Sömürgeciliğin Mantığı Ve Sosyal Darwinizm


19. yüzyıl, siyasi anlamda bir sömürgecilik yüzyılı olarak da tanımlanabilir...

​19. yüzyıl, siyasi anlamda bir sömürgecilik yüzyılı olarak da tanımlanabilir. Çünkü bu dönemde sömürgeci ülkeler tarih boyunca ulaşamadıkları kadar geniş topraklara yayılmışlardır. Özellikle İngiltere ve Fransa, Afrika'dan Hindiçini'ne kadar uzanan dev bir coğrafyaya hakim olmuştur.

19. yüzyıl, bu siyasi tablonun yanında, felsefi anlamda da çok önemli bir akımın yine zirvesi olmuştur. Bu akım, materyalizmdir. Avrupa'da Hıristiyan kültürüne karşı asırlardır yürütülen savaş bu yüzyılda galip gelmiş ve sadece maddeyi mutlak varlık sayan materyalizm, kültür ve bilim dünyasına tamamen egemen olmuştur.

İşin ilginç tarafı ise, 19. yüzyılın farklı gibi gözüken bu iki özelliğinin, yani sömürgeciliğin ve materyalizmin aslında birbiri ile yakından ilişkili olmasıdır. Avrupa'nın uyguladığı siyasi strateji olan sömürgecilik, felsefi dayanağını da materyalizmde bulmuştur.

Sömürgeciliğin tarihteki gelişiminden söz ederken, bu sistemin birtakım meşruiyet arayışları içinde olduğunu da belirtmiştik. Bunun nedeni, sömürgeciliğin gayri ahlaki bir sistem olmasıdır. Birtakım insanların haklarının yenmesine, adaletsizliğe, baskı ve zulme dayalı bir sistemdir ve insanlığa doğruyu, dürüstlüğü, adaleti, barış ve kardeşliği emreden ahlaki kıstaslarla açıkça çelişir.

Bu bizlere, sömürgeci anlayışla dinin getirdiği ahlak anlayışı arasında büyük bir çelişki olduğunu göstermektedir. Kolomb ve diğer İspanyol sömürgecilerle Kilise arasındaki çatışma, bu kuralın Avrupa tarihindeki bir ifadesi olmuştur.

Ancak az önce belirttiğimiz gibi, Avrupa giderek artan bir süreçle dinden uzaklaşmış ve dinin karşısında yer alan materyalizm, 19. yüzyılda zirveye çıkmıştır. Bu nedenle de 19. yüzyıl, Avrupa açısından sömürgeciliğin gelişebileceği ideal bir kültürel ortam olmuştur. Tüm insanların yaratılmış eşit varlıklar oldukları ve buna göre davranmaları gerektiği reddedilince, sömürgeciliğin önündeki kültürel "engeller" ortadan kalkmıştır. Avrupalı toplumlar bu gerçekten uzaklaştıkça, insan ırklarının birbirlerinden çok temel bazı farklılıklara sahip olduklarına, bazılarının (yani kendilerinin) "ileri", bazılarının ise "geri" olduklarına inanır hale gelmişlerdir. Yaratılış gerçeğinin reddedilmesi, ırkçılığın doğmasına neden olmuştur.

Amerikalı bilim adamı James Ferguson, New Scientist dergisinde yazdığı "Irkçılığın Laboratuvarı" başlıklı makalede, ırkçılığın yükselişinin yaratılışın reddedilmesiyle olan bağlantısını şöyle açıklar:

19. yüzyıl Avrupa'sında gelişen sosyal bilimler, ırk kavramıyla fazlaca içiçe girmişti... Gelişen yeni antropoloji, insanın kökeni hakkındaki iki zıt düşünce ekolünün savaş meydanı haline geldi. Bunların daha eski ve köklü olanı, "monogenizm"di (tek kökenlilik). Monogenizm, tüm insanoğlunun, renk ve özellik farkı olmadan, doğrudan Adem'in soyundan geldiği ve Tanrı'nın tek bir fiili ile yaratıldığı inancına dayanıyordu. Monogenizm Kilise tarafından savunuluyordu ve 18. yüzyıla kadar da çok yaygın bir kabul görüyordu. Ancak bu dönemde "poligenizm" (çok kökenlilik) olarak bilinen ve dini otoriteye karşı koymaktan doğan rakip bir teori gelişti. Poligenizm, farklı insan ırklarının farklı kökenleri olduğunu savunuyordu.. (James Ferguson, "The Laboratory of Racism", New Scientist, Vol. 103, 27 Eylül 1984, s. 18)
"Farklı insan ırklarının farklı kökenleri olduğu" iddiasının sözde bilimsel temeli ise evrim teorisiydi.

Evrim Ve Irklar


Eski çağlardan beri materyalist felsefeciler tarafından savunulan evrim fikri, Avrupa'nın gündemine 18. yüzyılın sonlarında girdi. Jean B. Lamarck, Georges de Buffon ve Erasmus Darwin (Charles Darwin'in dedesi) gibi isimler tarafından ortaya atılan evrim teorisini en kapsamlı olarak ortaya koyan kişi ise Charles Darwin oldu. Darwin, o zamana kadar biyoloji biliminde yaygın kabul gören "canlı türlerini Allah ayrı ayrı yaratmıştır" şeklindeki açıklamayı reddetti ve tüm türlerin rastlantılar sonucunda birbirlerinden evrimleştiklerini öne sürdü. Darwin'in iddiasına göre balıkların atası solucanlar, kuşların atası sürüngenler ve insanların atası da maymun benzeri canlılardı.

Bilimsel bulgulara değil, hayal gücüne dayanan bu teori kısa sürede çok sayıda taraftar kazandı. Bu taraftarların ortak özelliği ise, bilimsel kaygılarla değil, ideolojik ön yargılarla hareket etmeleriydi. Çünkü Darwin görüşleriyle her türlü ateist dünya görüşüne zemin hazırlamış oluyordu. Bu nedenle biyoloji bilimi ile hiçbir ilgileri olmayan birtakım insanlar Darwin'in en hararetli savunucuları haline geldiler. Örneğin komünizmin kurucusu olan Karl Marx, kendi deyimiyle Darwin'in "ateşli bir hayranı" idi.

Evrim teorisi genel olarak materyalist dünya görüşünü desteklerken, bir yandan da özellikle sömürgeciliğe zemin hazırlayan bir boyut içeriyordu. Çünkü evrim teorisini ortaya atanlar ve savunanlar, başta Charles Darwin olmak üzere, insan ırklarının bazılarının evrim sürecinde daha "ileri" olduklarını öne sürüyorlardı. Darwin insanın kökeni konusuna, 1859'da yayınlanan ünlü kitabı Türlerin Kökeni'nde pek az değinmişti. Ama bu kitaba koyduğu alt başlık bile, onun insanlığa ırkçı bir açıdan baktığını gösteriyordu: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon ve Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla".

Darwin, söz konusu "kayırılmış ırklar" kavramıyla Avrupalı beyaz ırkları kastettiğini ve diğer ırkları da "yarı-maymun ilkel canlılar" olarak gördüğünü ise, 1871 yılında yayınlanan İnsanın Türeyişi adlı kitabında açıkça ifade etti. Darwin bu kitabında insanın maymunlarla ortak bir ataya sahip olduğunu, ancak insan ırklarının farklı evrimsel süreçler izlediğini öne sürüyordu. Darwin'e göre bazı ırklar evrimde çok ileri gitmişken, bazıları hala maymunlara yakın bir seviyedeydiler. Darwin'in "ileri ırklar" olarak saydıkları ise, elbette Avrupalı "Beyaz Adam"dı. Ona göre Beyaz Adam, fiziksel ve zihinsel yönden diğer ırklardan çok ileriydi. Bu farklılığa olan inancını "farklı ırkların zihinsel özellikleri birbirinden çok farklıdır; bu hem duygusal hem de entellektüel yeteneklerinde kendisini açıkça belli eder" diyerek ifade ediyordu.(Charles Darwin, The Descent of Man, 1871, "Summary"; Stephen Jay Gould, "The Moral State of Tahiti—and of Darwin", Natural History, 10/91, s. 14)

Benjamin Farrington Darwin Gerçekte Ne Dedi? (What Darwin Really Said?) adlı kitabında Darwin'in bu ırkçı görüşlerini vurgular ve Darwin'in İnsanın Türeyişi adlı kitabında "insan ırklarının eşit olmadıkları" konusunda çok uzun açıklamalar yaptığını belirtir.(Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, London: Sphere Books, 1971, ss. 54-56)

Ancak Darwin'in bu konudaki görüşlerinin en önemli yönü, "geri kalmış ırklar"a ne olması gerektiği yönündeki yorumlarıydı. Eğer bir insan bazı ırkların diğerinden daha "ileri" oldukları gibi bir fikre kapılmış olsa bile, buradan "ileri" ırkların "geri" kalanlara yardım etmesi, onların gelişimine katkıda bulunması gerektiği gibi insancıl bir sonuç da çıkarabilirdi. Ama Darwin böyle düşünmüyordu. Aksine, "ileri" ırkların "geri" ırkları köleleştirmeleri, hatta yok etmeleri gerektiğini savunuyordu. İnsanın Türeyişi adlı kitabında şöyle yazmıştı:

Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek..(Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, Ankara: Onur Yayınları, 7.b., Nisan 1995, ss.199-200)

Darwin bu ilginç sonuca "yaşam mücadelesi" kavramıyla varmıştı. Darwin bu kavramı öncelikle doğaya atfetmişti. Doğada canlılar arasında kıyasıya bir yaşam mücadelesi olduğunu, her bireyin sadece kendi çıkarları ve yaşamı için çabaladığını ve diğerleriyle savaştığını iddia etmişti. Darwin'in iddiasına göre bu yaşam mücadelesi içinde zayıf bireyler elenirken, güçlü ve uygun yapıya sahip bireyler de seçilip hayatta kalıyorlardı. Oysa ilerleyen dönemde doğada yapılan gözlemler bu iddianın doğru olmadığını, canlılar arasında son derece güçlü dayanışma mekanizmaları bulunduğunu, hatta çoğu canlının içinde bulunduğu grup için kendisini bile bile feda ettiğini ortaya çıkaracaktı.

Ancak Darwin "yaşam mücadelesi"nin evrensel bir kanun olduğuna inandırmıştı kendisini. Sonra da, doğadaki canlılar için yazdığı bu senaryoyu aynen insan toplumlarına atfetmişti. İnsan ırklarının kıyasıya bir yaşam mücadelesi sürdürdüklerini düşünmüştü. Dahası, bu mücadelenin evrimsel gelişme için gerekli olduğunu, yani bazı insan ırklarının yok edilmesinin insanlığın gelişmesini sağlayacak bir süreç sayıldığını savunmuştu.

Evrim teorisinin insan toplumlarına uygulanmasıyla ortaya çıkan bu ırkçı görüş "Sosyal Darwinizm" olarak bilindi. 19. yüzyıldaki bütün ırkçı düşünceler de Sosyal Darwinizm'den ilham aldılar. Bu ırkçıların başında ise, tahmin edilebileceği gibi "Beyaz Adam'ın üstünlüğü"nü savunan sömürgeciler geliyordu. Sömürgecilik, Kristof Kolomb döneminden beridir ortaya atıp da bir türlü "bilimsel" bir açıklamayla destekleyemediği "yerliler bir tür havyandır" iddiasına ilk kez bilimsel görünümlü bir dayanak sağlamış oluyordu. Bu nedenle Darwin'in teorisi, sömürgeciliğe taraftar olan çevrelerden kısa sürede büyük bir destek gördü. Hintli antropolog Vidyarthi, bunu şöyle açıklar:
Darwin'in ortaya attığı 'en güçlülerin hayatta kalması' düşüncesi, insanoğlunun kültürel bir evrim sürecinden geçtiğine ve en üst kademenin Beyaz Adam'ın medeniyeti olduğuna inanan sosyal bilimciler tarafından coşkuyla karşılandı. Bunun bir sonucu olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılı bilim adamlarının çok büyük bir kısmı ırkçılığı şiddetle benimsediler.. (Lalita Prasad Vidyarthi, Racism, Science and Pseudo-Science, Unesco, France, Vendôme, 1983. s. 54)

Sosyal Darwinizm Ve Sömürgecilik

Evrim teorisinin günümüzdeki en önde gelen savunucularından biri olan Harvard Üniversitesi paleontoloğu Prof. Stephen Jay Gould, Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabı hakkında şöyle der: "Bundan sonra kölelik, sömürgecilik, ırksal farklılıklar, sınıf yapıları ve cinsiyetin rolü ile ilgili argümanlar artık özellikle bilim adı altında yürütülecektir."9 Gould'un sözleri doğrudur. Gerçekten de saydığı bu kavramlar, Darwinizm'in ortaya çıkmasından sonra "Sosyal Darwinizm" adı altında bilimsel bir görünüme bürünmüştür.
İşgal, sömürü, baskı ve zulüm elbette her zaman insanlık tarihinin bir parçası olmuştu. Ancak evrimcilerin kendilerinin de itiraf ettiği gibi, Darwin'in ortaya attığı teori sayesinde, bu gayri ahlaki eylemlerin dayandırılabileceği ve meşru gibi gösterilebileceği bir gerekçe bulunmuştu artık. Bu teorinin temelinde yatan "güçlü olanın hayatta kalması" mantığıyla, Darwin'in ardından ortaya çıkan ırkçı öğretiler bağdaştırılınca, ortaya sömürgeciliğin ve diğer her türlü baskıcı sistemin meşrulaştırılabileceği bir formül çıkmıştı.

Darwin, ortaya attığı biyolojik evrim prensiplerinin insan topluluğuna da uygulanması gerektiğini ön görmüştü. Örneğin 1869'da H. Thiel'e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: Benim türlerin değişimi hakkında kullandığım bakış açısına benzer fikirlerin ahlaki ve sosyal sorunlar üzerine uygulandığını görüyorum ve bu konuyla oldukça fazla ilgilendiğime inanmalısın. Önceleri kendi görüşlerimin bu kadar farklı ve çok önemli konulara uyarlanabileceği bana pek gerçekleşebilir gibi gelmemişti.(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, D. Appleton and Co., 1896, Vol.II, s. 294)

Böylece doğal seleksiyon, adaptasyon gibi evrimcilerin kullandıkları terimler antropoloji, sosyoloji, tarih ve felsefenin de sınırları içinde incelenmeye başlandı. Meydana gelen doktrine Sosyal Darwinizm denildi.

Sosyal Darwinizm'in prensipleri şöyledir: Dünya üzerinde insanlar, ırklar, uluslar ve medeniyetler hayatta kalma mücadelesine kitlenmişler ve bu uğurda diğerleriyle büyük bir rekabete girmişlerdir. Gelişmiş medeniyetler atalarından değerli özellikler almışlardır ve bu onları diğerlerinden üstün kılan bir ayrıcalıktır. Az gelişmiş kültürler ise yakında yok olacaklardır ve buna mahkumdurlar. Bu nedenle doğanın düzeni, güçlü ve medeni ulusların, zayıfların elindeki kaynakları kullanmalarını gerektirir. Bunu yaparken her yol ve yöntem serbesttir, ahlaki değerlere gerek yoktur. Dünyanın her yerinde medenileşmiş uluslar, ırklar ve bireyler kendilerinden daha geri olanları yönetme ve sömürme hakkına sahiptir. Bu, - sözde- doğanın özünde olan bir kanundur.

Günümüzdeki evrimciler Sosyal Darwinizm'i "Darwinizm'in yanlış bir yorumu" olarak göstermeye çalışırlar ve Darwin'in gerçekte ırkçı olmadığı imajını vermeye çabalarlar. Oysa gerçek bunun tam aksidir. Sosyal Darwinizm, bizzat Darwin'in kendi eseridir. Alman tarihçi Hans Ulrich Wehler de, bu gerçeği "ilk Sosyal Darwinist'in Darwin'in kendisi olduğunu" belirterek açıklar: Darwin, teorilerinin insan topluluğuna uygulanabilir olduğunun kanıtı olarak Avrupa'da ve özellikle de Amerika'da "Aryan" olarak adlandırılan ırkın yükselişini daha da geliştirerek gösteren ilk Sosyal Darwinist'tir. Hatta bu şekilde Sosyal Darwinizm'in ırkçı yorumu için de bir yol açmıştır.(Hans Ulrich Wehler, The German Empire, s. 179 )

Benjamin Farrington da What Darwin Really Said? adlı eserinde bu gerçeğe işaret ederek, Darwin'in kendisini izleyenleri büyük yanlışlara yönelttiğini söyler. Farrington'a göre Darwin'in söz konusu görüşleri "insanın toplumsal, psikolojik, etik niteliklerinin bile kalıtımla geçeceği ve doğal ayıklanma yasasının kapsamına gireceği yolundaki görüşleriydi. Bu görüşler tehlikeli çıkarımlara yol açabilecek bir yanılgının ürünüydüler."(Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, London: Sphere Books, 1971, s.82)

Evrim teorisinin önde gelen savunucularından Stephen Jay Gould da aynı gerçeği kabul eder. Gould'a göre "Irkçılık hakkındaki biyolojik tartışmalar 1859'dan önce de yaygındır, fakat evrim teorisinin kabulünün ardından çapı büyümüştür."(Stephen Jay Gould, Ontogeny and Phylogeny, Cambridge, Mass: Harvard University Press, 1977, s. 127)

İşte Sosyal Darwinizm, bu gibi sözde bilimsel iddialarıyla, 19. yüzyıl Avrupa emperyalizmine aradığı kültürel desteği sağlamıştır. "Yerliler güdülmesi gereken bir tür hayvandır" fikrini asırlardır savunmaya çalışan sömürgecilik, ilk kez Darwin sayesinde bu fikre "bilimsel" bir zemin bulmuştur. Bu nedenle de Darwinizm'in 19. yüzyıl Avrupa sömürgeciliğiyle, özellikle de İngiliz emperyalizmiyle iç içe gelişmiş bir teori olduğunu söyleyebiliriz. Teori, emperyalizme hizmet etmiş ve bu hizmeti nedeniyle de emperyalizmin "beyin takımı" tarafından desteklenmiştir.

İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü Yerbilimleri Bölüm Başkanı Kenneth J. Hsu, Is Darwinism Science? (Darwinizm Bilim Midir?) başlıklı makalesinde Darwinizm'in bu yönünü şöyle vurgular: Her ne kadar savaştan sonra hayatta kalabildiysek de, biz, kişiler, sınıflar, milletler ya da ırklar arasındaki rekabetin, hayatın doğal sonucu olduğu ve üstün olanın güçsüz olanın malına mülküne el koymasının doğal olduğunu farz eden zalim bir sosyal ideolojinin kurbanlarıydık. Bu ideoloji 19. yüzyıl ve daha sonrasında bilimin doğal bir yasası, diğer bir deyişle 1859'da Charles Darwin tarafından Türlerin Kökeni'nde güçlü bir şekilde belirtilmiş olan evrimin mekanizmasıydı.(Kenneth J.Hsü, "Is Darwinism Science?", Eartwatch, March 1989, ss. 15-17)

Emperyalizm, sadece Darwin döneminde değil, daha sonra da Sosyal Darwinizm'den destek bulmuştur. Nitekim bu ideolojiyi benimseyen Charles Pearson'un sözlerinde bu gerçek iyice belirginleşir. Pearson, "uygar uluslar arasındaki yaşam kavgasının, bilimin, endüstrinin, uygarlığın silahlarıyla yapıldığını, ama onların aşağı uluslara karşı yaptıkları yaşam kavgasını toplarıyla yapma hakkına sahip olduklarını" söyler.(Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1993, s. 61)

Sosyal Darwinizm Ve Vahşi Kapitalizm


Sosyal Darwinizm sadece emperyalizmi değil, bir yandan da emperyalist ülkelerin kendi içlerinde uyguladıkları ve diğer ülkelere de ihraç ettikleri "vahşi kapitalizm"i desteklemek için kullanılmıştır.

Vahşi kapitalizm terimi, ekonomiye hiçbir devlet düzenlemesinin yapılmadığı, zengin ve fakir kesimler arasında dev uçurumlar oluştuğu ve hiçbir etkin sosyal adalet mekanizmasının çalışmadığı ekonomik sistemleri tarif için kullanılır. Böyle bir düzende, fakirlere, düşkünlere, sakatlara destek verilmez, şefkat gösterilmez. Vahşi kapitalizm, her bireyin kendisini "kurtarmakla" yükümlü olduğunu ve bu acımasız yarışta başarısız olanların cezalarını çekmeleri gerektiğini varsayar.

Vahşi kapitalizm en çok 19. yüzyılda etkili olmuştur. Sistem en acımasız biçimde İngiltere'de işletilmiş, buradaki aşırı derecede zengin bir sınıf, yönetimleri altındaki fakirleri acımasızca sömürmüşlerdir. 8 yaşındaki çocukların kömür madenlerinde günde 16 saat çalıştırıldığı, işçilerin adeta birer yük havyanı gibi kullanıldığı bu sistem, uzun ve kanlı tepkilerin ardından zamanla yumuşamış ve 20. yüzyılda "sosyal devlet" anlayışına dönüşmüştür. Ancak bugün de hala dünyada vahşi kapitalizmi savunan ideologlar vardır ve bu sistem gelişmekte olan ülkelerin bir kısmında fiili olarak yaşanmaktadır.

19. yüzyıldan bugüne dek, vahşi kapitalizme, aradığı "bilimsel" desteği sağlamış olan yegane kavram ise yine Sosyal Darwinizm'dir. Sosyal Darwinistler, ırklara ve milletlere atfettikleri "yaşam kavgası" kavramını, toplumların içindeki birey ve sınıflara da atfetmişler ve vahşi kapitalizmin "doğa kanunlarına uygun" bir sistem olduğunu savunmuşlardır.


Vahşi kapitalizme evrim kavramlarıyla açıkça destek veren en ünlü isim, Darwin'in çağdaşı olan İngiliz sosyolog Herbert Spencer'dı. (1820-1903) Spencer, Darwinist öğretiyi büyük bir heyecanla benimsemiş, sonra da bunu sosyolojiye uyarlamıştı. Toplum içindeki bazı insanların doğal olarak diğerlerinden üstün olduğunu öne sürmüştü. Buna göre daha zayıf olanlar yok olacak ve insanlığın geleceğini daha iyi olanlar sürdürecekti. Spencer fakirlerin, zeka özürlülerin ve diğer bağımlı olan kişilerin yararına uygulanan sağlık programlarının, nüfus artışını beslediğini ve uzun vadede bunun topluma zarar vereceğini savunmuştu. Bundan başka hıfzısıhha (kamu sağlığını koruma) önlemlerine, zorunlu aşılamalara da, kendi sağlıklarını düşünüp gerekli davranışları gösteremeyecek kadar "aptal" insanların bunun sonuçlarına katlanmaları gerektiğini söyleyerek cephe almaktan çekinmemişti. Spencer'a göre ideal toplumda bu tür toplumsal yasalar; yoksullara yardım amacıyla evrimin doğal seleksiyon yasalarına ters düşen kanunlar bulunmayacaktı.(Herbert Spencer, The Man Versus the State, New York:1884'den, Gosset, Race, ss. 147-148)

Spencer'a göre egoizm, toplumlardaki evrim sürecinin en önemli dinamiği idi. Bir yazısında şöyle diyordu: "Eğer insanlar yaşayabilecek kadar gelişmişlerse yaşarlar ve yaşamaları da iyidir. Eğer yaşamaya değecek kadar gelişmiş değillerse ölürler ve ölmeleri daha iyidir."(A Look Back at Eugenics, Cilt 1, Sayı 3, Kasım 96)

Sosyal Darwinizm'i savunanların bu ifadeleri şefkatin, merhametin, yardımlaşma ve fedakarlığın bir yana itildiği, insani değerlerin tamamiyle yitirildiği Darwinist mantığı tam anlamıyla yansıtır. Darwinizm'in çarpık mantığı Sosyal Darwinizm'le belirginleşir, ırkçılık, düşmanlık, kin, savaş, zulüm gibi insanlık dışı eylemlerle ortaya çıkar.


Sosyal Darwinistler, bir toplum içinde sosyal adalet sağlamak, fakirlere, sakatlara yardım etmek için yapılan düzenlemelere de şiddetle karşı çıkmışlar, bunun "evrimin yasalarına aykırı" olduğunu söylemişlerdir.

Örneğin Charles Darwin'in kuzeni olan Francis Galton 1859'da yayınladığı Hereditary Genius (Kalıtımsal Deha) adlı kitabına sosyal yardım programlarına karşı çıkarak başlamıştır. Aynı şekilde Sosyal Darwinci Tille "yoksulluğu önlemeye kalkıp yenilmiş sınıflara yardım etmenin, evrimi sağlayan doğal ayıklanma yasasına set çekmek anlamına geleceğini" söylemiştir.(Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1993, s. 61)

Sosyal Darwinizm'in en ünlü kuramcılarından biri olan Amerikalı Profesor E. A. Ross'a göre ise, "Hıristiyanlığın ortaya attığı toplumsal yardımlaşma ve hayırseverlik kavramları, geri zekalıların ve aptalların üremelerine ve çoğalmalarına yarayan bir koruyucu kalkanın gelişmesine" neden olmuştur. "Devlet, sakatları, örneğin sağır-dilsizleri koruma altına almakta, sonra da bunlar üreyerek sakat bir ırk oluşturmakta"dırlar. Tüm bunlara doğal evrimsel gelişmeyi engelledikleri için karşı çıkan Ross'a göre, "dünyayı bir cennet yapmanın yegane yolu", tüm "aptalları, beceriksizleri ve sakatları" kendi hallerine bırakarak doğal seleksiyon süresi içinde ayıklanmalarını beklemektir.(Thomas Gosset, Race: The History of an Idea in America, s. 170)

Olayın en önemli yanı ise, bu fikirlerin "Darwinizm'in yanlış bir yorumu" değil, Darwinizm'in bizzat kendisi oluşudur. Benjamin Farrington'ın What Darwin Really Said? (Darwin Gerçekten Ne Dedi?) adlı kitabında vurguladığı gibi, "insan toplumlarında zayıfların güçlüler tarafından elimine edilmesine meşruiyet sağlayacak olan argüman" Darwin tarafından bilinçli olarak geliştirilmiştir.(Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, London:Sphere Books, 1971, s. 82)


Tüm bu gerçekler, karşımıza Charles Darwin ve ortaya attığı evrim teorisi hakkında önemli bir tablo çıkarmaktadır. Darwin'in teorisinin iki önemli kavrama destek sağladığını incelemiş bulunuyoruz. Bunlar, emperyalizm ve vahşi kapitalizmdir. Darwin, "ırklar arası yaşam mücadelesi" kavramıyla emperyalizme, "bireyler arası yaşam mücadelesi" kavramıyla da vahşi kapitalizme zemin sağlamıştır.

Burada bir nokta hemen dikkati çekiyor: Bu her iki kavram da, 19. yüzyıl İngilteresi'ni tanımlamak için kullanılabilecek en ideal iki kavramdır. Bir başka deyişle, 19. yüzyıl İngilteresi'nin en önemli iki özelliği, emperyalist ve vahşi kapitalist bir ülke olmasıdır.
Bu ise, Darwin'i karşımıza, İngiliz İmparatorluğu'nun çıkarlarını gözeten ve İngiliz emperyalizmine meşruiyet kazandırmaya çalışan bir kişi olarak çıkarmaktadır. Elbette ki Darwin'in teorisi sadece bu siyasi amaçlarla sınırlı sayılamaz; Darwin'in en büyük hedefinin materyalist felsefeye destek olmak ve doğaya materyalist bir açıklama getirmek olduğu açıktır. Ama Darwin, teorisine bilinçli olarak siyasi bir yön de kazandırmıştır. Bilinçli olarak, İngiliz emperyalizmine ve vahşi kapitalist düzene destek sağlayacak yorumlar yapmıştır. Bununla, İngiltere'yi yöneten güç odaklarının gözüne girmek ve böylece teorisine üstü kapalı da olsa "resmi" bir destek bulmak istemiş olması mümkündür. Ya da gerçekten İngiliz emperyalizmine inanan, ülkesinin siyasi sistemine meşruiyet kazandırmaya çalışan bir tür ırkçı-milliyetçi olması da mümkündür. Ama her iki alternatif de sonuçta aynı kapıya çıkmaktadır: Darwin 19. yüzyıl İngiliz emperyalizminin sözcüsüdür.

Bu gerçek bazı önemli bilim adamları tarafından da teşhis edilmiştir. Örneğin Kenneth J. Hsu, 19. yüzyıl İngilteresi'nin (bu yüzyılda Britanya'nın tarihine damgasını vurmuş olan Kraliçe Victoria'nın adıyla "Victoria İngilteresi" olarak da bilinir) siyasi hesapları ile Darwinizm arasında bağ kurmaktadır. İngiltere'nin Çin'e karşı giriştiği ve bu ülkeyi "açık pazar" haline getirmeyi hedefleyen "Afyon Savaşları" sırasında, Darwinist mantıkların sıkça kullanıldığına dikkat çeken Hsu, şu yorumu yapar: Charles Darwin, Victoria dönemi için ideal bir bilim adamı, Çin'e zorla afyon satabilmek için bu ülkeyi işgal eden ve bunu serbest ticaret ve 'en güçlülerin hayatta kalması' kuralına dayandıran ülkenin (İngiltere'nin) bilimsel dayanağıdır.(Kenneth J. Hsu, "Letter to the Editor", Geology, April 1987, s. 377)

Charles Darwin'in İngiliz emperyalizminin sözcüsü olduğunu teşhis etmek, bizim açımızdan son derece önemlidir. Çünkü bilindiği gibi, 19. yüzyılda İngiliz emperyalizminin hedef aldığı ülkelerin başında Osmanlı İmparatorluğu ve dolayısıyla Türk Milleti gelmektedir.

Ve Darwin "emperyalizm sözcülüğü" görevini, belki herşeyden çok Türk düşmanlığını körükleyerek yapmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder