Le Chatelier Prensibi



Amino asitler protein oluşturmak üzere kimyasal olarak birleşirken aralarında "peptid bağı" denilen özel bir bağ kurarlar. Bu bağ kurulurken bir su molekülü açığa çıkar. Bu durum, ilkel hayatın denizlerde ortaya çıktığını öne süren evrimci açıklamayı kesinlikle çürütmektedir. Çünkü, kimyada "Le Chatêlier Prensibi" olarak bilinen kurala göre, açığa su çıkaran bir reaksiyonun (kondansasyon reaksiyonu) su içeren bir ortamda sonuçlanması mümkün değildir. Sulu bir ortamda bu çeşit bir reaksiyonun gerçekleşebilmesi, kimyasal reaksiyonlar içinde "oluşma ihtimali en düşük olanı" olarak nitelendirilir.

Dolayısıyla, evrimcilerin hayatın başladığı ve amino asitlerin oluştuğu yerler olarak belirttikleri okyanuslar, amino asitlerin birleşerek proteinleri oluşturması için kesinlikle uygun olmayan ortamlardır. Kimyacı Richard E. Dickinson bunun nedenini şöyle açıklar:

Eğer protein ve nükleik asit polimerleri öncül monomerlerden oluşacaksa polimer zincirine her bir monomer bağlanışında bir molekül su atılması şarttır. Bu durumda suyun varlığının polimer oluşturmanın aksine, ortamdaki polimerleri parçalama yönünde etkili olması gerçeği karşısında, sulu bir ortamda polimerleşmenin nasıl yürüyebildiğini tahmin etmek güçtür.(Richard Dickerson, "Chemical Evolution", Scientific American, vol. 239, no. 3, 1978, s. 74) 
Öte yandan, evrimcilerin bu gerçek karşısında iddia değiştirip, ilkel hayatın karalarda oluştuğunu öne sürmeleri de imkansızdır. Çünkü ilkel atmosferde oluştukları varsayılan amino asitleri ultraviyole ışınlarından koruyacak yegane ortam denizler ve okyanuslardır. Amino asitler karada ultraviyole yüzünden parçalanırlar. Le Chatêlier prensibi ise denizlerdeki oluşum iddiasını çürütmektedir. Bu durum da evrim teorisi açısından bir başka çıkmazdır.

İndirgenemez Kompleksliğe Sahip Bir Organ:İnsan Gözü



Bir gözün görebilmesi için, bu organı oluşturan yaklaşık 40 temel parçanın hepsinin de aynı anda birden var olması ve uyum içinde çalışması gerekir...

İnsan gözü yaklaşık 40 ayrı hassas parçanın birleşmesinden oluşan çok kompleks bir sistemdir. Bu parçalardan sadece bir tek tanesi üzerinde düşünelim. Örneğin göz merceği... Biz çoğu zaman farkında olmayız, ama cisimleri net görmemizi sağlayan şey, göz merceğinin her saniye hiç durmadan "otomatik odaklama" yapmasıdır.

Bu ayar, göz merceğinin etrafındaki küçük kaslar tarafından yapılmaktadır. Her bakış değişiminde bu kaslar devreye girer ve merceğin şişkinliğini değiştirerek ışığın doğru açıda kırılmasını ve istediğiniz cismi net olarak görmenizi sağlar. Mercek bu ayarı hayatınız boyunca hiç hata yapmadan her saniye gerçekleştirmektedir. Fotoğrafçılar aynı ayarlamayı fotoğraf makinelerinde elle yaparlar ve doğru odaklamayı elde etmek için bazen uzun uzun uğraşırlar. Modern teknoloji son 10-15 yılda otomatik odaklama yapan kameralar üretmiştir, ama hiçbir kamera göz kadar hızlı ve kusursuz odaklama yapamamaktadır.

Bir gözün görebilmesi için ise, bu organı oluşturan yaklaşık 40 temel parçanın hepsinin de aynı anda birden var olması ve uyum içinde çalışması gerekir. Mercek bunlardan sadece biridir. Kornea, konjonktiva, iris, göz bebeği, retina, koroid, göz kasları, göz yaşı bezleri gibi diğer tüm parçalar olsa ve çalışsa, ama bir tek göz kapağı olmasa göz kısa sürede büyük bir tahribata uğrar ve görme işlevini yitirir. Yine aynı şekilde tüm organeller var olsa ama göz yaşı üretimi dursa göz, birkaç saat içinde kurur, yapışır ve kör olur.

Gözün bu kompleks yapısı karşısında evrim teorisinin "indirgenebilirlik" iddiası tüm anlamını yitirmektedir. Çünkü gözün işe yarayabilmesi için aynı anda tüm bölümleriyle birlikte var olması gerekir. Doğal seleksiyon ve mutasyon mekanizmalarının, gözün onlarca farklı organelini, bu organeller son aşamaya kadar hiçbir "avantaj" sağlamazken oluşturmaları elbette imkansızdır. Prof. Ali Demirsoy, bu gerçeği şu satırlarıyla kabul eder:

Üçüncü bir itiraza yanıt vermek oldukça zordur. Kompleks bir organın, yarar sağlasa da birden oluşması nasıl mümkün olmuştur? Örneğin omurgalılardaki gözün merceği, retinası, optik siniri ve görmek için etkili olan diğer kısımları birden nasıl oluşmaktadır? Çünkü doğal seçme, görme sinirinden ayrı olarak retina üzerinde seçici olamaz. Mercek oluşsa dahi retina olmadan anlam taşımaz. Görme için tüm yapıların beraberce geliştirilmesi kaçınılmazdır. Ayrı ayrı geliştirilen kısımlar kullanılmayacağı için hem anlamsız olacak, hem de belki zamanla ortadan kalkacaktır. Aynı zamanda hepsini birden geliştirmek de tahmin edilemeyecek kadar küçük olasılıkların biraraya gelmesini gerektirmektedir. (Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayıncılık, Ankara, 1995, 7. Baskı, s.475.)

Prof. Demirsoy'un "tahmin edilemeyecek kadar küçük olasılıklar" sözüyle ifade ettiği gerçek, aslında "imkansızlık"tır. Gözün rastlantıların bir ürünü olması, açıkça imkansızdır. Darwin de bu gerçek karşısında büyük bir sıkıntı çekmiş ve hatta bu nedenle bir mektubunda, "Gözleri düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu." itirafında bulunmuştur. (Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Boston: Gambit, 1971, s. 101.)

Darwin Türlerin Kökeni'nde gözün kompleks yaratılışı karşısında ciddi bir zorluk çekmiş, tek çözüm olarak da bazı canlıların daha basit, bazılarının ise daha kompleks göz yapıları olduğuna atıfta bulunmuştur. Daha kompleks gözlerin, daha basit gözlerden evrimleştiğini iddia etmiştir. Ancak bu iddia da gerçeklere uygun değildir. Paleontoloji, canlıların yeryüzünde son derece kompleks yapılarıyla ortaya çıktıklarını göstermektedir. Bilinen en eski görme sistemi, trilobit gözüdür. 530 milyon yıllık bu petek göz yapısı, önceki bölümlerde değindiğimiz gibi çift mercek sistemiyle çalışan bir "optik harika"dır. Bu durum, Darwin'in "kompleks gözler ilkel gözlerden evrimleşti" varsayımını da tümüyle geçersiz kılmaktadır.

İlkel Göz"ün İndirgenemez Yapısı

Darwin'in "ilkel göz" olarak sözünü ettiği organlar da, asla rastlantılarla açıklanamayan kompleks ve indirgenemez bir yapıya sahiptirler. En basit şekliyle dahi olsa, "görme"nin oluşabilmesi için, bir canlının bazı hücrelerinin ışığa duyarlı hale gelmesi, bu duyarlılığı elektriksel sinyallere aktaracak bir yeteneğe sahip olması, bu hücrelerden beyne gidecek olan özel sinir ağının oluşması ve beyinde de bu bilgiyi değerlendirecek bir "görme merkezi"nin meydana gelmesi gerekir. Tüm bunların rastlantısal olarak ve aynı anda, aynı canlıda oluştuğunu öne sürmek ise akıl dışıdır. Evrimci yazar Cemal Yıldırım, evrim teorisini savunmak niyetiyle kaleme aldığı Evrim Kuramı ve Bağnazlık adlı kitabında bu gerçeği şöyle kabul eder:

Görmek için çok sayıda düzeneğin iş birliğine ihtiyaç vardır: Göz ve gözün iç düzeneklerinin yanı sıra beyindeki özel merkezlerle göz arasındaki bağıntılardan söz edilebilir. Bu kompleks yapılaşma nasıl oluşmuştur? Biyologlara göre evrim sürecinde, gözün oluşumunda ilk adım, kimi ilkel canlılarda deri üzerinde ışığa duyarlı küçük bir bölümün belirmesiyle atılmıştır. Ancak doğal seleksiyonda bu kadarcık bir oluşumun kendi başına canlıya sağladığı avantaj ne olabilir? Öyle bir oluşumla birlikte beyinde görsel merkez ile ona bağlı sinir ağının da kurulması gerekir. Oldukça kompleks olan bu birbirine bağlı düzenekler kurulmadıkça "görme" dediğimiz olayın ortaya çıkması beklenemez. Darwin varyasyonların rastgele ortaya çıktığı inancındaydı. Öyle olsaydı, görmenin gerektirdiği o kadar çok sayıda varyasyonun organizmanın değişik yerlerinde aynı zamanda oluşup uyum kurması gizemli bir bilmeceye dönüşmez miydi?.. Oysa görme için birbirini tamamlayıcı bir dizi değişikliklere ve bunların tam bir uyum ve eş güdüm için çalışmasına ihtiyaç vardır… Sıradan bir yumuşakça olan ibiğin gözünde bizimkinde olduğu gibi retina, kornea ve selüloz dokulu lens vardır. Şimdi evrim düzeyleri bu denli farklı iki türde bir dizi rastlantıyı gerektiren bu yapılaşmayı salt doğal seleksiyonla nasıl açıklayabiliriz?.. Darwincilerin bu soruya doyurucu yanıt verip veremedikleri tartışılabilir... (Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayın Evi, Ocak 1989, s. 58-59.)

Sorun evrim teorisi açısından o kadar büyüktür ki, ne kadar detaya girilirse, o kadar içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Bu noktada incelenmesi gereken önemli bir "detay" da, "ışığa duyarlı hale gelen hücre" hikayesidir. Acaba Darwin'in ve diğer evrimcilerin "görme, tek bir hücrenin ışığa duyarlı hale gelmesiyle başlamış olabilir" derken geçiştirdikleri bu yapı, nasıl bir tasarıma sahiptir?

Antibiyotiklere Karşı Çeşitli Koruma Taktikleri Geliştiren Bakteriler



Bakterilerin günümüz teknolojisini bile çaresiz bırakan bir çeşitlilikleri vardır. Her geçen gün yeni bir şekil alabilir ve dakikalar içinde sayıca milyarlara ulaşabilirler...

Antibiyotikler vücuttaki zararlı bakterileri nasıl yok eder?

Antibiyotiklerin yöntemlerine karşı bakteriler hangi taktikleri kullanırlar?

Genetik yapısını değiştirerek antibiyotiğe karşı direnç göstermeyi başaran bir bakteri, bu yeni taktiğini diğer bakterilere nasıl öğretir?

Bakterilerin antibiyotik direnci genellikle Darwinistler tarafından sözde evrimleşmeye bir delil olarak gösterilmeye çalışılır. Oysa bakterilerin bu özelliği, canlıya herhangi bir evrimleşme sağlamadığı gibi, bir Yaratılış delili olması bakımından evrim teorisini çürütmektedir.

Bakteriler, bitkilerden ve hayvanlardan farklı olarak hızlı çoğalan ve biyokimyasal etkileri bakımından canlılar aleminin dengesini sağlamada çok büyük önem taşıyan bir grubu oluştururlar. Hemen hemen her yerde yaşayabilirler, bu nedenle de herhangi bir tür organizmadan çok daha fazla sayıdadırlar. Bu canlılar, aynı zamanda dünyanın en fazla üyeye sahip topluluğudur. Allah’ın dilemesi ile tüm ekosistem, bakterilerin faaliyetlerine bağlıdır ve bakteriler insan yaşamını da pek çok şekilde etkilemektedirler.

Bakterilerin günümüz teknolojisini bile çaresiz bırakan bir çeşitlilikleri vardır. Her geçen gün yeni bir şekil alabilir ve dakikalar içinde sayıca milyarlara ulaşabilirler. Bakterilerin büyük bir çoğunluğu canlılar için faydalıdır, ama bir kısmı da hastalık yapıcı özelliklere sahiptir. Yalnızca 1 mikrometre (milimetrenin binde biri) çapında gözle görülemeyen canlılar olan bakteriler, kendilerinden milyarlarca kat büyüklükteki insanları güçten düşürebilecek hatta ölüme yol açabilecek güçlü bir etkiye sahiptir. Bu nedenle bakterilerle savaş, tıp dünyasında binlerce araştırma ve büyük yatırımlarla sürdürülen önemli bir konudur. Bilim adamlarının bu savaşta kullanabildikleri başlıca silah ise ilk kez 1928 yılında Alexander Flemming tarafından keşfedilen antibiyotiklerdir.

Antibiyotikler Vücutta Nasıl İşlev Görür? 
Vücuda çeşitli şekillerde verilen antibiyotiklerin bazısı bakterileri öldürür, bazısı da onların gelişmelerini ve üremelerini önler. Görevini tamamlayan antibiyotik, temizlik işini de vücudun savunma sistemine bırakır. antibiyotiklerin bakterileri yok etme yöntemleri şunlardır:

Bakterinin Duvar Oluşturmasını Önlerler: Kimi antibiyotikler bakterinin duvarını hedef alırlar. Bu antibiyotikler bakterinin kendisini dış etkilerden koruyacak bir kabuk oluşturmasını önlerler. Böylelikle bakterinin içine sıvı hücumu olur ve bakteri hücresi patlayarak etkisiz hale gelir.

Hücre Zarının Özel Geçirgenliğini Değiştirirler: Kimi antibiyotikler ise hücreye giriş çıkış yapan yaşamsal maddelerin hücre içindeki düzeylerini değiştirirler. Hücre zarı, hücreye faydalı şeyleri ayrıştırarak hücrenin içine alan, zararlıları ayıran ve atıkları da dışarıya ileten seçici geçirgen bir yapıya sahiptir. Antibiyotik etkisini, bakterinin hücre zarının bu özel geçirgenliğini değiştirerek gösterir. Böylelikle zar, seçici geçirgenlik özelliğini kaybeder. İİçine besin alamayan ve zararlı maddelerin girişine açık olan bakteri kısa süre sonra ölür.

Bakterilerin Proteinlerini Hedef Alırlar: Proteinler hücrelerin yaşamsal işlevlerini gerçekleştirirler. Proteinlerin işlevindeki bir aksama kaçınılmaz olarak bakterinin ölümü ile sonuçlanır. Protein-lerin üretimi, hücrede ribozom isimli organelde gerçekleştirilir. Antibiyotiklerin görevi, ribozomun sistemini bozarak protein üretimini yavaşlatmak, hatta yanlış proteinler üretilmesini sağlamaktır. Başka bir antibiyotik ise yine proteinlerin üretiminde gerekli olan nükleik asitlerin üretilmesini engeller. Dolayısıyla nükleik asit üretilemediğinde bakteri yine protein yokluğundan ölmüş olacaktır.

Antibiyotiklere Karşı Kendilerini Koruyan Bakterilerin Mucize Değişimi 

Antibiyotikler, insanları zararlı bakterilerden koruyabilir. Bunun için gerekli olan, normal şartlarda bakterinin yapısını bilmek ve buna uygun bir antibiyotik üretebilmektir. Ama bu hiç de sanıldığı kadar kolay olmaz. Bakterilerin antibiyotiklere karşı geliştirdikleri çeşitli taktikleri ve kendilerini koruma biçimleri vardır. Bakteriler, yani birkaç mikron büyüklüğündeki bu tek hücreli canlılar, yine adeta şuurluymuş gibi hareket ederek yüzlerce bilim adamının laboratuvar şartlarında üstün teknoloji kullanarak ürettikleri antibiyotiklere karşı, özel bir genetik mekanizma sayesinde birkaç saniye içinde direnç gösterebilirler. Bakte-rilerin antibiyotiklere direnç göstermek için başvurdukları yöntemlerin başlıca şunlardır:

Bazı bakteri türleri için, antibiyotik vücuda girdiğinde yapılabilecek en iyi şey mümkün olduğunca çoğalmaktır. Anti-biyotiklere karşı koyamayanlar yenilir ve ölürler. Antibiyotiğe dayanıklılık gösterebilenler, hemen çoğalmaya başlar ve dayanıklı yeni nesiller meydana getirirler. Dolayısıyla vücuda alınan antibiyotik bunların tümünü ortadan kaldırmaya yetmez ve yeni dayanıklı türü yok edecek güce sahip olamaz. Bunun sonucunda vücuttaki hastalık, antibiyotiğe rağmen devam eder.

Bakterilerin başvurdukları ikinci bir yol ise, bakterinin kendi kendisini değişikliğe uğratmasıdır. Bunu da genetik yapısını değiştirerek yapar. Bakteri, antibiyotik ile daha önce karşılaşmıştır ve antibiyotiğin kendisine hangi yönden yaklaşacağını adeta bilir. Daha sonra antibiyotiklerin etki edeceği yerlerde genetik değişiklikler gerçekleştirir. Örneğin hücre duvarını etkileyen antibiyotikler için sürpriz moleküller geliştirmeye başlar. Böylelikle bir sonraki karşılaşmada antibiyotikler, bu yeni üretilmiş moleküllerin direnci ile karşılaşır ve hücre duvarına etki edemezler.

Bakterinin yaptığı bir başka şuur göstergesi hareket ise, ilacın hedefine ulaşmasını engellemektir. Bunu da ya ilacı dışarı pompalayarak veya girişini tamamen engelleyerek gerçekleştirir. Elbette böyle bir yöntemi gerçekleştirmeye yarayan mekanizmalar için de genetik değişikliklerin yapılması gerekmektedir. Bakteriler bunu da kolaylıkla başarırlar.

Bakteri bir başka korunma yöntemi olarak antibiyotiğin gelip bağlanacağı yeri değiştirir. Antibiyotik normal şartlarda etki etmesi gereken yere ulaşamadığı için bakteriyi etkisiz hale getiremez.

Bakteri ayrıca antibiyotiğin hedef aldığı bölgeyi dayanıklı hale getirebilir. Örneğin, streptokok bakterilerinden bazıları yaşamlarını ancak timidin adlı bir molekülün varlığıyla sürdürürler. Eğer bir antibiyotik, streptokok bakterisinin timidin üretmesini önlüyorsa, bakteri antibiyotiğin etkisini devre dışı bırakan yollarla timidin üreterek kendisini korur. Böylelikle antibiyotik bakteriyi yok edemeyecektir.

Bir Başka Şuurlu Hareket: Bilenlerin Bilmeyenlere Öğretmesi 

Bakterilerin şuurlu hareketlerine dair bir başka örnek ise bilenlerin bilmeyenlere öğretmesidir. Genetik yapısını değiştirerek direnç göstermeyi başaran bir bakteri, değişimi sağlayan genleri -kendi türünden olsun olmasın- diğer bakterilere geçirebilmektedir. Bunu yapabilmek için iki bakteri arasında bir köprü oluşur ve ilgili gen birinden diğerine iletilir.

İkinci yöntem ise bir bakterinin halka şeklindeki DNA’sını ortama bırakması ve diğerlerinin bunu alarak kendi genetik şifrelerine katmalarıdır. Halka şeklindeki bu DNA parçalarına plazmid denir. Burada tek bir plazmidle bakterinin birden fazla antibiyotiğe direnç ge-liştirmesi mümkündür. Bakterilerin kullandığı bu yöntem, tıp çevrelerince en çok korkulan yöntemdir ve bu, hastalıkların önüne ge-çilmesini sürekli olarak engellemektedir. Ge-liştirilen antibiyotik ile ortadan kaldırılması umut edilen bir hastalık, bakterinin yapısını değiştirmesi nedeni ile yeni bir şekil almakta ve durdurulamamaktadır.

Bakterilerin Kullandığı Tüm Taktikler, Rabbimiz’in İlhamı ile Gerçekleşmektedir

Sadece bir hücre zarı, DNA ve ribozom gibi birkaç organele sahip olan bir canlı acaba bir antibiyotiğe nasıl karşı koyabilir?

Tehlikenin ne olduğunu nereden bilebilir, kendisine zarar verecek şeyleri nasıl fark edebilir?

Buna karşı nasıl korunma yöntemi geliştirebilir?

Karar verip, verdiği kararı nasıl uygular?

Nasıl organize olur?

Böyle bir canlı için şuur, yetenek ya da kavrama gücü gibi şeylerden bahsedebilir miyiz?

Daha da artırılabilecek olan bu soruların yalnızca bir cevabı vardır: Bakte-rilerdeki, adeta şuur ve akıl sahibi gibi gerçekleşen tüm akılcı davranışlar, Yüce Rabbimiz’in ilhamı ile gerçekleşmekte ve Allah’ın sonsuz mükemmellikteki yaratma gücünü göstermektedir.

Bakterilerin Antibiyotiklere Direnci Neden Evrim Teorisine Delil Olarak Gösterilemez? 

Bakterilerin antibiyotiklere gösterdikleri direnç ve sergiledikleri davranışlar, evrimciler tarafından, teorinin sözde ispatı olarak, yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bazı bakterilerin antibiyotiklere karşı bağışıklık kazanmaları evrime delil olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Aslında burada evrim teorisine destek gösterilebilecek bir kanıttan ziyade, bazı gerçeklerin ve deney sonuçlarının evrim savunucuları tarafından çarpıtılması söz konusudur.

Bakterilerin sergiledikleri söz konusu direnç, yeni geliştirdikleri bir direnç değildir. Bir başka ifadeyle, bakteriler antibiyotiğin etkisine maruz kalınca, evrimleşerek bu ilaca karşı yeni bir savunma mekanizması geliştirmiş değillerdir. Dirençli adı verilen bakteriler sadece, baştan beri o antibiyotiğin etki ettiği proteine sahip olmayan, dolayısıyla antibiyotiğin zarar veremediği bakterilerdir. Bu özellik, bu bakterilerde o antibiyotik keşfedilmeden önce de vardır; sonra da olmuştur.

Antibiyotik adı verilen maddelerin tamamı, daha önce doğada zaten mevcut olan mikroorganizmalardan elde edilmiştir. Bu canlılar, farklı bakterileri parçalayıp öldürebilen maddeler üretmektedir. Ancak bazı mikroorganizmalar bu tür antibiyotiklere karşı bünyenin savunma yapmasını sağlayan genlere sahiptir. O canlının savunma sistemi, antibiyotiğin içindeki öldürücü maddeye karşı hazırlıklıdır. Bu savunma mekanizması bilgisinin saklı olduğu gen paketi, bakteriler arasında özel bir yöntemle paylaşılabilmektedir.

Mesela bir bakteri grip aşısına karşı bir silaha sahiptir. Bu bakteri, sahip olduğu silaha ait bilgiyi plasmid adı verilen ve bilgisayarla uğraşanların CD olarak düşünebilecekleri, paketler halinde, ortama bırakır. Bu bilgi, diğer bakteriler tarafından alınarak kendi bilgi bankalarına, DNA’larına monte edilir. Böylece farklı bakteriler, grip aşısına karşı aynı silahla donanmış olurlar.

Bu işlem sırasında evrime delil olabilecek hiçbir aşama yoktur. Bakteri DNA'sı tesadüfi mutasyonlar geçirip yeni bir özellik kazanmamıştır. Direnç göstermesini sağlayacak bilgiye zaten ilk yaratıldığı günden itibaren sahiptir. Yapılan araştırmalar sonucunda, yüz milyonlarca yıl önce yaşamış bakterilerle günümüzde yaşayan örnekleri arasında bir fark bulunmamış olması bunun önemli delillerindendir. Üstelik bu bilgi gerektiği anda devreye girmektedir. Bu bilgiyi diğer bakterilerle paylaşıma açması da diğer bakterilerin tesadüfen evrimleştiklerine değil, bu bilginin kullanımı için yaratılmış olan mekanizmanın mükemmelliğine delildir.

Bakterilerin, evrimcilerin yeni ortaya çıktığını öne sürdükleri özelliklere, antibiyotiğe maruz kalmadan önce de sahip oldukları bilim dünyasında da bilinen bir gerçektir. Bu gerçek bilimsel bir yayın olan Medical Tribune dergisinin 29 Aralık 1988 tarihli sayısında da ilginç bir olay aktarılarak belirtilmektedir:

1986’da yapılan bir araştırmada, 1845 yılında bir kutup keşfi sırasında donarak ölen denizcilerin buzda korunmuş cesetleri bulunur. Bu cesetlerin üzerinde, yaşadıkları çağda yaygın olan bakteriler tespit edilmiş ve bunlar test edildiklerinde, 20. yüzyılda üretilmiş pek çok modern antibiyotiğe karşı direnç özellikleri taşıdıkları hayretle saptanmıştır.

İlk ortaya atıldığı günden beri sahte deliller ve saptırılmış bilimsel sonuçlarla teorilerini ayakta tutmaya çalışan evrimciler, ortaya attıkları her iddiada olduğu gibi bakterilerin gösterdikleri direnç konusunda da büyük bir hezimete uğramışlardır.

Yakın bir tarihe kadar evrimciler bilgi eksikliğini ve bilim düzeyinin zayıflığını kullanarak etkili olmaya çalışmış ve pek çok insanı aldatmışlardır. Ancak gerçeğin ortaya konması, bilimsel bulguların önyargısız insanlar tarafından incelenmesiyle birlikte, bu aldatmaca çökmüştür.

Bilim Dünyasının Büyük Tedirginliği 


Bakterilerin özellikleri bilim adamlarını tarafından dikkatle takip edilmektedir. Son zamanlarda Stephen Hawking gibi bilim adamlarının çizdikleri felaket senaryolarında bakterilerin önemli bir yeri vardır. Özellikle hastalık kaynağı olan bakterilerin, gen transferi sayesinde farklı antibiyotiklere karşı direnç kazanmaları, ortaya süper bakterilerin çıkması ihtimalini artırmaktadır. Yaklaşık otuz yıldır yeni bir antibiyotik üretilmemiştir. Mevcut bakterilerin bir kısmı bu ilaçlara dirençlidir. Bu yüzden her yıl 5 milyon kişi etkisiz hale gelen antibiyotikler yüzünden ölmektedir. İlaç firmaları gelecek birkaç yıl boyunca yeni bir antibiyotik üretilmeyeceğini söylemektedirler. Diğer bir ifadeyle bu dönem içinde ortaya çıkacak dirençli bir süper mikroorganizma büyük felaketlere yol açabilecektir. (Doğrusunu Yüce Allah bilir.)

Vücudumuza giren bakterilerin bir kısmı faydalıyken bir kısmı da hastalıklara neden olmaktadır. Hastalıklara neden olan bakterilerin ortadan kaldırılabilmesi için kullanılan yegane yöntem ise antibiyotiklerdir. Alexander Flemming ilk antibiyotik olan penisilini 1928 yılında keşfettiğinde, yeryüzünde artık bakteri kalmayacağı düşünülüyordu. Ancak penisilinin yalnızca belli mikroplara karşı etkili olduğu ve bu mikropların da bir süre sonra direnç kazandığı zamanla anlaşıldı.

Bir tek dirençli bakteriden çok kısa bir süre içinde dirençli bir bakteri kolonisi ortaya çıkabilir. Bu olgunun evrimle bir ilgisi yoktur; çünkü bakterilere direnç sağlayan genler, mutasyonlar sonucunda sonradan oluşmamaktadır. Sadece, zaten var olan genler bakteriler arasında birbirlerine aktarılmaktadır.

Genetik Açıdan İnsanlar Arasında Irk Ayrımı Yoktur


Irk, toplumda kültürel, politik ve ekonomik bir kavramdır, ancak biyolojik bir kavram değildir...

​Genetik Açıdan İnsanlar Arasında Irk Ayrımı Yoktur

Özellikle son 10 yıldır genetik biliminde elde edilen bulgular, biyolojik açıdan insanlar arasında ırksal farklılıklar olmadığını ortaya çıkardı. Bilim adamlarının birçoğu ise bu konuda hemfikirdiler. Örneğin Atlanta'da yapılan Bilimin İlerlemesi Kongresi'nde (Advancement of Science Convention) bilim adamları şöyle bir açıklamada bulundular:

Irk, tarihe geçmiş olaylarla şartlandırılmış algılarımızın ürünü olan sosyal bir kurgudur. Hiçbir biyolojik gerçekliği yoktur. (Robert Lee Hotz, "Race has no basis in biology, researchers say," Los Angeles Times, 20 Şubat 1997 )

Genetik araştırmalarda, ırklar arasındaki genetik farklılıkların çok küçük olduğu, genlere bakılarak ırkların ayırt edilemeyeceği ortaya çıktı. Konu hakkında araştırma yapan bilim adamları aynı grup içinde yer alan insanlar arasında dahi genetik olarak %0.2 fark olduğunu belirtmektedirler. Irksal farklılıkları belirleyen deri rengi, göz şekli gibi özellikler ise bu %0.2'nin sadece %6'sını oluşturmaktadır. Bu da genetik olarak ırklar arasında sadece %0.012 fark olduğu anlamına gelmektedir.  (Susan Chaves Cameron, Journal of Counseling and Development, 76:277-285, 1998)  Diğer bir deyişle ırksal farklılıklar kesinlikle önemsiz denecek kadar azdır.

New York Times gazetesinin 22 Ağustos 2000 tarihli sayısında Natalie Angier imzasıyla yayınlanan "Do Races Differ? Not Really, DNA Shows" (Irklar Farklı mı? DNA'nın Gösterdiğine Göre Pek Değil) başlıklı yazıda bu son bulgular şöyle özetlenmektedir:

Bilim adamları uzun yıllar boyunca, toplum tarafından kabul edilen ırksal kategorilerin genetik düzeye yansımadığından şüphe ettiler.

Ancak, araştırmacılar -insan vücudunun- neredeyse her hücresinin kalbinde saklanan ve genetik materyalin tamamlayıcısı olan insan genomunu daha yakından inceledikçe, insanları "ırk" yoluyla birbirinden ayırt etmek için kullanılan standart etiketlerin çok az veya hiçbir biyolojik anlam ifade etmediğine daha fazla ikna oldular.

İlk bakışta bir kişinin Kafkasyalı, Afrikalı ya da Asyalı olup olmadığını söylemenin kolay olduğunu ancak, görünenin altındaki özelliklere inildiğinde ve genom, 'ırkın' DNA özellikleri için tarandığında bu kolaylığın ortadan kalktığını söylüyorlar. (Natalie Angier, "Do Races Differ? Not Really, DNA Shows", New York Times, 22 Ağustos 2000 )
İnsan Genomu Projesi'ni yürüten Celera Genomics Şirketi'nin başkanı J. Craig Venter da ırkın bilimsel değil sosyal bir kavram olduğunu söylemektedir.  (Natalie Angier, "Do Races Differ? Not Really, DNA Shows", New York Times, 22 Ağustos 2000 )  Dr. Venter ve National Institutes of Health'de çalışan bilim adamları, insan genomunun tüm dizisinin (sekansının) taslağını biraraya getirdiklerini ve sadece tek bir insan ırkı olduğu sonucuna vardıklarını belirtmektedirler.

Manhattan North General Hospital'ın başkanı Dr. Harold P. Freeman ise, biyoloji ve ırk konusundaki çalışmalarının sonucunu şöyle özetlemektedir:

Irk açısından konuştuğumuzda, genlerinizin yüzde kaçının dış görünümünüze yansıdığını sorarsanız, buna verilecek cevap %0.01 civarında olacaktır. Bu genetik yapınızın çok çok düşük düzeydeki bir yansımasıdır. (Natalie Angier, "Do Races Differ? Not Really, DNA Shows", New York Times, 22 Ağustos 2000 )
Aynı sonuca varan bilim adamlarından bir diğeri ise Washington Üniversitesi'nden biyoloji profesörü Alan R. Templeton'dır. Templeton farklı halklardan insanların DNA'larını analiz etmiştir. Analizler sonucunda, insan türünde çok fazla genetik varyasyon varken, bu varyasyonların çoğunun bireysel olduğunu gözlemlemiştir. Her ne kadar halklar arasında bazı varyasyonlar varsa da, bu varyasyonların çok küçük olduklarını belirlemiştir. Templeton vardığı sonuçları -evrime olan önyargılı inancını korumakla birlikte- şöyle özetlemektedir:

Irk, toplumda kültürel, politik ve ekonomik bir kavramdır, ancak biyolojik bir kavram değildir. Ne yazık ki birçok insan -genetik farklılıkların- insan ırkının özü olduğu gibi yanlış bir kanıya sahiptir... Ben konuya biraz objektiflik katmak istedim. Bu oldukça tarafsız analiz sonucuna göre, insanlığın birbirinden gerçekten farklı alt gruplara bölünmesi gibi birşey söz konusu değildir. (Genetically Speaking, Race Doesn't Exist In Humans http://www.eurekalert.org/pub_releases/1998-10/WUiS-GSRD-071098.php)

Templeton'ın elde ettiği sonuçlara göre, Avrupalılarla Aşağı Saharalı Afrikalılar arasında ve Avrupalılarla Melanezyalılar (Kuzey Doğu Avustralya adalarının sakinleri) arasındaki genetik benzerlik, Afrikalılarla Melanezyalılar arasında olduğundan daha fazladır. Oysa Aşağı Saharalı Afrikalılarla Melanezyalılar siyah derili olmaları, saçlarının cinsi, kafatası ve yüz şekilleri ile birbirlerine daha çok benzemektedirler. Bunlar bir ırkı tanımlarken kullanılan özelliklerdir, ancak genetik olarak bu insanlar birbirlerine daha az benzerler. Templeton bu bulgunun gösterdiği gibi, "ırksal özelliklerin" genlerde görülmediğini belirtmektedir. (Genetically Speaking, Race Doesn't Exist In Humans http://www.eurekalert.org/pub_releases/1998-10/WUiS-GSRD-071098.php)

Popülasyon genetikçileri Luca Cavalli-Sforza, Paolo Menozzi ve Alberto Piazza tarafından yazılan İnsan Genlerinin Tarihi ve Coğrafyası adlı kitapta da şu sonuca varılmaktadır:

Boy ya da deri rengi gibi dış özelliklerden sorumlu olan genler dışta tutulursa, insan "ırkları" derilerinin altında olağanüstü benzerdirler. Bireyler arasındaki çeşitlenmeler, gruplar arasındaki çeşitlenmelerden çok daha büyüktür. (Time, 16 Ocak 1995)
Kitap hakkında bir değerlendirmenin yer aldığı Time dergisinde ise konuyla ilgili olarak şunlar söylenmektedir:

Aslında bireyler arasındaki farklılık o denli büyüktür ki, ırk kavramının tümü genetik düzeyde anlamsız hale gelmektedir. Otoriteler, herhangi bir popülasyonun bir başkası karşısında genetik üstünlüğünün çığırtkanlığını yapan teorilerin "hiçbir bilimsel temeli" olmadığını söylüyorlar. Zorluklara rağmen bilimciler, efsane yıkıcı birtakım keşiflerde bulundular. Bunlardan biri daha kitabın kapağında yer alıyor: Dünyanın genetik çeşitliliğinin renkli haritasında, yelpazenin bir ucunda Afrika vardır, diğer ucunda da Avustralya. Avustralyalı Aborijinler ve Orta-Sahralı Afrikalılar deri rengi ve vücut biçimi gibi dış özellikleri paylaştıkları için, onların çok yakından ilintili oldukları geniş ölçüde kabul gördü. Ama genleri, farklı bir öykü anlatıyor. Avustralyalılar tüm insanlar içinde Afrikalılardan en uzak olanlardır ve komşuları olan Güneydoğu Asyalıları çok andırırlar. (Time, 16 Ocak 1995)

Prion Proteini Hakkında Aldatmacalar, Çaresiz Darwinistlerin Durumunu Kurtaramayacak


Hayatın kökeni konusu, Darwinistlerin en kapsamlı ve en temelden çöküşlerinin ilanıdır...

Geçtiğimiz günlerde BBC, Science, Scientific American, Discover, CBS gibi çeşitli internet sitelerinde yayınlanan bir haberde, “cansız prionların evrimleştiği” iddia ediliyordu. Bu olağanüstü derecede mantıksız iddia, söz konusu haberlerde sanki önemli bir bilimsel buluşmuş gibi verilmiş, bilimsel terimlerle süslenmiş açıklamalar sanki bir gerçekmiş gibi art arda sıralanmıştı. Amaç her zamanki gibi, prionların ne olduğundan dahi habersiz olan oldukça geniş bir kesimi karmaşık ifade ve anlatımlarla aldatmaya çalışabilmekti.

Hayatın kökeni konusu, Darwinistlerin en kapsamlı ve en temelden çöküşlerinin ilanıdır. Aynı zamanda bu konu, Darwinist yenilginin en büyük delilini teşkil ettiğinden, Darwinistler bu konuda gerçekten oldukça çaresiz bir durumdadırlar. Bu çaresiz durumu bertaraf edebilmek için uzun zamandır kendilerince çözüm arayışındadırlar. Yıllarca virüslerin evrimleştiğini iddia eden ve defalarca yalanlanan Darwinist kesim, şimdi de virüslerden çok daha küçük cansız yapılar olan “prionları” sahte teorilerine delil olarak vermeye çalışmaktadırlar. Bu iddianın geçersizliğini özetle şu şekilde açıklayabiliriz:

Prionlar, kısaca protein içeren oldukça küçük yapılardır. Bu yapılar bir canlı hücre içinde bulunmadıkları sürece tamamen cansızdırlar. Prionlar bir hücreye girdiklerinde, zararsız olabildikleri gibi, çeşitli hastalıklara da sebep olurlar. Deli dana hastalığı bu şekilde oluşan hastalıklardandır. Prionlar genellikle virüslere benzetilseler de aslında virüslerden farklıdırlar. Prionlar, virüslerin aksine proteinlerin ve enzimlerin yapısını belirleyen, böylelikle şekil ve gelişmeyi denetleyen bir DNA’ya sahip değildirler. En küçük virüslerden bile en az 100 kat küçüktürler.

Tıpkı, virüslerin evrim geçirmedikleri gibi prionlar da evrim geçirmezler. Darwinistler yıllarca virüslerin yapılarında meydana getirdikleri değişiklikleri evrim olarak lanse etmeye çalışmışlar ve bunu hayatın kökenine bir delil olarak sunmaya uğraşmışlardır. Oysa tüm Darwinist bilim adamları çok iyi bilirler ki, virüs, canlı bir yapı göstermediği için meydana gelen mutasyonlardan olumsuz şekilde etkilenmez. Aynı şekilde meydana gelen mutasyonlar virüsü geliştirmez de. Virüs, hiçbir zaman, mutasyonlar sonucunda başka bir yapıya dönüşmemiş, yeni organellere sahip olmamıştır. Virüs, içine girdiği hücreyi bozar, öldürür, fakat hiçbir zaman o hücreye yeni ve o hücreyi geliştirici bir genetik bilgi ekleyemez. Virüsler milyonlarca yıldır virüstür, uğradıkları sayısız mutasyona rağmen milyonlarca yıldır hiçbir değişim geçirmemişlerdir.

Virüsler konusunda büyük bir yenilgiye uğramış olan Darwinistler bu defa da hiçbir genetik bilgi barındırmayan prionları sahte iddialarına delil olarak kullanmaya çalışmaktadırlar. Oysa bu iddia, çok daha büyük imkansızlıklar içermektedir. Prion proteinleri, girdikleri hücrenin kromozomlarında bulunan genetik bilgiye göre sentezlenirler. Dolayısıyla bir hücre olmadan prionların varlıklarını sürdürmesi mümkün değildir. Açıkça görüldüğü gibi DNA’sı dahi olmayan tümüyle cansız bir yapı hakkındaki evrimleşme iddiası olağanüstü derecede mantıksız bir iddiadır. Bir hücre içinde proteinler nasıl sentezlenir ve katlanırlarsa, prionlar da hücre içinde aynı yöntemle sentezlenir ve katlanırlar. Kendi başlarına bir varlıkları, değişme yetenekleri yoktur.

Hastalık bulaşması evrimleşme değildir

Kimi zaman hastalıklı prion proteinleri, sağlıklı prion proteinleriyle karşılaştıklarında, çeşitli tepkimeler meydana gelir. Bunun sonucunda hastalık, sağlıklı prionlara bulaşır ve aynı zamanda yeni üretilen prionlar da hastalık taşıyıcı hale gelirler. Bu, hastalığın yaygınlaşmasıdır. Beyindeki hastalıklı prion proteinleri alınıp bir başka dokuya nakledilirse, o dokudaki sağlıklı prion proteinlerine de etki edecek ve onları hastalıklı hale getirecektir. Darwinistler işte prionlarla ilgili sahte iddialarına, çaresizlikten, bu hastalık bulaşması olayını delil göstermeye çalışırlar. Oysa burada bir mutasyon veya bir evrimleşme söz konusu değildir, sadece hastalıklı prionun hastalığı yayması durumu söz konusudur.

Prion proteinlerinin bu açıdan virüslere benzediği iddiası da aynı şekilde bir aldatmacadır. Virüsler, doğrudan hücrenin çekirdeğinde genetik bilgiye müdahale ederek kendilerini çoğaltırlar. Oysa hastalıklı prion proteinleri, genetik bilgiye etki ederek çoğalamazlar. Onlar yalnızca sağlıklı prion proteinlerinin yapılarını bozar ve onları hastalıklı hale getirirler. Bu durum evrim değildir, sadece sağlıklı bir prion proteini hastalıklı hale gelmiştir, o kadar. (Daha önce belirttiğimiz gibi virüslerin söz konusu faaliyetleri de bir evrimleşme değildir)

Prion proteininin nasıl sentezleneceği, zaten insan hücresinin 20. kromozomundaki genlerde şifrelenmiş durumdadır. Yani Yüce Allah, hücreyi de, onun içindeki proteinin sentezleneceği bilgiyi de beraber yaratmıştır. Darwinistler, hücrenin içindeki kodlu bu bilginin en küçük zerresini dahi açıklayamamaktadırlar. Darwinistler, hücrenin içindeki tek bir proteinin nasıl ortaya çıktığını açıklayamamaktadırlar. Darwinistler, prion proteinleri hakkında pervasızca sahte iddialarda bulunurken, DAHA HENÜZ PRİON PROTEİNİNİN ORTAYA ÇIKIŞINI BİLE AÇIKLAYAMAMAKTADIRLAR.

Dolayısıyla “Darwinistlerin DNA olmadan evrimi ispatladık” hezeyanları çok ciddi bir hezimetin, müthiş bir çaresizliğin ifadesidir, çok büyük bir aldatmacadır. Darwinistlerin böyle bir iddiada bulunabilmesi için önce proteinin, bir DNA’nın nasıl ortaya çıktığını gösterebilmeleri gerekmektedir. BUNU ASLA YAPAMADIKLARINDAN, TEK BİR PROTEİN ONLARI TAMAMEN ÇIKMAZDA BIRAKTIĞINDAN, ancak aldatmacaya dayanırlar. Bu, Darwinistlerin 150 yıldır kullandıkları ikiyüzlü yöntemin bir başka örneğidir.

Bilimin Darwinizm’i ortadan kaldırışı dünya çapında Darwinizm yanlılarını oldukça zavallılaştırmıştır. Darwinist yayınların çaresiz çırpınışları da bu batıl dinin sonunun geldiğini belgelemektedir. Darwinistlerin; prionlar, proteinler, DNA’lar üzerinden bir şeyler ispatlamaya çalışmaları artık onları oldukça komik duruma düşürmektedir. Yaşamın muhteşem, sanatkarane varlığı, daima bu sapkın dinin takipçilerini yenilgiye uğratacaktır. RABBİMİZ OLAN ALLAH’IN ÜSTÜN SANATINDAKİ TEK BİR DETAY DAHİ, BATIL TÜM AÇIKLAMALARI YERLE BİR EDECEK MUHTEŞEMLİKTE VE GÜÇTEDİR. 

Darwinistler, ''Darwinizm İle Allah İnancı Çelişmez'' Aldatmacasını Telkin Ederler


Evrim teorisinin iddiasının aksine, çevremizi saran her bir yaratılış delili kainatta tesadüfe asla yer olmadığını insanlara kanıtlamıştır...

Darwinizm'in temelini materyalizm oluşturur. Materyalizm yanılgısına göre madde sonsuzdur ve maddenin üzerinde herhangi bir güç yoktur. Bir başka deyişle materyalizm, tüm evreni oluşturan madde üzerinde ona hakim olan, onu sürekli kontrolü altında tutan üstün bir Yaratıcı'nın varlığını reddeder. (Allah'ı tenzih ederiz.) Maddenin mutlak varlığı ön kabulüyle ortaya atılmış olan Darwinizm'i ayakta tutma çabasının, bu çaba için bütün aldatmacaların, sahtekarlıkların göze alınmasının tek nedeni, tüm varlıkları üstün ve güçlü bir Yaratıcı'nın yarattığı gerçeğinin kabul edilmesini engellemeye çalışmaktır. Darwinistler son 150 yıldır bu çabanın peşinde olmuşlar, bunun için mücadele etmişlerdir. Darwinizm'in sahte bir din olarak benimsenmesinin en büyük sebebi işte budur.

Ancak bu gerçek insanlardan genellikle gizlenir, çünkü bu durum geniş halk kitlelerinin Darwinizm'e sempati duymasını engelleyecektir. Özellikle Allah'a iman edip derin bir saygı duyan, inançlı insanlar üzerinde olumsuz bir etki uyandıracaktır. Darwinizm'in Allah inancına karşı bir teori olması, Darwin döneminde de dindar kesimlerinin tepkisini çekmiş, teori dönemin insanları tarafından kolay benimsenmemiştir. Benimsenmeye başlanması, Darwinist telkinler ve propagandalar sonucunda olmuştur. fiu anda da okullarda insanın maymundan geldiğini, dinozorların havalanıp uçmaya başladığını öğrenen insanlar, evrim teorisinin zararsız bilimsel bir teori olduğu kanısındadırlar genellikle. Teorinin gerçek yüzünden ise habersizdirler. Dünya üzerindeki dinsizliğin, dikta yönetimlerinin, savaşların, katliamların, zalimliğin, dejenerasyonun, terörün, ülkemizde Mehmetçiğimizin şehit edilmesinin temel sebebinin bilimsellikten uzak bu sapkın teori olduğunu bilmemektedirler.

Darwinistler de savundukları dogmanın gerçek yüzünü gizlemeye çalışırlar. İşte bu nedenle, Allah'a iman eden kitleleri yönlendirebilmek, Darwinizm'i kendilerince zararsız gösterebilmek ve onların da desteğini kazanabilmek için Darwinizm'in dinle çelişmediği yalanını yaymaya çalışırlar. Bu yolla taraftar kazanacaklarına ve evrim teorisi karşısında yapılan fikri mücadelenin daha zayıflayacağına inanmaktadırlar. Bu amaçla ortaya attıkları "evrimsel yaratılış" yalanı, son derece mantıksız ve tutarsız olmasına rağmen, el altından desteklenmekte, Darwinistler tarafından sürekli gündeme getirilmektedir. Hatta bunun için, Darwin'in kendisinin bile dindar bir kişiliğinin olduğu aldatmacasına başvurulmaktadır. Ateist ve Darwinist Richard Dawkins, bu konuda görev yapan bir Darwinist lobinin varlığını şu sözlerle itiraf etmektedir:

Özellikle oluşturulmuş bir çeşit evrimi koruma lobisi var. Bunların büyük bir çoğunluğunu ateistler oluşturuyor. Ama bu kişiler, gözü dönmüş şekilde, ortalı ve makul dindarlarla dost olmak istiyorlar. Ve bunu yapabilmenin tek yolu, evrim ile din arasında hiçbir uyuşmazlık olmadığını söylemektir.

Oysa evrim ile din hiçbir şartta hiçbir şekilde bağdaşamaz. Darwinistler, kendileri Allah'a inanmadıkları, tesadüfleri ilahlaştırdıkları (Allah'ı tenzih ederiz), yaratılış gerçeğine tamamen karşı oldukları ve bu uğurda mücadele yürüttükleri halde, bir anda Allah'ın kainatı evrimle yarattığı aldatmacasının en büyük savuncusu haline gelirler. Oysa Darwinistler, materyalizme olan bağlılıkları nedeniyle, Allah inancını hiçbir zaman kabul etmezler. Darwinist olmak, Allah inancını reddetmeyi de beraberinde getirir. Bir insanın, bilimsel hiçbir delili olmayan, tesadüfleri ilahlaştıran bu pagan dininin destekçisi olmasının tek nedeni Allah'ın varlığını reddedebilmektir (Allah'ı tenzih ederiz). Ve Darwinistlerin, insanları Allah inancından uzaklaştırabilmek için yapmayacakları şey yoktur.



İşte bu sebeple, bu aldatmacaya karşı dikkatli olunmalıdır!

Gazeteci Larry Witham, Darwinizm'in sahte bir din olduğunun açıklandığı ve Darwinist diktatörlüğün baskı ve dayatmalarının anlatıldığı Expelled "No Intelligence Allowed" belgeselinde konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır:

Evrim teorilerinin tümünde kesin olarak iddia edilen şey, ya Allah'ın olmadığı (Allah'ı tenzih ederiz) veya Allah'ın, yarattıkları üzerinde hiçbir kontrolü olmadığıdır (Allah'ı tenzih ederiz). Bu sebeple, doğal olarak, pek çok evrimcinin de söylediği gibi, evrim, ateizm için en güçlü araçtır.

İşte Darwinistler, Allah inancını kesin olarak reddettikleri halde, insanlara karşı bu çirkin oyunu oynarlar. Oysa bu çirkin aldatmacaya inananlar, şu gerçeği düşünememektedirler: Yüce Allah kuşkusuz tüm varlıkları çeşitli vesilelerle yaratmaya kadirdir. Rabbimiz, dilerse canlıları evrimi vesile edip de yaratabilirdi. Fakat böyle yaratmamıştır. Tüm varlıklar, yeryüzü üzerinde yoktan var olmuşlar, yoktan yaratılmışlardır.

Fakat Kuran'da evrime işaret eden tek bir ayet dahi yoktur. Kuran'a göre tüm evren ve canlılar, Rabbimiz'in "Ol" emri ile yaratılmıştır. Allah, indirdiği tüm ilahi dinler ile insanlara, tüm kainatı yoktan, tek bir emir ile yarattığını ve ona dilediği biçimde şekil verdiğini bildirmiştir. Nitekim yeryüzündeki delillere baktığımızda da yaratılışın, Kuran'da tarif edildiği şekilde olduğunu görürüz. Bulunan her canlı fosili mükemmeldir. Aniden, mükemmel görünümleriyle ortaya çıkmış ve hiçbir değişime uğramamışlardır. Canlılar, milyonlarca yıl boyunca değişmemişlerdir. Canlılığın cansızlıktan oluşma ihtimali yoktur. Tek bir proteinin bile tesadüfen var olması imkansızdır. Olağanüstü komplekslikteki canlı türlerinin birbirine dönüşümleri gibi bir iddia, bilimsellikten tamamen uzaktır. Bir canlıya yepyeni, faydalı bir bilgi ekleyecek bir mekanizma yoktur. Bilim, tüm canlıların proteinlerine, hatta atomlarına kadar muhteşem bir kompleksliğe sahip olduklarını, aniden ortaya çıktıklarını ve birbirlerine dönüşmediklerini kesin ve reddedilemez delillerle ortaya koymuştur. Dolayısıyla Allah'ın evrimle yarattığına dair bir iddia, büyük bir yalandır, Darwinist aldatmacanın bir parçasıdır. (Konuyla ilgili detaylı bilgi için bakınız, Harun Yahya, Kuran Darwinizm'i Yalanlıyor)

Günümüzde bilim, materyalist-evrimci iddianın geçersizliğini göstermektedir. Evrim teorisinin iddiasının aksine, çevremizi saran her bir yaratılış delili kainatta tesadüfe asla yer olmadığını insanlara kanıtlamıştır. Eğer yeryüzünde Allah'ın evrimi vesile ederek yarattığına dair deliller bulunmuş olsaydı ve Allah Kuran'da bunu bize bildirseydi, "Rabbimiz evrimle yaratmış" düşüncesi elbette inananlar tarafından hemen kabul edilir ve savunulurdu. Ancak Allah Kuran'da "Ol" emriyle yarattığını haber vermektedir ve evrimle yaratışa dair hiçbir ayet yoktur. Üstelik, kesin ve net olarak evrime dair tek bir bilimsel delil bulunmamaktadır. fiu durumda gerçekler açıktır. Göklerin, yeryüzünün ve tüm canlı varlıkların incelenmesi ile ortaya çıkan her detay Allah'ın büyük güç ve kudretinin birer delili niteliğindedir. Tüm varlıklar, ulu Rabbimiz Allah'ın emri ile bir anda, yoktan yaratılmışlardır. Kuşkusuz yaratmak için Allah'ın sebeplere ihtiyacı yoktur. (Allah'ı tenzih ederiz.) Darwinistlerin kavramaları gereken en önemli nokta budur.

İnsanın ve canlıların evrimle meydana geldiğini iddia edenler, nurdan yaratılmış meleklerin, ateşten yaratılmış cinlerin oluşumunu elbette ki evrimle açıklayamazlar. Allah'ın kadrini takdir edemeyen, Allah'ın tüm sebeplerden münezzeh olduğunu fark edemeyen ve Rabbimiz'in her şeyi sadece "Ol" emriyle yarattığını kabul edemeyen insanlar için meleklerin ve cinlerin varlığı, tüm sahte iddiaları ortadan kaldırır. Çünkü cinlerin ve meleklerin varlığı şu açık gerçeği ortaya çıkarır: Melekler ve cinler evrimle yaratılmadıkları gibi, insan da evrimle yaratılmamıştır.

Darwinizm'i körü körüne savunanlar, Kuran'da belirtilen Hz. Musa (a.s.)'ın asasının yılana dönüşmesini ve Hz. İsa (a.s.)'ın çamurdan yaptığı kuşun canlanmasını asla açıklayamazlar.

Hz. Musa (a.s.)'ın dayanıp ağaçtan yaprak düşürdüğü asası, Allah'ın emri ile bir anda canlı, üreyen, beslenen, mükemmel, tam ve kusursuz bir yılan haline gelmiştir. Bir tahta parçası, Allah'ın dilemesiyle anında mükemmel bir yılana dönüşmüştür. Bu delil, Kuran'da evrim teorisine delil olduğu iddiasını kesin olarak ortadan kaldırmaktadır.

Hz. İsa (a.s.)'ın çamurdan yaptığı kuş, Allah'ın izni ve dilemesiyle bir anda canlı, mükemmel, tam ve kusursuz kanat yapısı ile uçabilen, üreyebilen, beslenebilen kuşa dönüşmektedir. İşte bu yoktan yaratılış, Darwinistlerin asla açıklamasını yapamayacakları büyük bir mucizedir. Ve yeryüzündeki tüm canlıların yoktan yaratılışına bir delildir.

Tüm bunların ortaya koyduğu açık bir sonuç vardır. Evrim ile Allah inancıyla çelişmediğini iddia eden Darwinistler, aslında dindar insanları büyük bir aldatmacaya sürüklemeye çalışmakta, onların samimi inançlarını istismar etmek için uğraşmaktadırlar. Bugün Allah inancının karşısındaki en büyük tehlikelerden ve en büyük karşıtlardan biri Darwinizm'dir. Darwinizm doğrudan Allah inancına karşı mücadele halinde olan deccalin en etkili ve en geniş çaplı oyunudur. Allah inancına sahip samimi dindarların, bu tehlikeyi görüp buna karşı yoğun bir ilmi faaliyet içinde olmaları gerekmektedir. Bu büyük tehlikeyi zararsız sanıp onun destekçisi olmak, tehlikeyi daha da büyütecek, Allah inancına karşı mücadele halinde olan tehlikeli bir akıma destek sağlayacaktır. Unutulmamalıdır ki, Darwinizm, sahte ve sapkın bir pagan dinidir ve yegane amacı, insanları dinsizliğe sürüklemektir.

Moleküler Saat Yanılgısı


Moleküler saat kullanılarak elde edilen veriler ve kurulan soy ağaçları fosil kayıtları ile büyük bir tutarsızlık gösterir...

UBA'nın evrim teorisine delil olarak gösterdiği konulardan bir diğeri de "moleküler saat" tezidir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 19) Moleküler saat tezi 1970'lerin ortalarında ileri sürüldü. Bu tez, birbiriyle evrimsel akraba sayılan canlı türleri arasındaki genetik farklılığın, bu canlı türlerinin fosil kayıtlarından tespit edilen "ayrışma" süreleri ile kıyaslanmasıyla belirli bir "evrim hızı" hesaplanabileceğini varsayıyordu. Örneğin tüm memelilerin ortak bir atadan evrimleştiği varsayılırsa, at ile kangurunun ortak atasının 70 milyon yıl kadar önce yaşadığı varsayılıyor, sonra bu iki canlı arasındaki genetik farklılık 70 milyon yıla bölünerek zaman içindeki "evrimleşme hızı" tespit ediliyordu. 

Buna göre, bir genin veya bir proteinin ortalama evrimleşme hızı "moleküler saat" olarak adlandırılır. Evrimciler, moleküler saatin canlılar arasındaki evrimsel ilişkiyi ortaya koyduğunu, türlerin birbirlerinden ne zaman ayrılmaya başladıklarını ve tüm olayların gerçek zaman dizinlerini saptamada yardımcı olduğunu öne sürmektedirler. 

Ancak, ilk ortaya atıldığında evrimciler tarafından büyük bir heyecanla benimsenen ve Yaratılışçılara karşı büyük bir koz olarak görülen bu tezin, evrimcilerin elindeki tüm verilerle, özellikle moleküler evrim teorileri ve paleontolojik bulgular ile çeliştiği kısa süre içinde ortaya çıkmıştır. 

Moleküler saat kullanılarak elde edilen veriler ve kurulan soy ağaçları fosil kayıtları ile büyük bir tutarsızlık gösterir. Örneğin antropologlar, fosil kayıtlarına dayanarak maymun ve insan nesillerinin en az 15 milyon yıl önce birbirlerinden ayrıldıklarını öngörmektedirler, ancak "moleküler saat" tezi uyarınca bu ayrılmanın 5 ile 10 milyon yıl öncesi bir dönemde meydana gelmesi gerekmektedir. (Philip Johnson, Darwin on Trial, Intervarsity Press, 1993, s. 99)

Daha yakın dönemlerde, sadece anneden kız çocuğuna geçen mitokondriyal DNA üzerinde yapılan analizler sonucunda günümüz insanının 200.000 yıldan daha kısa bir süre önce Afrika'da yaşayan bir kadının torunları olduğu öne sürülmüştü. Ancak antropologlar bu sonucu kabul etmediler, çünkü bu durumda 200.000 yıldan daha yaşlı tüm Homo erectus ve sonrası fosilleri yok saymak durumunda kalacaklardı. (Philip Johnson, Darwin on Trial, s. 99)

Moleküler saat yönteminin güvenilir olmadığının en açık göstergelerinden biri ise, 1996 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makalede aktarılmaktadır. Söz konusu makalede biyokimyacı Russell Doolittle ve ekibinin, moleküler saat yöntemi ile çekirdekli tek hücreli canlıların (ökaryotların) bakteri gibi çekirdeksiz canlılardan (prokaryotlardan) 2 milyar yıl önce ayrıldıklarını öne sürdüğü belirtilmektedir. Ancak evrimci mikrobiyolog Norman Pace ise farklı bir saat kullanarak aynı olayın 4 milyar yıl önce gerçekleştiğini öne sürmüştür. (Oysa yeryüzündeki yaşamın 3.7 milyar yıldan daha geriye gitmediği kabul edilmektedir.) Mikrofosil uzmanı William Schopf ise, her iki sonucu da reddetmiş ve en eski bakteri fosillerinin Doolitle'ın verdiği tarihten 1.5 milyar yıl önce bulunduğunu iddia etmiştir. Doolitle ise onun bu iddiasına karşı, bu fosillerin gerçek olup olmadıklarının şüpheli olduğunu belirtmiştir. (Science, Vol. 271, 26 Ocak 1996, s. 448, 470-477)  Görüldüğü gibi moleküler saat kullanılarak elde edilen veriler hem kendi içlerinde hem de fosil kayıtları ile açıkça çelişmektedirler. 

Biyokimyager Schwabe ve Warr da, yaptıkları relaxin (hamileliğin son günlerinde salgılanan bir hormon) analizlerinin "evrimsel saat modeli"ne uymadığını belirtmektedirler. (Schwabe & Warr, A Polyphyletic View of Evolution: The Genetic Potential Hypothesis, 27 Perspectives in Biology & Medicine 465, 471 (1984))

Araştırmacılar Vawter ve Brown tarafından yapılan DNA analizleri ise evrimcilerin beklentilerinin tamamen dışında sonuçlar vermiştir ve bu nedenle bu araştırmacılar moleküler saat hipotezinin tamamen terk edilmesi için çağrıda bulunmaktadırlar: 

Mitokondriyal DNA ve çekirdeğe ait DNA sapmalarının göreceli oranlarındaki uyuşmazlık, mitokondriyal DNA ve çekirdeğe ait DNA'nın ait oldukları genomların işlediği denetimler ve sınırlamaların birbirinden bağımsız olarak evrimleştiklerini ortaya koyar ve fosil tarihlendirmesinden bağımsız, DNA evriminin genelleştirilmiş moleküler saat hipotezinin, reddedilmesi adına sağlam bir delil sağlar. (Vawter & Brown, "Nuclear and Mitochondrial DNA Comparisons Reveal Extreme Rate Variation in the Molecular Clock", 234, Science 194, 1986.)

Moleküler saate göre elde edilen sonuçların güvenilir olmadığını, görüldüğü gibi evrimci araştırmacılar da kabul etmektedirler. 

Moleküler saat tezinin güvenilir bulunmamasının bir başka nedeni ise, canlı türlerinin birbirlerine moleküler açıdan uzaklıklarını ölçmek için kullanılan tekniklerin yetersiz olmasıdır. İsveç Doğa Tarihi Müzesi'nden Prof. Dr. James S. Farris bunu şöyle açıklar: 

Öyle görünüyorki çıkartılabilecek tek genel sonuç moleküler uzaklık verisinin analizi için kullanılan mevcut tekniklerin, hiçbir şeyinin tatmin edici olmadığıdır...

Bilinen genetik uzaklık ölçütlerinin hiçbiri mantıklı savunması yapılabilecek bir metod sağlayamaz ve elektroforetik verinin analiz edilmesi için tamamen farklı yaklaşımların benimsenmesi gerekli görülmektedir...(Farris, Distance Data in Phylogenetic Analysis, in Advances in Cladistics 3, 22, (V. Funk & D. Brooks editörler. 1981))

Farris'in söz konusu tekniklere getirdiği eleştiriler itibar görmektedir, çünkü moleküler uzaklığı ölçmek için en çok kullanılan tekniklerden birini kendisi geliştirmiştir. 

Münih Teknik Üniversitesi Mikrobiyoloji Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Siegfried Scherer ise moleküler saat tezinin geçersizliğini şöyle vurgular:

Genellikle deneysel biyolojide uygulanan kuvvetli talepler göz önüne alındığında, (moleküler saat) konseptinin neden bu kadar uzun bir süre varlığını devam ettirdiğini anlamak güçtür. Ne filogenetik ayırımların tarihinin saptanması için bir gereç ne de herhangi bir belirli filogenetik hipotez için güvenilir destekleyici bir delil olarak kullanılabilir... Protein dizilimleri konusunda güvenilir bir moleküler saat var olmamış görünmektedir... Moleküler saat hipotezinin reddedilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. (S. Scherer, "The Protein Molecular Clock: Time For A Reevaluation" in Evolutionary Biology, Vol. 24, edited by hecht, Wallace, and Macintyre, Plenum Press 1990, s. 102-103)

Kısacası, evrimcilerin "moleküler saat"i çalışmamaktadır. Denton'a göre moleküler saat kavramı "durumu kurtarmaya yönelik bir totolojiden" ibarettir. Denton, evrim teorisini bu konuda şöyle eleştirmektedir:

Evrimsel paradigmanın ön yargılı davranışı öylesine güçlüdür ki, ciddi bir yirminci yüzyıl bilimsel teorisinden çok orta çağa ait bir astroloji prensibine benzeyen bir düşünce, evrimsel biyologlar için bir gerçeklik haline gelmiştir. (Michael Denton. Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 306)

Her ne kadar moleküler saat kavramı, olağanüstü bilimsel ve teknik bir görünüm sunsa da, gerçekte Denton'ın da belirttiği gibi kısır döngü bir mantığın ürünüdür ve hiçbir şeyi açıklamaz. Çünkü moleküler saati kurabilmek için, önce canlıların ortak bir atadan türedikleri iddiasını kabul etmek gerekir. Evrimciler önce bu ön kabul ile moleküler saati kurmakta, sonra da UBA yazarlarının yaptıkları gibi bu saati ortak bir atadan türeyişin delili gibi göstermektedirler. Philip Johnson evrimcilerin bu son derece bilimsel (!) görünümlü ama gerçekte içi boş tez ile insanları nasıl etkilemeye çalıştıklarını şöyle açıklar:

Darwinciler düzenli olarak moleküler saat bulgularının "evrimin bir gerçek olduğunun" tartışılamaz kanıtı olduğundan bahsederler. Saat tam da bilim adamı olmayanların gözünü korkutacak türden bir şeydir: ürkütücü şekilde tekniktir, sihir gibi işler ve etkileyici şekilde kesin sayısal değerler verir. Darwin tarafından, hatta Neo-Darwinist sentezin kurucuları tarafından bile bilinmeyen bir bilim dalından gelmektedir ve bilim adamları, (moleküler saatin) onların bize bunca zamandır söylediklerini bağımsız bir şekilde onaylar nitelikte olduğunu söylemektedirler. (Philip Johnson, Darwin On Trial, s. 99)

Johnson'ın da belirttiği gibi, moleküler saat tezi ile ilgili insanlarda büyü etkisi yapan, karmaşık görünümlü hesaplar, insanların bu tezin olağanüstü gerçekleri açıklayan, bilimsel bir tez olduğuna inanmasını sağlar. Oysa, yukarıda da açıklandığı gibi, moleküler saat kavramı kısır döngü içindeki bir mantığın içine yerleştirilmiştir; evrim teorisine delil sağlamak gibi bir özelliği bulunmamaktadır. UBA yazarları, kitapçık boyunca sürdürdükleri "Belki inanırlar" mantığını bu bölümde de sürdürmüş, "sözde delilleri" art arda sıralamışlardır.

Sözde Genlerin Evrim Teorisine Delil Oluşturdukları Yanılgısı


Evrimcilerin, sözde genleri ortak bir atadan türeyişin delili olarak görmelerinin nedeni, onları DNA'da mutasyonlar tarafından oluşturulan hatalar olarak düşünmeleridir...


UBA'nın evrim teorisine moleküler biyolojiden delil olarak gösterdiği konulardan bir diğeri ise işlevsel olmadıkları iddia edilen ve "sözde genler" (pseudogenes) olarak adlandırılan DNA dizileridir. (Bilim ve Yaratılışçılık, s. 19)

Bilindiği gibi bir canlının vücudundaki proteinler, genlerde kodlu olan bilgi kullanılarak üretilir. Sözde genler ise, protein üretiminde veya bir başka fonksiyonda rol oynamadıkları varsayılan, dolayısıyla "işlevsiz" olarak kabul edilen DNA dizileridir. 

Sözde genler kavramı, aslında DNA'da işlevsiz kısımlar bulunduğunu iddia eden "Junk DNA" (Hurda DNA) tezinin bir parçasıdır. Ancak bu tezin tümüyle çürük olduğu, 1990'ların ikinci yarısından itibaren elde edilen bir dizi bulgu ile ortaya çıkmıştır. Çünkü işlevsiz ("junk") olduğu iddia edilen DNA dizilerinin hücre ve vücut için son derece önemli işlevler üstlendikleri bir bir ortaya çıkmıştır. En son olarak 1992 yılı sonunda elde edilen bulgular, "Junk DNA olarak tanımlanan genlerin, aslında vücudun genel yapısı ve diğer genlerin ne zaman aktif veya pasif hale getirileceğinin bilgisi gibi son derece hayati kodlar içerdiklerini ortaya koymuştur. Washington Post gazetesinin yazdığına göre, "bilim adamları, yeni keşiflerin Junk DNA kavramının tamamen terk edilmesine yol açmaya aday olduğunu" söylemektedirler. (Justin Gillis, "Junk DNA' Contains Essential Information", Washington Post, Çarşamba, 4 Aralık 2002)

Öte yandan eğer gerçekten hücre içinde "sözde genler" (pseudogenes) var olsa bile, bunların evrim teorisine kazandırdığı herhangi bir şey yoktur. 

Evrimcilerin, sözde genleri ortak bir atadan türeyişin delili olarak görmelerinin nedeni, onları DNA'da mutasyonlar tarafından oluşturulan hatalar olarak düşünmeleridir. Farklı canlı türlerinde benzer hataların meydana gelmesinin ise imkansız olduğunu, dolayısıyla bu hataların evrim süreci boyunca yeni türlere aktarıldığını öne sürmektedirler. Oysa bu iddiayı çürüten birçok delil bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:

1. Bazı gen bölgeleri mutasyona daha elverişlidir. Dolayısıyla farklı canlı türlerinde aynı gen bölgelerinin mutasyona uğramış olması şaşırtıcı değildir ve ortak bir atadan türemeyi gerektirmez. 

2. Fonksiyonsuz olduğu iddia edilen sözde genlerin fonksiyonları olduğuna dair deliller, başta belirttiğimiz gibi, giderek artmaktadır.

3. Sözde genlere bağlı olarak kurulan filogenetik ağaçlar hem kendi içlerinde hem de diğer filogenetik ağaçlarla çelişkilidir.

1. Mutasyona daha elverişli olan gen bölgeleri, evrimcilerin sözde genler hakkındaki iddialarını geçersiz kılmaktadır

Birçok gende ve sözde gende "popüler mutasyonel noktalar" bulunduğu tespit edilmiştir. (Usdin, K. and Furano, A.V., "Insertion of L1 elements into sites that can form non-B DNA", J. Biological Chemistry 264:20742, 1989. Q. Feng, . et al., Human L1 retrotransposon encodes a conserved endonuclease required for retrotransposition, Cell 87:907-913, 1996.) Bunun anlamı şudur: DNA dizilerinin bazı bölgeleri, mutasyona uğramaya diğerlerine göre daha elverişlidir ve bunlar organizma üzerinde etkisi olmayan mutasyonlardır. Dolayısıyla, farklı canlıların DNA'sında bu bölgelerin mutasyona uğramış olması ve aynı nükleotidlerin değişmesi olası bir durumdur. Sırf bu benzer mutasyonlar dolayısıyla bu canlıların ortak bir atadan türediklerini iddia etmenin bir mantığı yoktur. (R. M. Menotti, W. T. Starmer, D. T. Sullivan, Characterization of the structure and evolution of the Adh region of Drosophila hydei, Genetics 127:355-366. 1991.) 

2. Fonksiyonsuz olduğu iddia edilen sözde genlerin fonksiyonları olduğuna dair deliller giderek artmaktadır

Evrimcilerin, sözde genleri evrim teorisine delil olarak göstermelerinin nedeni, bu genlerin işlevsiz olduklarını varsaymalarıdır. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi işlevsiz oldukları sanılan birçok sözde genin gerçekte işlevsel olduğu anlaşılmıştır. Bu yöndeki deliller ise giderek artmaktadır. Ayrıca, bazı bilim adamlarının da belirttiği gibi, herhangi bir deney ortamında bu DNA dizilerini protein kodlarken gözlemlememiş olmak, onların böyle bir yetenekleri olmadığını göstermemektedir. Nitekim, Leeds Üniversitesi Moleküler Tıp Bölümünden A. J. Mighell bu konuda şöyle der:

Bu ve diğer örneklerde bir genin kesin olarak sözde gen veya gen olup olmadığını söylemek mümkün değildir. Böyle bir tespit için analizin uygun zaman ve yerde ve uygun koşullarda yapılmamış olması mümkündür. (A.J. Mighell., Vertebrate pseudogenes, FEBS Letters 468:113, 2000.)

Zuckerkandl, Latter ve Jurka ise, sözde genlerin işlevsiz oldukları iddiasının somut bir gerçek gibi kabul edilmesini şöyle eleştirir:

Bazı yayınlarda, protein ya da işlevsel RNA kopyaladıkları bilinmeyen DNA'dan, özellikle sözde genlerden, sanki işlevsizlikleri ispatlanmış bir gerçekmiş gibi, işlevsiz DNA olarak bahsedilmektedir. (E. Zuckerkandl, et al., "Maintenance of function without selection", J. Molecular Evolution 29:504, 1989.)

Nitekim daha önceleri işlevsiz olarak kabul edilen ve en bilinen sözde gen gruplarından biri olan Alu'nun gerçekte işlevsel olduğu yakın bir zaman önce delillendirilmiştir. (L.K. Walkup, " Junk DNA", CEN Tech. J. 14(2):18-30, 2000.; K.H. Hamdi, et al., Alu-mediated phylogenetic novelties in gene regulation and development, J. Molecular Biology 299(4):931-939, 2000.) Ayrıca bazı sözde genlerin DNA'yı tersine kopyalayan RNA ile birbirlerini etkiledikleri düşünülmektedir. (J.R. McCarrey veA.D. Riggs, Determinator-inhibitor pairs as a mechanism for threshold setting in development: a possible function for pseudogenes, Proc. Nat. Acad. Sci. USA 83:679-683, 1986.) Bazı sözde genlerin ise, genetik çeşitlilik oluşturmak için bilgi kaynağı olarak fonksiyon gösterdiklerine inanılmaktadır. (M. E. Fotaki ve K. Iatrou, 1993, Silk moth chorion pseudogenes: hallmarks of genomic evolution by sequence duplication and gene conversion. Journal of Molecular Evolution 37:211-220 ; A. Wedell ve H. Luthman. 1993. Steroid 21-hydroxylase (P450c21): a new allele and spread of mutations through the pseudogene. Human Genetics 91:236-240) 

Sözde gen dizilerinin bazı kısımlarının fonksiyonel genlere kopyalandıkları ve fonksiyonel dizinin değişik biçimlerini ürettikleri düşünülmektedir. Bu olgu birçok kereler rapor edilmiştir. Bazı örnekler arasında fındık faresi (E. Selsing, J. Miller, R. Wilson ve U. Storb. 1982. Evolution of mouse immunoglobulin lambda genes. Proceedings, National Academy of Sciences 79:4681-4685) ve kuş(Reynaud, C-A., A. Dahan, V. Anquez and J-C. Weill. 1989. Somatic hyperconversion diversifies the single VH gene of the chicken with a high incidence in the D region. Cell 59:171-183. ) immunoglobulinleri, fare histon genleri  (T. J Liu, L. Liu, ve W. F. Marzluff. 1987. Mouse histone H2A and H2B genes: four functional genes and a pseudogene undergoing gene conversion with a closely linked functional gene. Nucleic Acids Research 15:3023-3039.) , ve atların globin genleri  (J. Flint, A. M. Taylor ve J. B. Clegg. 1988. Structure and evolution of the horse zeta globin locus. Journal of Molecular Biology 199:427-437.), ve insanın beta globin genleri (S. M. Fullerton, R. M. Harding, A. J. Boyce ve J. B. Clegg. 1994. Molecular and population genetic analysis of allelic sequence diversity at the human beta-globin locus. Proceedings of National Academy of Sciences 91:1805-1809.) bulunmaktadır. 

Bazı sözde genlerin ise gen tanzimi ile ilişkili olduğu gözlemlenmiştir. (M. Singh, ve G. G. Brown. 1991. Suppression of cytoplasmic male sterility by nuclear genes alters expression of a novel mitochondrial gene region. Plant Cell 3:1349-1362.; Assinder, S. J., P. De Marco, D. J. Osborne, C. L. Poh, L. E. Shaw, M. K. Winson and P. A. Williams. 1993. A comparison of the multiple alleles of xylS carried by TOL plasmids pWW53 and pDK1 and its implications for their evolutionary relationship. Journal of General Microbiology 139(3):557-568.; Koonin, E. V., P. Bork and C. Sander. 1994. A novel RNA-binding motif in omnipotent suppressors of translation termination, ribosomal proteins and a ribosome modification enzyme? Nucleic Acids Research 22:2166-2167.) Bu tür bir rol, düzenleyici protein için rekabet, sinyal RNA moleküllerinin ve diğer mekanizmaların üretimini içerebilir. (Örneğin Bkz.T. Enver, et al. 1991. Autonomous and competitive mechanisms of human hemoglobin switching. s. 3-15 in (Stamatoyannopoulos and Nienhuis, eds.) The regulation of hemoglobin switching. Proceedings of the seventh conference on hemoglobin switching, held in Airlie, Virginia, September 8-11, 1990. Johns Hopkins Press. Baltimore and London.)

Tüm bu örnekler, canlılarda "sözde genler" bulunduğu iddiasını çürütmek için yeterlidir. Sözde genler konusunda, birçok delil birikmeye başlamıştır ve bu, sözde genlerin yararsız oldukları iddiasının güvenilir olmadığını göstermektedir. 

Bilindiği gibi, evrimciler 19. yüzyılda yüzlerce maddeden oluşan körelmiş organlar listesi çıkarmışlar, insan vücudunda evrim süreci içinde işlevini yitirmiş appendiks (apandisit), kuyruk sokumu gibi körelmiş organlar olduğunu iddia etmişlerdi. Oysa, 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknolojik imkanlar sayesinde bu liste giderek küçülmüş, işlevsiz olduğu sanılan organların yaşam için oldukça önemli özelliklere sahip oldukları anlaşılmıştı. Görünen o ki, aynı süreç sözde genler için yaşanmaktadır ve evrimcilerin umut bağladıkları sözde delillerden biri daha yok olmaktadır. 

3. Sözde genlere bağlı olarak kurulan filogenetik ağaçlar hem kendi içlerinde hem de diğer filogenetik ağaçlarla çelişkilidir

Öte yandan evrimcilerin sözde genler üzerine kurdukları evrim ağaçları da, hem kendi içlerinde hem de diğer evrim ağaçları ile oldukça çelişkilidir. Örneğin, Ulusal Bilimler Akademisi'nin kendi yayını olan PNAS'ta yayınlanan, M. Collard ve Bernard Wood'un, "How Reliable are Human Phylogenetic Hypotheses?" (İnsan Filogenetik Hipotezleri Ne Kadar Güvenilirdir?) başlıklı makalelerinde belirttikleri gibi sözde genler üzerine kurulan evrim ağacına göre, insanlar tarih sahnesine şempanze ve gorillerden önce çıkmışlardır. Oysa evrimcilerin kendi iddialarına göre, şempanze ve goril insanlardan önce evrimleşmişlerdir. (M. Collard ve B. Wood, "How reliable are human phylogenetic hypotheses?", Proc. Nat. Acad. Sci. USA 97:5003-5006, 2000.)

Elbette ki bu tür tutarsızlıklar sadece insan-şempanze ve goril üçlüsü arasında yapılan kıyaslamalara özgü değildir. Örneğin beta globin molekülü ile ilgili veriler, morfolojik verilerle karşılaştırılarak genel bir primat filogenisi (evrim ağacı) inşa edilmek istenmiştir. Ancak iki verinin birbiriyle çelişkili olduğu görülmüştür. (V. Barriel, "Pan paniscus and hominoid phylogeny", Folia Primatologica 68:50-56, 1997.)Bir başka çalışmada, Alu dizileri, cadı makileri (cüce bir maymun türü) "hominid"lerin (ve insanın) kardeş grubu olarak çıkarmıştır. (E. Zietkiewicz, et al., "Phylogenetic affinities of tarsier in the context of primate Alu repeats", Molecular Phylogenetics and Evolution, 11(1):77, 1999.) Ancak bu sonuç, cadı makiyi primat filogenisinde başka yerlere yerleştiren verilerle çelişmektedir. Benzer sözde genlerin birbirine evrimsel açıdan uzak olarak kabul edilen filumlarda bulunması da evrimcilerin açıklayamadıkları bir durumdur. (K. Ohshima, et al., "Several short interspersed repetitive elements (SINEs) in distant species may have originated from a common ancestral retrovirus", Proc. Nat. Acad. Sci. USA 90:6260-6264, 1993.)) Bunun yeni bir örneği, oldukça şaşırtıcı bir buluş olan SINE dizileridir. Bu sözde gen dizileri, alabalık türleri (M. Hamada, A newly isolated family of short interspersed repetitive elements (SINEs) in Coregonid fishes, Genetics 146:363-364, 1995.), kemirgenler ve mürekkep balığı (K. Ohshima, et al., Several short interspersed repetitive elements (SINEs) in distant species may have originated from a common ancestral retrovirus, Proc. Nat. Acad. Sci. USA 90:6260-6264, 1993.)  gibi birbirlerinden evrimsel açıdan oldukça uzak canlılar arasında dahi paylaşılmaktadır.

Diğer moleküller üzerinde yapılan filogenetik ağaçlarda görülen çelişkiler, sözde genler kullanılarak inşa edilen evrimsel ağaçlarda da görülmektedir. Tüm bu veriler, sözde genlerin ortak bir atadan türeyişin delilleri olmadığının görülmesi açısından yeterlidir. (B. Farlow, "Stuff or nonsense?", New Scientist, 166(2232):38-41, 2000.)

Big Bang Bir Kez Daha Doğrulandı


Bilimin gösterdiği tek bir gerçek vardır. Evren yokluktan yaratılmıştır ve yaratılışında son derece hassas kuvvetler ve dengeler rol oynamıştır...


Uzayın derinliklerini inceleyen astronomlar Big Bang Teorisi'ni destekleyen sağlam kanıtlar elde etmeye devam ediyorlar. Evrenin yaklaşık 14 milyar yıl önce, sıfır hacimdeki ve sonsuz yoğunluktaki bir noktanın patlamasıyla yoktan varolduğu görüşünü savunan bu teori, 1930 lardan bu yana yapılan çok sayıdaki araştırmayla doğrulanmış durumda. Bu teorinin karşısında bir zamanlar duran ve Materyalizm ' e temel teşkil eden sonsuz evren modeli ise artık hiçbir şekilde bilimsel geçerliğe sahip değil.

Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Bilim Kuruluşu'nun, (National Science Foundation) güney kutbunda kurulu olan Amundsen-Scott istasyonunda Açısal Ölçek Dereceli Interferometre ' (Degree Angular Scale Interferometer) adı verilen bir teleskop kullanarak gözlemler yapan Chicago Üniversitesi bilim adamları, Big Bang'in kalıntısı olan kozmik mikrodalga radyasyonlarının polarizasyonunu ölçtüler.

Kozmik mikrodalga radyasyonu ya da diğer adıyla kozmik fon radyasyonu, Big Bang ' den sonra çevreye yayılan ısıdan kaynaklanıyor. Bu radyasyon dalgaları 14 milyar senedir uzayda yayılmayı sürdürüyor ve evrenin her yerinde eşit değerde gözlemleniyorlar. Uzayda böyle bir radyasyonun varlığının keşfedilmesi ise günümüzden 37 yıl öncesine uzanıyor. 1965 yılında bu keşfi gerçekleştiren astronomlar Arno Penzias ve Robert Wilson Nobel ödülü kazanmışlardı.

Son araştırmayla cevap aranan soru, söz konusu kozmik fon radyasyonun polarize halde olup olmadığı idi.

Birçok ışık cinsi polarize olmamış haldedir. Kendisini oluşturan dalgalar farklı düzlemler üzerinde aşağı ve yukarı titreşirler. Polarize olmamış ışık yansıdığı veya dağıtıldığı zaman polarize hale gelir ve parçacıklar hizalanırlar. Yazın otomobilimizi sıcaktan koruyabilmek için brandayla örtmemiz de bununla ilgilidir. Branda örtüldükten sonra yalnızca aynı düzlem üzerinde yani hizalanmış ışık parçacıkları brandanın altına geçebilir.

Yaygın bilimsel görüşe göre Big Bang ' den sonra, henüz madde oluşmamışken, patlamanın ortaya çıkardığı ışın parçacıkları serbest elektronlarla etrafa yayılıyordu. Tahminlere göre patlamadan yaklaşık 300.000 yıl sonra bu elektronların bir araya gelmesiyle maddeyi oluştu. Böylece fotonları dağıtacak serbest elektron kalmadı. Madde oluşunca ışık ve maddenin çarpışması sonucu ışık parçacıkları polarize oldular. Maddenin oluşmasıyla polarize olan ışın parçacıklarının radyasyonu 14 milyar sene sonra Antartika ' da kurulu teleskopa ulaştı.

Bilim adamları, teleskoplarına ulaşan ısının polarizasyon detaylarını inceleyerek Big Bang hakkında yepyeni bilgiler edinebilecekler. Araştırma ekibinin başkanı Astrofizikçi John Carlstrom, "Polarizasyonu önemli kılan özelliği eski evrendeki dinamikler için direk bir ölçü oluşturması" diyor. Bilim adamları kozmik fon radyasyonunun polarizasyonu sayesinde Big Bang'in bir fotoğrafına ulaşmış gibiler. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)

Bu tür bulgular Big Bang Teorisi ' nin evrenin varoluşunda kaçınılmaz bilimsel gerçek olduğunu ortaya koymaktadır. Materyalizmi temelden yıkmasına karşın bu felsefeye bağlı bilim dergilerinde bile bu durum belirtilmektedir. Bunlardan biri olan ünlü Astronomi dergisi Sky and Telescope Astronomlar kozmik fon radyasyonunun polarizasyonunu ölçmekle mikrodalgaların Big Bang ' in kalıntıları olduğunu kesin olarak ispatladılar yorumunu yaptı. Science News adlı bilim dergisi ise haberi Big Bang Doğrulandı manşetiyle verdi. (Big Bang Confirmed: Seeing twists and turns of primordial light, 28 Eylül 2002)

Bu araştırmanın altını çizdiği çok önemli bir gerçek daha vardır. Evren sürekli bir genişleme içindedir. Galaksiler ve içindeki yıldızlar birbirlerinden sürekli olarak uzaklaşmaktalar. Üstelik genişlemenin hızının giderek arttığı, gezegen ve yıldızların birbirlerinden gizli bir kuvvetin etkisiyle itildiği hesaplanmıştır. Kaynağı bir türlü açıklanamayan bu itici güç bilim adamlarınca kara enerji olarak isimlendirilmiştir. İngilizce kısaltılmış adı DASI olan bu teleskopun sağladığı veriler tüm bunları bir kez daha doğrulamıştır. Araştırmanın bu yönü bir diğer gökbilim dergisi olan Astronomy'de şöyle vurgulanmaktadır:

DASI teleskobunun sağladığı veriler, daha çok kara enerjiden meydana gelen ve gizemli bir şekilde dışa doğru hızlanan bir evrenin teorik modellerini destekleyen ve giderek artan kanıt yığınına bir kaya daha ilave etti. (Polarization in the Cosmic Microwave Background, 28 Eylül 2002)

Şüphesiz tüm bu kozmolojik bulgular modern bilimin imkanları kullanılarak, uzun araştırmalardan sonra ortaya çıkarılmıştır. Oysa evrenin genişlediği gerçeği 1400 sene önce indirilen Kuran'da aynen bildirilmiştir. 

Bilimin gösterdiği tek bir gerçek vardır. Evren yokluktan yaratılmıştır ve yaratılışında son derece hassas kuvvetler ve dengeler rol oynamıştır. Üstelik böylesine büyük bir patlamadan sonra yıldız ve galaksilerin, gezegenlerin uyum içinde yüzdüğü bir evrenin yani düzenin ortaya çıkmış olması ise çok büyük bir mucizedir. Çünkü patlamaların tahribat yaratmasını ve düzeni bozması beklenir. Böylesine hassas bir ayarlama tesadüflerin eseri olamaz. Evrendeki herşey Üstün bir Akıl sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını göstermektedir. Bu Yaratıcı göklerin ve yerin Hakimi Yüce Allah'tır.

Bilgi Teorisi Evrimi Yalanlar


"Eğer bir madde bilgi içeriyorsa, o zaman o madde, söz konusu bilgiye sahip olan bir akıl tarafından düzenlenmiştir. Önce bir akıl vardır...


Bilgi teorisi, evrendeki bilginin yapısını ve kökenini araştırır. Bilgi teorisyenlerinin uzun araştırmaları sayesinde varılan sonuç ise şudur:

"Bilgi, maddeden ayrı bir şeydir. Maddeye asla indirgenemez. Bilginin ve maddenin kaynağı ayrı ayrı araştırılmalıdır."

Buradan da şu genel sonuca varabiliriz: "Eğer bir madde bilgi içeriyorsa, o zaman o madde, söz konusu bilgiye sahip olan bir akıl tarafından düzenlenmiştir. Önce bir akıl vardır. O akıl, sahip olduğu bilgiyi maddeye dökmüş ve ortaya kusursuz bir düzen çıkarmıştır."

Canlıların DNA'larında da son derece kapsamlı bir bilgi bulunur. Milimetrenin yüz binde biri kadar küçük bir yerde, bir canlı bedeninin bütün fiziksel detaylarını tarif eden adeta bir "bilgi bankası" vardır. (proteinmucizesi.com)

20. yüzyılda yapılan bütün bilimsel araştırmalar, bütün deney sonuçları ve bütün gözlemler, DNA'daki bilginin, materyalistlerin iddia ettiği gibi, maddeye indirgenemeyeceğini ortaya çıkarmıştır. Bir başka deyişle, DNA'nın sadece bir madde yığını olduğu ve içerdiği bilginin de maddenin rastgele etkileşimleriyle ortaya çıktığı iddiası kesinlikle reddedilmektedir. Alman Federal Fizik ve Teknoloji Enstitüsü'nün yöneticisi Prof. Dr. Werner Gitt, bu konuda şunları söyler:

“Bir kodlama sistemi, her zaman için zihinsel bir sürecin ürünüdür. Bir noktaya dikkat edilmelidir; madde bir bilgi kodu üretemez. Bütün deneyimler, bilginin ortaya çıkması için, özgür iradesini, yargısını ve yaratıcılığını kullanan bir aklın var olduğunu göstermektedir... Maddenin bilgi ortaya çıkarabilmesini sağlayacak hiçbir bilinen doğa kanunu, fiziksel süreç ya da maddesel olay yoktur....” (Werner Gitt, In the Beginning Was Information, CLV, Bielefeld, Germany, p.107, 141)

Werner Gitt'in sözleri, aynı zamanda, son 20-30 yıl içinde gelişen ve termodinamiğin bir parçası olarak kabul edilen "Bilgi Teorisi"nin vardığı sonuçlardır. Bütün bilimsel çalışmalar materyalist felsefenin varsayımlarını geçersiz kılmakta ve üstün bir Yaratıcı olan Allah'ın apaçık varlığını gözler önüne sermektedir.

Böceklerin Kökeni

Evrimci biyologlar kuşların kökeniyle ilgili olarak, "ön ayaklarıyla sinek avlamaya çalışan bazı sürüngenlerin kanatlanarak kuşlara dönüştüğünü" iddia ederler. "Cursorial teori" olarak bahsedilen bu hayal ürünü teoriye göre, söz konusu sürüngenler sinek avlamaya çalışırken ön ayakları zamanla kanatlara dönüşmüştür. Hiçbir bilimsel bulguya dayanmayan bu teoriyle ilgili en önemli nokta ise, zaten uçmakta olan sineklerin nasıl kanatlandıklarıdır.

Böcekler, canlı sınıflamasında, Arthropodlar (eklem bacaklılar) filumunun içinde yer alan Insecta alt-filumunu oluştururlar. En eski böcek fosilleri, Devonyen devrine aittir. Daha sonraki Pennsylavanian devrinde ise çok sayıda farklı böcek türü bir anda ortaya çıkar. Örneğin hamamböcekleri aniden ve bugünkü yapılarıyla belirir. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Betty Faber, "350 milyon yıl öncesine ait hamamböceği fosillerinin bugünkülerle aynı olduğunu" bildirmektedir. (M. Kusinitz, Science World, 4 February 1983, p.19)

Örümcek, kene ve kırkayak gibi canlılar gerçekte böcek değildir, ama çoğunlukla böcek olarak anılır. "American Association for the Advancement of Science"ın 1983'teki yıllık toplantısında, bu canlılarla ilgili çok önemli fosil bulguları sunulmuştur. Örümcek, kene ve kırkayaklara ait olan 380 milyon yıllık bu fosillerin en ilginç özelliği ise, yaşayan örneklerinden farksız oluşlarıdır. Bulguları inceleyen bilim adamlarından biri, fosiller hakkında "sanki dün ölmüş gibiler" yorumunu yapmıştır. (New York Times Press Service, San Diego Union, 29 May 1983; W. A. Shear, Science, vol. 224, 1984, p.494)

Kusursuz yapılara sahip bu canlıların, yeryüzünde bir anda ortaya çıkmalarının elbette evrimle açıklanması imkansızdır. Bu Sonuç olarak, böceklerin kökeni, açıkça yaratılış gerçeğini sergilemektedir.

Evrim Teorisi Ve Entropi Yasası


Termodinamiğin İkinci Kanunu ya da diğer adıyla Entropi Kanunu, doğruluğu teorik ve deneysel olarak kesin biçimde kanıtlanmış bir kanundur...

Fiziğin en temel kanunlarından biri olan "Termodinamiğin İkinci Kanunu", evrende kendi haline, doğal şartlara bırakılan tüm sistemlerin, zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe, dağınıklığa ve bozulmaya doğru gideceğini söyler. Canlı, cansız bütün herşey zaman içinde aşınır, bozulur, çürür, parçalanır ve dağılır. Bu, er ya da geç her varlığın karşılaşacağı mutlak sondur ve söz konusu kanuna göre bu kaçınılmaz sürecin geri dönüşü yoktur.

Bu gerçek hepimizin yaşamları sırasında da yakından gözlemlediği bir durumdur. Örneğin bir arabayı çöle götürüp bırakır ve aylar sonra durumunu kontrol ederseniz, elbette ki onun eskisinden daha gelişmiş, daha bakımlı bir hale gelmesini bekleyemezsiniz. Aksine lastiklerinin patlamış, camlarının kırılmış, kaportasının paslanmış, motorunun çürümüş olduğunu görürsünüz. Aynı kaçınılmaz süreç canlı varlıklar için çok daha hızlı işler.

İşte Termodinamiğin İkinci Kanunu, bu doğal sürecin fiziksel denklem ve hesaplamalarla ifade ediliş biçimidir.

Bu ünlü fizik kanunu, "Entropi Kanunu" olarak da adlandırılır. Entropi, fizikte bir sistemin içerdiği düzensizliğin ölçüsüdür. Bir sistemin düzenli, organize ve planlı bir yapıdan düzensiz, dağınık ve plansız bir hale geçmesi o sistemin entropisini artırır. Bir sistemdeki düzensizlik ne kadar fazlaysa, o sistemin entropisi de o kadar yüksek demektir. Entropi Kanunu, tüm evrenin geri dönüşü olmayan bir şekilde sürekli daha düzensiz, plansız ve dağınık bir yapıya doğru ilerlediğini ortaya koymuştur.

Termodinamiğin İkinci Kanunu ya da diğer adıyla Entropi Kanunu, doğruluğu teorik ve deneysel olarak kesin biçimde kanıtlanmış bir kanundur. Öyle ki, yüzyılımızın en büyük bilim adamı kabul edilen Albert Einstein, bu kanunu "bütün bilimlerin birinci kanunu" olarak tanımlamıştır:

Entropi Kanunu, tarihin bundan sonraki ikinci devresinde, hükmedici düzen şeklinde kendini gösterecektir. Albert Einstein, bu kanunun bütün bilimlerin birinci kanunu olduğunu söylemiştir; Sir Arthur Eddington ondan, bütün evrenin en üstün metafizik kanunu olarak bahseder.363

Evrim teorisi ise, bütün evreni kapsayan bu temel fizik kanununu bütünüyle göz ardı ederek ortaya atılmış bir iddiadır. Evrim teorisi bu kanunla temelinden çelişen tam tersi bir mekanizma öne sürer. Evrim teorisine göre, dağınık, düzensiz, cansız atomlar ve moleküller, zamanla kendi kendilerine tesadüflerle biraraya gelerek düzenli ve planlı proteinleri, DNA, RNA gibi son derece kompleks moleküler yapıları, ardından da çok daha ileri düzenlere, organizasyonlara ve tasarımlara sahip milyonlarca canlı türünü ortaya çıkarmışlardı. Evrime göre, her aşamada daha planlı, daha düzenli, daha kompleks ve daha organize bir yapıya doğru ilerleyen bu hayali süreç, Entropi Kanunu'nun ortaya koyduğu gerçeklere bütünüyle aykırıdır. Bu nedenle evrim gibi bir sürecin, en başından en sonuna kadar varsayılan hiçbir aşamasının gerçekleşmesi mümkün değildir. Evrimci bilim adamları da bu açık çelişkinin farkındadırlar. J. H. Rush şöyle der:

Evrimin kompleks süreci içinde yaşam, Termodinamiğin İkinci Kanunu'nda belirtilen eğilimle belirgin bir çelişki oluşturur. (J. H. Rush, The Dawn of Life, New York: Signet, 1962, s. 35.)
Evrimci bilim adamı Roger Lewin de Science'daki bir makalesinde evrimin termodinamik açmazını şöyle dile getirmektedir:

Biyologların karşılaştıkları problem, evrimin Termodinamiğin İkinci Kanunu'yla olan açık çelişkisidir. Sistemler zamanla daha düzensiz yapılara doğru bozulmalıdırlar. (Roger Lewin, "A Downward Slope to Greater Diversity", Science, cilt 217, 24 Eylül 1982, s. 1239.)

Kendisi de evrim teorisinin savunucularından olan George Stavropoulos, canlılığın kendiliğinden oluşmasının termodinamik açıdan imkansızlığını ve fotosentez gibi kompleks canlı mekanizmaların kökenini doğa kanunlarıyla açıklamanın mümkün olmadığını, ünlü bilimsel yayın American Scientist'te şu ifadelerle kabul etmektedir:

Normal şartlarda, Termodinamiğin İkinci Kanunu doğrultusunda, hiçbir kompleks organik molekül hiçbir zaman kendi kendine oluşamaz, tersine parçalanır. Gerçekte, bir şey ne kadar kompleks olursa o kadar kararsızdır ve kesin olarak eninde sonunda parçalanır, dağılır. Fotosentez, bütün yaşamsal süreçler ve yaşamın kendisi, karmaşık veya kasıtlı olarak karmaşıklaştırılmış açıklamalara rağmen, halen termodinamik ya da bir başka kesin bilim dalı vasıtasıyla anlaşılamamıştır. (George P. Stavropoulos, "The Frontiers and Limits of Science", American Scientist, cilt 65, Kasım-Aralık 1977, s. 674.)

Görüldüğü gibi, evrim iddiası bütünüyle fizik yasalarına aykırı olarak ortaya atılmış bir iddiadır. Termodinamiğin İkinci Kanunu, evrim teorisi karşısına bilimsel ve mantıksal açıdan aşılması imkansız bir fiziksel engel oluşturmaktadır. Bu engeli aşacak hiçbir bilimsel ve tutarlı açıklama getiremeyen evrimciler ise, bu sorunu ancak hayal güçlerinde aşabilmektedirler. Örneğin Jeremy Rifkin, evrimin, bu fizik kanununu sihirli bir güçle aştığına inandığını belirtmektedir:

Entropi Kanunu, evrimin bu gezegendeki yaşam için mevcut olan tüm enerjiyi dağıtacağını söyler. Bizim evrim anlayışımız ise bunun tam tersidir. Biz evrimin sihirli bir şekilde yeryüzünde daha büyük bir değer ve düzen artışı sağladığına inanıyoruz. (Jeremy Rifkin, Entropy: A New World View, s. 55.)
Bu sözler evrimin bilimsel bir tezden daha çok dogmatik bir inanç biçimi olduğunu ifade etmektedir. 

Genetik Mühendisliği Hakkındaki Evrimci Yanılgılar


Genetik mühendisliği ve biyoteknoloji alanında yapılan deneylerde, genetik çeşitlenmelerin tür değişikliğine yol açmasının imkansız olduğu görülmüştür...

Genetik mühendisliği, bir canlıdan alınan genleri izole etme, bu genleri yönlendirme ve başka bir canlıya aktarma çalışmalarının yapıldığı alandır. Bilim adamları bu sayede endüstriyel atıkları sindiren bakteriler üretebilmekte, canlıları klonlayabilmekte, hastalıklara ve böceklere karşı dirençli bitkiler geliştirebilmektedir. Ancak ne bu biyoteknolojik çalışmalar ne de onların dayandığı genetik araştırmalar, evrim teorisini desteklemez. Bu konudaki belli başlı yanılgıları şöyle sıralayabiliriz:

1) Biyoteknolojik çalışmalar, canlıların bilinçsiz, tesadüfi süreçler sonucu değil, bilinçli olarak yaratıldıklarının bir kanıtıdır:

Söz konusu genetik çalışmaların hepsinde, genler üzerinde çok büyük bir dikkat ve özenle çalışılmakta, yani "bilinçli müdahale" yapılmaktadır. Bilim adamları, genleri belli bir amaç doğrultusunda yönlendiren, "bilinçli bir düzenleyici" konumundadır. Bu insanlar, hücrenin işleyişi hakkında yıllarca eğitim alarak bilgi sahibi olmuşlardır. Çalışmalarının tüm aşamalarını özenle gerçekleştirmekte, kontrollü müdahalelerde bulunmaktadırlar. Dahası bu tür çalışmalar, gelişmiş laboratuvarlar, teknolojik aletler kullanılarak, tamamen özel olarak "düzenlenmiş" ortamlarda yürütülmektedir. Nitekim biyoloji profesörü William D. Stansfield, kendisi bir evrimci olmasına karşın, bu gibi çalışmaların evrim kanıtı olamayacağını -laboratuvarda hücre sentezleme çalışmalarından verdiği örnekle- şöyle kabul etmiştir:

Yaratılışı savunanlar, bilimin basit kimyasallardan gerçekten canlı meydana getirebileceği günü iple çekmişlerdir. İddia etmektedirler ve bunda haklıdırlar ki, böyle insan yapımı bir yaşam-formu üretilebilse bile bu, doğal yaşam formlarının benzer kimyasal evrimsel süreçlerle geliştiğini kanıtlayamayacaktır. (William D. Stansfield, The Science of Evolution, Macmillan, New York, 1983, 8. baskı, ss. 10-11. )

2) Genetik çeşitlenme evrim teorisine bir destek sağlamaz:

Evrimci yayınlarda iddia edildiği gibi, genetik çeşitlenme ile sonuçlanan deneyler de, evrim teorisinin bir delili değildir. Çünkü evrim teorisi, doğada canlıları daha kompleks hale getiren mekanizmalar bulunduğunu ve bu yolla bir canlı türünün bir başka canlı türüne dönüştüğünü iddia eder. Oysa, genetik mühendisliği ve biyoteknoloji alanında yapılan deneylerde, genetik çeşitlenmelerin tür değişikliğine yol açmasının imkansız olduğu görülmüştür. Ancak bir kısım evrimciler bu gerçeği görmezden gelmekte ve bazı kelime oyunları ile evrim teorisinin laboratuvarda ispatlandığı gibi gerçek dışı iddialar öne sürmektedirler.

3) Gen mühendisliği ile geliştirilen organizmalar evrim teorisinin delili değildir:

Diğer bir yanılgı ise, organizmaların genetik mühendislik yoluyla geliştirilebilir olmasının, evrim teorisini doğruladığı iddiasıdır. Günümüzde biyoteknoloji ve genetik mühendisliği alanında, özellikle ilaç veya insülin gibi proteinlerin üretiminde veya bazı enzimlerin reaksiyon hızlarını değiştirme gibi konularda kullanılan yöntemler, evrimciler tarafından evrim teorisinin bir delili gibi gösterilmektedir. Oysa bu çalışmaların evrim teorisi lehinde bir delil olması mümkün değildir.

Genetik mühendisliği çalışmaları, "Rekombinant DNA" teknolojisinin gelişimi ile yürür. "Rekombinant" kelimesi ile, önceden ortamda var olan yapıların (burada genlerin) yeniden birleştirilmesi kastedilmektedir. Bu durumda, evrimcilerin öncelikle, genetik mühendisliğinin hammaddesi olan genlerin kökenini açıklayabilmeleri gerekmektedir. (Bkz. Bölüm: DNA Mucizesi Evrim Teorisini Nasıl Geçersiz Kılıyor?) DNA'nın kökeni konusunda tam bir çıkmazda olan evrimciler, genetik mühendisliğinde kullanılan ve Darwinist yönlendirmelerle hazırlanan çalışmalardan ümitlenmişlerdir. Oysa ki evrim teorisi, canlı türlerinin sadece tesadüfi mekanizmalar ile oluştuğunu temel alan bir görüştür. Dolayısıyla evrimcilerin genetik mühendislik ile ilgili propagandası en baştan çürüktür. Çünkü evrimciler, genetik mühendislikle ilgili iddialarında büyük bir çelişki ortaya koymaktadırlar.

Genlerin farklı organizmalar arasında aktarılabilir olması ya da aynı ortamdaki genlerin yeniden birleştirilmesi, evrimsel bir sürecin varlığına delil gösterilmeye çalışılmaktadır. Gerçekte ise bu çalışmaların malzemesi olan genler, -önceki bölümlerde açıkladığımız gibi- son derece kompleks yapılarıyla böyle tesadüfi bir sürecin yaşanmadığının, en kuvvetli kanıtlarından biridir.

4) Genler, canlıların ortak ataya değil, ortak kökene sahip olduklarının göstergesidir:

Evrimcilerin bu alandaki çalışmalarla ilgili propagandalarındaki yanılgılardan bir diğeri, organizmalar arasında aktarılabilir olan ortak genlerin, canlıların ortak bir atadan türediği iddiasını kanıtladığı yanılgısıdır. Darwinist laboratuvar araştırmacıları, canlılar arasında genleri nasıl aktarabildiklerini açıkladıktan sonra, "bunu yapabiliyoruz, çünkü kullandığımız canlılar ortak bir atadan evrimleşmişlerdir" şeklinde iddialarda bulunmaktadırlar. Böylece kendi varsayımları doğrultusunda yaptıkları yorumu, bir kanıt gibi anlatarak, konu hakkında yüzeysel bilgi sahibi olan kimseleri yanıltmaktadırlar. Gerçekte ise ortak köken, ortak ata varsayımına ispat oluşturmamaktadır. Aynı şekilde, genlerin farklı organizmalar arasında aktarılabilir olması da, biyolojik yapıların tesadüflerle ve amaçsız doğa olaylarıyla evrimleştiğini kanıtlamamaktadır. Farklı organizmalar arasındaki ortak genler, objektif olarak ancak "ortak köken" göstergesi olarak kabul edilebilir. Ortak köken yorumu da, açıkça yaratılış gerçeğini destekler.

5) Genetik mühendisliği, ateizm propogandasına hiçbir destek sağlamaz:

Gen mühendisliği ile ilgili yorumlarda rastlanan bir diğer yanlış ise, gen mühendisliğinin "yaratma" olduğu yanılgısıdır. Allah'ın varlığını inkar eden materyalistler, genetik mühendisliği çalışmalarını ateizm propagandasında kullanmakta ve yapılan çalışmaları "yaratma" olarak yorumlamaktadırlar. (Allah'ı tenzih ederiz.)

Burada ateistlerin kavramamakta ısrar ettiği şey, "yaratmanın" "yoktan var etme" anlamına geldiğidir. Yaratmak, yalnızca Allah'a mahsustur. Gen mühendisliği çalışmalarında bilim adamları, Allah'ın yaratmış olduğu genler üzerinde değişiklikler yapmakta veya bunları Allah'ın yarattığı canlılar arasında aktarmaktadırlar. Bu çalışmalarda canlıları geliştirmek için kullanılan genetik bilgi, canlılar aleminde zaten mevcut olan bilgiden kullanılmaktadır.

Örneğin bilim adamları, deniz anasının genini bir zebra balığının DNA'sına yerleştirerek, bu balığın ışık saçmasını ya da keçinin DNA'sına örümcek geni yerleştirerek, keçi sütünde örümcek ipliği üretilmesini sağlayabilmektedirler. Ancak ortaya çıkan canlılar görünürde, yeni birtakım özelliklere sahip olsalar da, burada kesinlikle yeni genetik bilgi var olmamış, sadece zaten mevcut bulunan bilgi, canlılar arasında ortam değiştirmiştir.

Eğer bilim adamları gelecekte bir gün, bir canlıyı köklü bir şekilde yeniden yapılandırmayı başarsalar dahi, bu durum değişmeyecektir. Moleküler biyolog Michael Denton, bu gerçeği şöyle ifade eder:

Gelecekte eğer gen mühendisleri canlı sistemleri, proteinden bütün organizmaya kadar, köklü bir şekilde yeniden yapılandırmayı başarabilirse, bu sadece, temel alt-sistemlerin çoğunda, neredeyse kesinlikle programlanmış, eş zamanlı değişimler gerektirecek olan, bilinçli olarak yönlendirilmiş değişimler yoluyla olacaktır. (Michael Denton, Nature's Destiny, Free Press, 1998, s. 321. )

Sonuç olarak evrimcilerin genetik mühendisliğiyle ilgili propagandası geçersizdir. Tam aksine, bu alandaki çalışmalar, ortaya koydukları planlanmış kontrollü ortamlar ve amaçlı değişimlerle, canlıların kusursuz bir düzenle yaratıldıkları gerçeğini gözler önüne sermektedir.