnek verecek olursak, kadın mahkumlar yıkanmak üzere duşlara gitmeden önce gardiyanların önünde soyunmak zorunda kalıyordu, gardiyanlar da onları nedensiz yere dövüyordu. (Komünizmin Kara Kitabı, s. 859-861 )
Küba'da devrim sonrasında yaklaşık 10 bin kişi idam edildi. 30 bini aşkın insan ise üstte anlatılan koşullarda hapsedildi. Komünist rejim, başka her yere olduğu gibi, Küba'ya da acı, işkence ve korku getirdi. Dahası Küba halkı giderek daha da fakirleşti.
Yargılamadan hapsedilen on binlerce rehine ya da insanın kurşuna dizilmesi ve 1918-1922 yılları arasında ayaklanan yüz binlerce işçi ve köylünün katledilmesi;
5 milyon insanın ölümüne yol açan 1922 açlığı;
1920'de Don Kazakları'nın ortadan kaldırılması ve sürgüne gönderilmesi;
1918-1930 yılları arasında on binlerce insanın toplama kamplarında öldürülmesi;
1937-1938 yıllarındaki Büyük Temizlik sırasında 690 000'e yakın insanın ortadan kaldırması;
1930-1932 yılları arasında 2 milyon "kulak"ın (yada kulak oldukları iddia edilen kişilerin) sürgüne gönderilmesi;
1932-1933 yıllarında 6 milyon Ukraynalının kasıtlı olarak yaratılan açlıktan kırılmasına seyirci kalınması;
Önce 1939-1941 yılları arasında, ardından da 1944-1945 yıllarında yüz binlerce Polonyalı, Ukraynalı, Baltıklı, Moldavyalı ve Besarabyalının sürgüne gönderilmesi;
1941'de Volga Almanlarının sürgüne gönderilmesi;
1944'te Kırım Tatarlarının sürgüne gönderilmesi ve çaresizliğe terk edilmeleri;
1944'te İnguşların sürgüne gönderilmesi ve çaresizliğe terk edilmeleri. (Komünizmin Kara Kitabı )
Stalin'in ölümünden sonra Sovyet rejimi, kısıtlı da olsa bir yumuşama sürecine girdi. Ancak Stalin döneminde kurulan "korku imparatorluğu", yine korku üzerine kurulu olarak toplumu yönetmeye devam etti.
Sovyet terörü, sadece kendi halkıyla sınırlı kalmadı. Sovyetler Birliği, II. Dünya Savaşı ile birlikte Doğu Avrupa'ya da yayıldı. Savaş bittiğinde Doğu Avrupa ülkelerinin önemli bir bölümü Sovyet etki alanında kalmıştı. Moskova bir kaç yıl içinde çeşitli siyasi komplolar ve manevralarla bu ülkelerin hepsini kendi egemenliği altına aldı. Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Doğu Almanya gibi Avrupa ülkeleri, Stalin'in kanlı rejiminin pençesine düştüler.
Kızıl vahşet, bu ülkelerdeki insanlara da adeta cehennem hayatı yaşatmaya başladı. Rejim muhalifleri bir bir tutuklanmaya, işkence görmeye, idam edilmeye başlandılar. Kısa sürede tüm toplumda korku ve dehşet hakim oldu. Komünist rejimin düşüşünden sonra, 1990'lı yılların başında çevrilen bir Bulgar belgeselinde, bir kadın 1944 sonbaharında başından geçen bir olayı şöyle anlatıyordu:
Babamın ilk tutuklanışından sonra, ertesi gün öğlene doğru eve bir polis geldi ve anneme öğleden sonra saat 5'te 10 numaralı polis karakoluna gelmesini bildiren bir celp verdi. Neden sonra annem giyindi-güzel bir kadındı ve çok iyi kalpli bir insandı-ve çıktı. Biz üç çocuk onu bekledik, bekledik. Sabaha karşı yarımda döndü, rengi kireç gibi bembeyaz, giysileri yırtık pırtıktı. Girer girmez de sobanın yanına gitti, sobanın levhalarını kaldırdı, soyunmaya başladı ve üzerinden çıkanların hepsini yaktı. Sonra banyo yaptı, ancak bundan sonradır ki bizi kolları arasına aldı. Uyuduk. Ertesi gün ilk kez intihar girişiminde bulundu, daha sonra da iki kere kendini zehirledi. Hala yaşıyor, onunla ilgileniyorum… Akıl hastası. Ona yapılanları hiçbir zaman öğrenemedik. (Komünizmin Kara Kitabı, s. 505 )
Tutuklananlara yapılanlar, korkunç şeylerdi. Komünizmin Kara Kitabı'nda, Romanya'daki komünist Nikolay Çavuşesku rejimi tarafından başlatılan işkence uygulamaları hakkında şu bilgiler veriliyor:
Çekoslovakya'yla birlikte Romanya da, Orta ve Güneydoğu Avrupa da baskı sistemine yenilikler kattı: Asyalı komünistler tarafından kullanılan, "beyin yıkama" yoluyla "yeniden eğitim" yöntemini büyük bir ihtimalle Avrupa kıtasında ilk uygulayan ülke oldu; hatta bu yöntemi daha da mükemmelleştirdi. Girişimin şeytani amacı mahkumların birbirine işkence yapmasını sağlamaktı. Bu icat, 1930'lu yıllarda Bükreş'e yüz kilometrelik bir mesafede kurulmuş olan görece modern bir cezaevi olan Pipeşti'de uygulandı. Konuya ilişkin deneyler, Aralık 1949'da başladı ve üç yıl kadar sürdü... Amaç, bedensel ve manevi işkence ile, komünist öğretinin öğretilmesini birleştirerek, siyasi tutukluları yeniden eğitmekti.(Komünizmin Kara Kitabı, s. 536 )
Bu işkencelerde özellikle tutukluların dini inancını yok etmek hedefleniyordu. Yapılan canice işkence sonucunda, tutuklulardan Allah'ın varlığını inkar etmeleri isteniyordu:
Rumen siyasi polisi Securitate sorgulamalar sırasında dayak atma, falaka ve baş aşağı ayaklarından asma gibi 'klasik' işkence yöntemlerini kullandı. Piteşti'de işkencedeki acımasızlık, bu yöntemlerin çok daha ötesine geçti: 'Mümkün olan ve olmayan her türlü işkence biçimi uygulandı. Vücutların değişik bölgelerinde sigara yanıkları vardı; mahkumların kalçalarındaki dokular ölmüştü, etleri cüzzamlılarınki gibi dökülüyordu; dışkı yemeye zorlanıyor, kustukları zaman da kusmukları tekrar ağızlarına sokuluyordu.
Turcanu'nun şeytani hayal gücü, özellikle Tanrı'yı inkar etmeyi kabullenmeyen din okulu öğrencilerini hedef alıyordu. Bazıları, her sabah şu şekilde 'vaftiz' ediliyordu: kafaları idrar ve dışkı dolu bir oturağa sokulurken, diğer mahkumlar da etraflarında ilahi söylüyordu. Kurban boğulmasın diye arada sırada başı dışarı çıkarılıyor ve kısaca nefes almasına izin verildikten sonra tekrar oturağa sokuluyordu.
Birinci aşamanın adı "dış maskeyi çıkarmak"tı: mahkum soruşturmada sakladığı bilgiyi, özellikle özgürlük günlerinde arkadaşlarıyla arasındaki bağları itiraf ederek, dürüstlüğünü ispat etmeliydi. İkinci aşama olan "iç maskeyi çıkarma" ise, mahkumun hapishanede kendine yardım edenlerin açıklamasıyla sürüyordu. Üçüncü aşama, "ahlaki maskeyi çıkarma" sırasında, mahkumdan bugüne kadar kutsal saydığı herşeye küfretmesi isteniyordu. Son olarak dördüncü aşamada, ODCC'ye katılmak için, en iyi arkadaşına kendi elleriyle işkence ederek onu "yeniden eğitmesi" gerekiyordu. (Komünizmin Kara Kitabı, s. 536 )
Bu gibi işkenceler Doğu Bloku'ndaki tüm ülkelerde uygulandı. Komünizmin gözü dönmüş caniliği ve dine olan azgın nefreti, tarihin en korkunç işkence rejimlerini ortaya çıkardı. İnsanları birer hayvan olarak gören, bu sözde "hayvanların" yola getirilmesi için daimi bir şiddet, işkence ve korkunun gerekli olduğunu kabul eden Darwinist-materyalist felsefe, komünist rejimlerin zindanlarında feci işkencelere dönüştü.
İşte bu sebeplerle Darwinizm'i bir tehlike olarak görmeyenler ya da zararsız bir teori gibi düşünenler bu kitapta yazılanları çok iyi okumalıdır. Çünkü Darwinist-komünist ideolojinin nihai hedefi budur: İnsanları birbirine kırdırmak ve yok etmek, onları her türlü ahlaki değerden ve manevi güzelliklerden uzaklaştırarak hayvanlaştırmak ve bu yolla insan topluluklarını rahatça yönlendirilebilen "hayvan sürülerine" çevirmek... Bunu hangi ideoloji adı altında yaparlarsa yapsınlar hedef tektir. Tarih de buna şahitlik etmektedir.
Kübada'ki Karanlık
Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği'nin yardımıyla ayakta duran komünist rejimlerin bir diğeri, Küba'daki Castro diktasıdır. Fidel Castro'nun önderliğinde ve Arjantinli gerilla lideri Che Guevara'nın desteğinde gelişen gerilla hareketi, 1959 yılında Küba'da iktidarı ele geçirmiştir. Sovyetler Birliği'nden gelen siyasi ve askeri destekle gelişmiş ve Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bile ayakta kalmayı başarmıştır.
Küba'daki ve genel olarak Latin Amerika'daki komünist hareket, çoğunlukla romantik bir havada yansıtılır. Özellikle Che Guevara'nın gerilla mücadelesi, adeta bir "kahramanlık öyküsü" gibi gösterilir. Komünizme özenen pek çok gencin elinde Che posterleri ve dillerinde Latin Amerika kökenli komünist melodiler dolaşır. Buna bakılırsa, Küba'daki komünist devrim, Küba halkını zulüm ve işkenceden kurtarmış bir "kurtuluş mücadelesi"dir.
Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Oluşturulan "Che" ve "Fidel" efsanelerinin romantik perdesi aralanırsa, ardından Küba'daki komünist diktanın karanlık yüzü çıkar. Komünizmin Kara Kitabı'nda, komünist Küba'nın çalışma kampları ve hapishaneleri şöyle anlatılmaktadır:
Çalışma koşulları çok sertti, mahkumlar neredeyse çırılçıplak dolaştırılıyor, yalnızca bir don giymelerine izin veriliyordu. Huysuzluk edenlere dişleriyle ot toplama cezası, çok ileri gidenlere de saatlerce tuvalet çukurlarında kalma cezası veriliyordu. Şiddet uygulamaları siyasî mahkumları hedef aldığı gibi, adi suçluları da hedef alıyordu. Şiddet, soruşturmayla yükümlü bölüm Departamento Tecnico de Investigaciones'in (DTI) yürüttüğü sorgulamalarla başlıyordu. DTI mahkumları korkularıyla başbaşa bırakılıyordu: böceklerden korkan bir kadın hamamböceği dolu bir hücreye kapatılırdı. DTI şiddet uygulamalarında bedensel baskılara da başvururdu: mahkumlar ayaklarındaki kurşun ağırlıklarla merdivenleri çıkmaya zorlanır, sonra da aşağıya itilirdi. Bedensel işkencelere, sıklıkla ilaçlar yardımıyla yapılan psikolojik işkenceler de ekleniyordu; gardiyanlar mahkumları uyanık tutmak için penthotal ve benzeri uyuşturucular kullanıyordu. Mazzoza Hastanesi'nde baskı uygulamak amacıyla, hiçbir sınırlama yapmadan elektroşok uygulanıyordu. Gardiyanlar bekçi köpekleriyle dolaşır, sürekli idam planları yapardı; mahkumların kapatıldığı disiplin hücrelerinde ne su bulunurdu ne de elektrik; amaç, mahkuma bir tecrit odası içinde kişiliğini unutturmaktı...
Yakınların ziyaretleri, gardiyanlara mahkumları küçük düşürme fırsatı veriyordu. Cabana'da mahkumlar ailelerinin önüne çıplak çıkmak zorunda bırakılıyordu. Erkek mahkumlar eşlerinin mahrem yerlerinin aranmasını izlemek zorunda bırakılıyordu. Küba cezaevlerinde kadınların durumu büsbütün felaketti, çünkü savunmasız bir biçimde gardiyanların sadist işkencelerine hedef oluyorlardı. 1959'dan sonra 1100'den fazla kadın, siyasî nedenlerle tutuklandı. Bunlar 1963'te Guanajay Cezaevine kapatıldı. Birçok tanık dayak ve küçük düşürme yöntemlerine sıkça başvuru olduğunu söylüyor. Bir örnek verecek olursak, kadın mahkumlar yıkanmak üzere duşlara gitmeden önce gardiyanların önünde soyunmak zorunda kalıyordu, gardiyanlar da onları nedensiz yere dövüyordu. (Komünizmin Kara Kitabı, s. 859-861 )
Küba'da devrim sonrasında yaklaşık 10 bin kişi idam edildi. 30 bini aşkın insan ise üstte anlatılan koşullarda hapsedildi. Komünist rejim, başka her yere olduğu gibi, Küba'ya da acı, işkence ve korku getirdi. Dahası Küba halkı giderek daha da fakirleşti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder