Avrupa insanının büyük bir bölümünün aslında kendi ırkının üstünlüğüne inanan gizli bir ırkçılık yaşıyor olması, neo-Nazilere gizliden gizliye destek sağlamaktadır...
Neo-Naziler, Avrupa'daki ırkçı hareketin radikal temsilcileridir. Deyim yerindeyse faşist baltanın "sivri ucu"durlar. Ama bir de bu baltanın kökleri vardır ve bunlar neo-Nazilerden daha geniş bir toplumsal ve siyasi tabanı temsil etmektedir. Neo-Nazilerin ırkçılığı, aslında Avrupa'da giderek güçlenen ırkçı eğilimlerin bir yansımasıdır.
Avrupa insanının büyük bir bölümünün aslında kendi ırkının üstünlüğüne inanan gizli bir ırkçılık yaşıyor olması, neo-Nazilere gizliden gizliye destek sağlamaktadır. 1997 yılında yapılan araştırmalara göre Avrupa genelinde ırkçı potansiyelin %33 civarında olduğu saptanmıştır. Özellikle Belçika, Fransa ve Avusturya'da bu oranın daha da yüksek olduğu görülmektedir. Kendini "tamamen ırkçı" veya "bayağı ırkçı" olarak tanımlayan insanların oranı Belçika'da %55, Fransa'da %48, Avusturya'da ise %42 civarındadır. Almanya'da ise ırkçıların oranı %34 civarındadır. Dolayısıyla neo-Naziler, molotof kokteylleri ile eylem yaparken veya "Yabancılar Dışarı" sloganları atarken aslında halkın %35'inin de düşüncelerini gerçekleştirmiş oluyorlar. Bunlara bir de alttan alta neo-Nazilerin ırkçı eylemlerini destekleyen siyasiler de eklenince, bu faşist örgütlerin bir türlü önüne geçilemiyor.(http://www.adl.org/publications/sum_skinhead_inter.html )
Söz konusu ırkçı eğilimler hakkında Fransa dikkat çekici bir örnektir.
Fransa'da 1993 genel seçimlerinden sonra Fransız Demokrasisi için Birlik (UDF) ile Cumhuriyetçi Birlik partileri, Edouard Balladur'un başbakanlığında hükümet kurdular. İçişleri Bakanlığına da Pasqua getirildi. Bu hükümetin kurulmasıyla, bir anda ülkedeki yabancılara potansiyel suçlu gözüyle bakılmaya başlandı. Ve bu bakışın ağır baskısı da hemen ardından geldi. İlk olarak yabancılara verilen haklar geri alındı. Ağustos 1993 yılında Balladur hükümeti tarafından yürürlüğe konulan ve halk arasında "Pasqua Kanunu" olarak bilinen yasanın polise vermiş olduğu arama yetkisi ile Fransa'da oturan yabancıların huzuru kaçırıldı; Fransa vatandaşı olmuş yabancı kökenlilerin bile evlerine sabaha karşı baskınlar düzenlenerek insanlar çoluk çocuk demeden evlerinden gözaltına alındılar. Bu yabancılar sanki savaş suçlusuymuş gibi muamelelere tabi tutuldular. Günlerce sorguya çekildiler, işkence sırasında kolları bacakları kırılanlar dahi oldu. (Libération 21 Nisan 1995 Perşembe; Türkiye Günlüğü, 59/Ocak-Şubat 2000, s. 54 )
17 yaşındaki Zaireli Nikomé, hırsızlık şüphesiyle gözaltına alındığı bir Paris karakolunda kurşuna dizildi. Bu olayın duyulması üzerine ertesi gün (7 Nisan 1993) düzenlenen yürüyüşe katılan iki zenci daha Fransız polisi tarafından vurularak öldürüldü. Fas kökenli bir Fransız vatandaşının üç polis tarafından işkence edilip öldü zannedilerek bir yere atılması ve bu olayın ortaya çıkmasıyla, yasal yollardan Fransa'ya girmiş orada işçi veya öğrenci olanlar, oturma izinleri bulunanlar dahi korku ve panik içinde yaşamaya başladılar.
Fransa'daki bu olaylar kuşkusuz topluma hakim olmuş ırkçı bir anlayışın sonuçlarıdır ve bu durum sadece Fransa için geçerli değildir. Avrupa'nın hemen hemen tamamında ırkçılığın derin izleri vardır. Avrupa Topluluğu üyelerinin Sırp saldırganlığına karşı Müslüman Boşnaklara uzanan yardım elinin çok gecikmesi (hatta bazı çevrelerin el altından Sırpları desteklemeleri), Almanya'daki yabancılara neo-Naziler tarafından düzenlenen saldırıların gerekli cezalara çarptırılmaması, Fransa'daki Arap ve zencilerin ırkçı saldırılarla mağdur edilmesi, yine Fransa'daki Bask ve Korsikalı azınlıklara karşı yürütülen devlet terörünün devam etmesi, Bretan ve ülke topraklarının üçte birinde yaşayan Oksitanların devlet tarafından azınlık olarak kabul edilmemeleri, İngiltere ile İrlanda arasındaki sorunlar, İspanya ile Bask ve Katalanya arasındaki çatışmalar, Bulgaristan'daki Türkleri topluca göçe zorlamak amacıyla Belene Kampı'nda Bulgar hükümeti tarafından soydaşlarımıza uygulanan vahşet; işte bütün bunlar ırkçılığın kimi Avrupa milletleri üzerindeki hakimiyetinin etkileridir.
Söz konusu ırkçı eğilimler hakkında Fransa dikkat çekici bir örnektir.
17 yaşındaki Zaireli Nikomé, hırsızlık şüphesiyle gözaltına alındığı bir Paris karakolunda kurşuna dizildi. Bu olayın duyulması üzerine ertesi gün (7 Nisan 1993) düzenlenen yürüyüşe katılan iki zenci daha Fransız polisi tarafından vurularak öldürüldü. Fas kökenli bir Fransız vatandaşının üç polis tarafından işkence edilip öldü zannedilerek bir yere atılması ve bu olayın ortaya çıkmasıyla, yasal yollardan Fransa'ya girmiş orada işçi veya öğrenci olanlar, oturma izinleri bulunanlar dahi korku ve panik içinde yaşamaya başladılar.
Faşizm Sonrası Avrupa kitabının yazarı Ilya Ehrenburg'un faşistler için yaptığı tanım, Avrupa'da halen güçlü olan ırkçı kültürün mantığını şöyle özetlemektedir:
... Faşizm herşeyden önce ulusal kin demektir, ulusal gurur anlayışının çarpıtılması demektir. Faşizme bulaşan insanlar başka halkların zengin kültüründen gurur duymaktan uzaktırlar, sadece kendi soy köklerinden gurur duyarlar... (Ilya Ehrenburg, Faşizm Sonrası Avrupa , Selkan Yayınları, s. 20 )
Söz konusu "ulusal kin", Allah'ın Kuran'da "cahiliyenin öfkeli soy koruyuculuğu" (Fetih Suresi, 26) olarak tarif ettiği sapkın eğilimdir. Kuran'da bu "öfkeli soy koruyuculuğu"nun müşriklerin bir vasfı olduğu, buna karşılık Müslümanların bundan korunduğu bildirilmektedir. Bu da bizlere bir kez daha gösterir ki, faşist ırkçılık, din ahlakının ortadan kalkmasının, bunun yerine paganizmin güçlenmesinin bir sonucu olarak doğar.
Dolayısıyla Avrupa'da giderek büyüyen ırkçı eğilimlerin, her geçen gün daha fazla kök salan neo-Nazi örgütlenmelerinin de paganizmin güçlenmesiyle bir ilişkisi olmalıdır.
Nitekim öyledir.
Avrupa insanının büyük bir bölümünün aslında kendi ırkının üstünlüğüne inanan gizli bir ırkçılık yaşıyor olması, neo-Nazilere gizliden gizliye destek sağlamaktadır. 1997 yılında yapılan araştırmalara göre Avrupa genelinde ırkçı potansiyelin %33 civarında olduğu saptanmıştır. Özellikle Belçika, Fransa ve Avusturya'da bu oranın daha da yüksek olduğu görülmektedir. Kendini "tamamen ırkçı" veya "bayağı ırkçı" olarak tanımlayan insanların oranı Belçika'da %55, Fransa'da %48, Avusturya'da ise %42 civarındadır. Almanya'da ise ırkçıların oranı %34 civarındadır. Dolayısıyla neo-Naziler, molotof kokteylleri ile eylem yaparken veya "Yabancılar Dışarı" sloganları atarken aslında halkın %35'inin de düşüncelerini gerçekleştirmiş oluyorlar. Bunlara bir de alttan alta neo-Nazilerin ırkçı eylemlerini destekleyen siyasiler de eklenince, bu faşist örgütlerin bir türlü önüne geçilemiyor.(http://www.adl.org/publications/sum_skinhead_inter.html )
Söz konusu ırkçı eğilimler hakkında Fransa dikkat çekici bir örnektir.
Fransa'da 1993 genel seçimlerinden sonra Fransız Demokrasisi için Birlik (UDF) ile Cumhuriyetçi Birlik partileri, Edouard Balladur'un başbakanlığında hükümet kurdular. İçişleri Bakanlığına da Pasqua getirildi. Bu hükümetin kurulmasıyla, bir anda ülkedeki yabancılara potansiyel suçlu gözüyle bakılmaya başlandı. Ve bu bakışın ağır baskısı da hemen ardından geldi. İlk olarak yabancılara verilen haklar geri alındı. Ağustos 1993 yılında Balladur hükümeti tarafından yürürlüğe konulan ve halk arasında "Pasqua Kanunu" olarak bilinen yasanın polise vermiş olduğu arama yetkisi ile Fransa'da oturan yabancıların huzuru kaçırıldı; Fransa vatandaşı olmuş yabancı kökenlilerin bile evlerine sabaha karşı baskınlar düzenlenerek insanlar çoluk çocuk demeden evlerinden gözaltına alındılar. Bu yabancılar sanki savaş suçlusuymuş gibi muamelelere tabi tutuldular. Günlerce sorguya çekildiler, işkence sırasında kolları bacakları kırılanlar dahi oldu. (Libération 21 Nisan 1995 Perşembe; Türkiye Günlüğü, 59/Ocak-Şubat 2000, s. 54 )
17 yaşındaki Zaireli Nikomé, hırsızlık şüphesiyle gözaltına alındığı bir Paris karakolunda kurşuna dizildi. Bu olayın duyulması üzerine ertesi gün (7 Nisan 1993) düzenlenen yürüyüşe katılan iki zenci daha Fransız polisi tarafından vurularak öldürüldü. Fas kökenli bir Fransız vatandaşının üç polis tarafından işkence edilip öldü zannedilerek bir yere atılması ve bu olayın ortaya çıkmasıyla, yasal yollardan Fransa'ya girmiş orada işçi veya öğrenci olanlar, oturma izinleri bulunanlar dahi korku ve panik içinde yaşamaya başladılar.
Fransa'daki bu olaylar kuşkusuz topluma hakim olmuş ırkçı bir anlayışın sonuçlarıdır ve bu durum sadece Fransa için geçerli değildir. Avrupa'nın hemen hemen tamamında ırkçılığın derin izleri vardır. Avrupa Topluluğu üyelerinin Sırp saldırganlığına karşı Müslüman Boşnaklara uzanan yardım elinin çok gecikmesi (hatta bazı çevrelerin el altından Sırpları desteklemeleri), Almanya'daki yabancılara neo-Naziler tarafından düzenlenen saldırıların gerekli cezalara çarptırılmaması, Fransa'daki Arap ve zencilerin ırkçı saldırılarla mağdur edilmesi, yine Fransa'daki Bask ve Korsikalı azınlıklara karşı yürütülen devlet terörünün devam etmesi, Bretan ve ülke topraklarının üçte birinde yaşayan Oksitanların devlet tarafından azınlık olarak kabul edilmemeleri, İngiltere ile İrlanda arasındaki sorunlar, İspanya ile Bask ve Katalanya arasındaki çatışmalar, Bulgaristan'daki Türkleri topluca göçe zorlamak amacıyla Belene Kampı'nda Bulgar hükümeti tarafından soydaşlarımıza uygulanan vahşet; işte bütün bunlar ırkçılığın kimi Avrupa milletleri üzerindeki hakimiyetinin etkileridir.
Söz konusu ırkçı eğilimler hakkında Fransa dikkat çekici bir örnektir.
17 yaşındaki Zaireli Nikomé, hırsızlık şüphesiyle gözaltına alındığı bir Paris karakolunda kurşuna dizildi. Bu olayın duyulması üzerine ertesi gün (7 Nisan 1993) düzenlenen yürüyüşe katılan iki zenci daha Fransız polisi tarafından vurularak öldürüldü. Fas kökenli bir Fransız vatandaşının üç polis tarafından işkence edilip öldü zannedilerek bir yere atılması ve bu olayın ortaya çıkmasıyla, yasal yollardan Fransa'ya girmiş orada işçi veya öğrenci olanlar, oturma izinleri bulunanlar dahi korku ve panik içinde yaşamaya başladılar.
Faşizm Sonrası Avrupa kitabının yazarı Ilya Ehrenburg'un faşistler için yaptığı tanım, Avrupa'da halen güçlü olan ırkçı kültürün mantığını şöyle özetlemektedir:
... Faşizm herşeyden önce ulusal kin demektir, ulusal gurur anlayışının çarpıtılması demektir. Faşizme bulaşan insanlar başka halkların zengin kültüründen gurur duymaktan uzaktırlar, sadece kendi soy köklerinden gurur duyarlar... (Ilya Ehrenburg, Faşizm Sonrası Avrupa , Selkan Yayınları, s. 20 )
Söz konusu "ulusal kin", Allah'ın Kuran'da "cahiliyenin öfkeli soy koruyuculuğu" (Fetih Suresi, 26) olarak tarif ettiği sapkın eğilimdir. Kuran'da bu "öfkeli soy koruyuculuğu"nun müşriklerin bir vasfı olduğu, buna karşılık Müslümanların bundan korunduğu bildirilmektedir. Bu da bizlere bir kez daha gösterir ki, faşist ırkçılık, din ahlakının ortadan kalkmasının, bunun yerine paganizmin güçlenmesinin bir sonucu olarak doğar.
Dolayısıyla Avrupa'da giderek büyüyen ırkçı eğilimlerin, her geçen gün daha fazla kök salan neo-Nazi örgütlenmelerinin de paganizmin güçlenmesiyle bir ilişkisi olmalıdır.
Nitekim öyledir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder