Evrim teorisi bugün, lehinde yürütülen tüm propagandalara rağmen, Avustralyalı ünlü moleküler biyolog Michael Denton’ın Evolution: A Theory in Crisis adlı kitabında vurguladığı gibi,”kriz içinde bir teori”dir....
20. yüzyıl evrim teorisinin her konuda hezimete uğrayarak yıkıldığı bir yüzyıl oldu. Bu hezimetlerden biri de fosil kayıtları konusunda yaşandı. Evrimciler 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında kayıp fosil kayıtlarına ulaşmak umuduyla araştırmalar yaptılar. Ancak tüm bu araştırmalara rağmen, evrimin öne sürdüğü ve canlıların ilkel türlerden gelişmiş türlere kademe kademe evrimleştiği iddiasını destekleyecek “ara geçiş formlarına” hiçbir zaman rastlanamadı.
Tarihi eski Yunan’a kadar uzanan bir efsane olan evrim fikri, 19. yüzyılda kapsamlı bir teori olarak ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin’in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki canlı türlerini Yüce Allah’ın ayrı ayrı ve her bir canlıyı bir anda yarattığı gerçeğini reddediyordu. Darwin’e göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin’in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu. Hatta, Darwin’in kitabındaki “Teorinin Zorlukları” başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori birçok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Ancak gelişen bilim, Darwin’in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır. Öyle ki evrim teorisi bugün, lehinde yürütülen tüm propagandalara rağmen, Avustralyalı ünlü moleküler biyolog Michael Denton’ın Evolution: A Theory in Crisis adlı kitabında vurguladığı gibi,”kriz içinde bir teori”dir.
Bir Zamanlar Kayıp Halka Aranıyordu
Darwin insanın kökeni konusunu Türlerin Kökeni’nde değil, bu kitabından 12 yıl sonra yayınladığı İnsanın Türeyişi (The Descent of Man) adlı kitabında ele aldı. İnsanoğlunun sözde evrim basamağının en üst basamağı olduğunu, bir önceki atasının ise günümüz maymunlarına benzer primatlar olduğunu ileri sürdü.
Darwin’in bu iddiasını doğrulayacak herhangi bir kanıtı yoktu. Tek yaptığı, hayvanlar aleminde fiziksel olarak insana benzetebileceği en uygun canlı olan maymunlarla insanoğlu arasında bir akrabalık ilişkisi hayal etmekten ibaretti. Kitabında ırkçı argümanlar da geliştiriyor ve dünya üzerinde yaşayan bazı sözde “ilkel ırklar”ın evrime kanıt oluşturduğunu iddia ediyordu. (Oysa günümüzdeki genetik incelemeler, Darwin’in ve o dönemdeki diğer evrimcilerin savundukları bu ırkçı görüşleri de haksız çıkarmıştır.)
Darwin insanın maymunlarla ortak bir atadan geldiğini ileri sürdüğüne göre, teorisine inananlara bu hayali evrimi kanıtlayacak fosiller bulma görevi düşüyordu. 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren neredeyse tüm Darwinist paleoantropologlar bu amaca yöneldi. Darwinizm’e inanan paleontologlar, insanla maymun arasındaki sözde “kayıp halka”yı bulmak için kazılara giriştiler. Umdukları büyük bulgunun, 1910 yılında İngiltere’de ortaya çıktığını düşündüler. Bu, sonraki 43 yıl boyunca insanın evrimini kanıtlayan çok önemli bir delil olarak dünyaya sunulacak olan “Piltdown Adamı” kafatasıydı. Fosil, Charles Dawson adlı amatör bir paleontolog tarafından ortaya çıkarılmıştı ve bu nedenle kendisine Eoanthropus dawsoni adı verildi. Eoanthropus dawsoni garip bir fosildi: Kafatasının üst kısmı tam bir insan yapısına sahipken, alt çenesi ve dişleri maymunsu özellikler gösteriyordu. Buluş kısa sürede büyük ün kazandı. İngilizler, İngiltere’de bulunan fosili kendi ırklarının atası olarak görüp büyük bir gururla sahiplendiler. Kafatasının büyük oluşu, “İngiliz zekası”nın sözde çok önceleri evrimleştiğinin bir göstergesi olarak yorumlanıyordu. İlerleyen yıllarda Eoanthropus dawsoni hakkında yüzlerce tez yazıldı ve fosilin sergilendiği Londra British Museum’u gezen yüz binlerce ziyaretçi, “insanın evrimi” konusunda ikna edildi.
Evrimcilerin Alışılagelmiş Aldatmacaları
Londra British Museum’u gezen ziyaretçilerin bilmedikleri bir şey vardı: Fosil, bir sahtekarlık ürünüydü. Kafatası üzerinde 1953 yılında yapılan incelemelerde Piltdown Adamı’nın insan ve orangutan kemiklerinin birleştirilmesiyle üretilmiş sahte bir fosil olduğu ortaya çıktı. Bir zamanların sözde en büyük evrim delili, kamuoyunun şaşkınlığı içinde, on yıllardır büyük bir itinayla sergilendiği British Museum’dan çıkarıldı.
1920’lerde Piltdown’dan daha küçük çaplı ama en az onun kadar vahim bir başka skandal daha yaşandı. 1922 yılında ABD’nin Nebraska eyaletinde bulunan bir azı dişi fosiline insan ve maymun arası bir form biçildi ve bu dişten yola çıkılarak hayali bir “Nebraska Adamı” kurgulandı. Ancak 1927’de dişin ne insana ne de maymuna ait olduğu ortaya çıktı. Diş, bir yaban domuzuna aitti.
Bu gibi fiyaskolara rağmen evrimciler insanın kökeni konusunda fosil arayışını sürdürdüler. Zamanla, Australopithecus adı verilen soyu tükenmiş maymunların insanın en eski atası olduğu görüşü yaygınlaştı. Australopithecus’un sırasıyla Homo habilis, Homo rudolfensis ve Homo erectus adı verilen türler tarafından izlendiği ve sonunda bu çizginin Homo sapiens’e yani modern insana ulaştığı, bir evrim klişesi olarak insanların hafızalarına yerleştirilmeye çalışıldı. Ders kitapları, bilim dergileri, magazin dergileri, günlük gazeteler, filmler ve hatta reklam filmleri bile, bu klişeyi ve onu temsil eden “giderek ayağa kalkan maymunlar” dizisi olarak nitelendirilebilecek hayali resmi benimsediler ve hiç sorgulamadan on yıllarca kullandılar. Kısacası, 20. yüzyılın uzunca bir bölümünde, insanın kökeninin evrim teorisine göre açıklandığı düşüncesi konuyu araştırmayan insanlar arasında yaygın bir kabul gördü.
Evrimcileri İtirafa Yönelten Çıkmaz
Darwinist pek çok bilim adamının bildiği ancak insanlara açıklamadığı gibi, insanın kökeninin evrim teorisine göre açıklandığı düşüncesi her ne kadar o dönemde kabul görse de, gerçekler çok daha farklıydı. Elde edilen fosiller hiçbir evrim şemasına uymuyor, oturmuyordu. Daha fazla fosil bulundukça da, sorun çözülmüyor, aksine daha karmaşıklaşıyordu. Sonunda bazı otoriteler gerçeği itiraf etmeye başladılar. ABD’nin en önde gelen paleontologları arasında yer alan Harvard Üniversitesi’nden Niles Eldredge ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden Ian Tattersall, bu konuda şu önemli yorumu yaptılar:
Canlıların evrimsel tarihlerinin bir keşif meselesi olduğu düşüncesi bir efsanedir. Eğer öyle olsaydı, ne kadar çok hominid fosili bulursak, insanın evrimi hikayesinin de o kadar açık hale gelmesi gerekirdi. Oysa eğer bir şey olduysa, bunun tam tersi olmuştur. ( Niles Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, ss.126-127)
Evrim teorisinin önde gelen isimlerinden biri olan Harvard Üniversitesi profesörü Richard Lewontin’in 1995 tarihli bir makalesindeki sözleri de Darwinizm’in bu konuda içine düştüğü umutsuz durumu ifade ediyordu:
Uzak geçmişi düşündüğümüzde, gerçek Homo sapiens türünün öncesine uzandığımızda, dağınık ve kopuk bir fosil kaydı ile karşılaşırız. Bazı paleontologlar tarafından ileri sürülen heyecanlı ve iyimser iddialara rağmen, hiçbir hominid türü bizim direkt atamız olarak kabul edilememektedir. (Lewontin, Richard C., Human Diversity, Scientific American Library: New York NY, 1995, s.163)
Son yıllarda konunun uzmanı olan diğer pek çok evrimci, aslında savundukları teori hakkında son derece kötümser düşüncelere sahip olduklarını açıkladılar. Örneğin ünlü Nature dergisinin bilim editörü Henry Gee, “insanın evrimi ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük bir kutuya sığabilecek kadar az olduğunu” söylüyor ve ekliyordu:
Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların önyargılarına göre şekillenmiştir... Bir grup fosili almak ve bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, ama gece yarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır-eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir, ama bilimsel değildir. (Henry Gee, In Search of Deep Time, New York, The Free Press, 1999, s. 116-117)
Bilim Adamlarının Ortak Kararı : İnsanın Evrimsel Kökeni Yoktur
Klasik “insanın soy ağacı” şablonu bugün ciddi biçimde sorgulanmaktadır. Kanıtları önyargılardan sıyrılarak inceleyen bilim adamları, Australopithecus’tan Homo sapiens’e doğru uzatılan çizginin tamamen zorlama olduğunu, araya konan Homo Habilis ve Homo Erectus gibi ayrı türlerin ise hayali olduklarını belirtmektedirler. Evrimci paleoantropologlar Bernard Wood ve Mark Collard, 1999’da Science’da yayınlanan makalelerinde, Homo Habilis ve Homo Rudolfensis kategorilerinin hayali olduğunu ve bu kategorilere dahil edilen fosillerin aslında Australopithecus genusuna transfer edilmesi gerektiğini savunmuşlardır. (Bernard Wood, Mark Collard, “The Human Genus”, Science, vol. 284, No 5411, 2 April 1999, ss. 65-71) Michigan Üniversitesi’nden Milford Wolpoff ve Canberra Üniversitesi’nden Alan Thorne ise, Homo Erectus’un hayali bir kategori olduğu, bu sınıflamaya dahil edilen fosillerin aslında Homo Sapiens’in birer varyasyonu oldukları düşüncesindedirler. (Pat Shipman, “Doubting Dmanisi”, American Scientist, November- December 2000, s.491)
Bunun anlamı şudur: Ortada soyu tükenmiş bir maymun cinsi olan Australopithecus ile, günümüz insanını ve onun farklı ırksal varyasyonlarını içine alan Homo sapiens türünden başka bir “hominid” yoktur. Yani, insanın evrimsel bir kökeni yoktur.
Bu gerçeği gören kimi uzmanlara göre “insanın evrimi” masalı, materyalist felsefeye inanan bir grup insanın, doğa tarihini kendi dogmatik inançlarına göre yazma çabasından başka bir şey değildir. İngiliz Bilim İlerleme Derneği’nin (British Association for the Advancement of Science) bir toplantısında, Oxford Üniversitesi tarihçisi John Durant bu konuda şu yorumu yapmıştır:
İnsan evrimine dair düşüncelerin, gerek bilim-öncesi gerekse bilimsel toplumlarda benzer işlevler üstlenip üstlenmediği kuşkusuz sorulmaya değer bir konudur... Yakından incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki, her defasında, insanın kökeni hakkındaki fikirler geçmiş kadar bugünü de yansıtmaktadır, geçmişteki atalarımızın deneyimleri kadar kendi deneyimlerimizi yansıtmaktadır.... Bilimin bir an önce efsanesizleştirilmesine acilen ihtiyacımız vardır. (John R. Durant, “The Myth of Human Evolution”, New Universities Quarterly 35 (1981), ss. 425-438)
Kısacası, insanın kökeni hakkındaki evrim teorileri, bu teorileri üretenlerin önyargılarını ve felsefi inançlarını yansıtmaktan başka bir işlev görmemektedir. Bu gerçeği kabul eden bir diğer evrimci, Arizona State Üniversitesi antropoloğu Geoffrey Clark’tır. Clark, 1997’deki bir yazısında bunu şöyle ifade etmektedir:
Önümüzdeki bir grup alternatif araştırma sonucundan bir tanesini, daha önceki varsayımlarımıza ve önyargılarımıza göre seçiyoruz - bu hem politik hem de subjektif bir işlem... Paleoantropolojinin sadece şekli bilimseldir, içeriği değil. (G. A. Clark, C. M. Willermet, Conceptual Issues in Modern Human Origins Research, New York, Aldine de Gruyter, 1997, s. 76)
Medya Propagandasının İçyüzü
Görüldüğü gibi insanın evrimi iddiası, bizzat bu iddianın şekillenmesinde rol oynayan kimseler tarafından dayanaksız bulunmaktadır. İddia bilime değil, teoriyi şekillendirenlerin inanç ve önyargılarına dayalıdır. Fakat ilginç olan nokta, paleoantropoloji dünyasındaki bu “itiraf”ların hiçbir zaman medyaya yansımamasıdır. Aksine Darwinizm’i savunan bir kısım medya, evrim teorisinin içine düştüğü bu çıkmazı özenle gizlemekte ve kitlelere hep “evrim teorisinin her gün yeni bir kanıtı bulunduğu” aldatmacasını söylemektedir. Yale ve California Berkeley Üniversitelerinde yüksek lisans ve doktora yapmış Amerikalı bir biyolog olan Jonathan Wells, Icons of Evolution: Science or Myth, Why Much of What We Teach About Evolution is Wrong? (Evrimin İkonları: Bilim mi Efsane mi, Evrim Hakkında Öğrettiğimiz Pek Çok Şey Neden Yanlış?) adlı 2000 yılı basımı kitabında insanları aldatmaya yönelik bu propaganda mekanizmasını şöyle özetler:
Toplumun geneli, insanın kökeni hakkındaki derin belirsizliğe dair bilimsel uzmanların yaptıkları açıklamalardan çok nadiren haberdar edilir. Bunun yerine, şu veya bu kimsenin en son teorisi ile besleniriz ve bize bizzat paleoantropologların bunun üzerinde anlaşamadıkları gerçeği aktarılmaz. Ve tipik olarak, teori mağara adamlarının veya “bol makyajlı” insan atalarının hayali resimleri ile süslenir... Görünen odur ki, bilimin hiçbir alanında bu kadar az malzeme üzerine bu kadar fazla kurgu yapılmamıştır. (Jonathan Wells, Icons of Evolution: Science or Myth, Why Much of What We Teach About Evolution is Wrong, s. 225)
Peki evrimi savunan bir kısım medyanın haberlerine manşet olan, “insanın evrimi artık kanıtlanmış bir gerçektir” gibi asılsız iddialarla gazete ve televizyonlarda yer alan bilim adamları kimlerdir? Bunlar, paleoantropolojiyi dayanaksız bulan bilim adamlarından niçin farklı düşünmektedirler?
Evrimci Greg Kirby, Biyoloji Öğretmenleri Birliği’nin toplantısında yaptığı bir konuşmada bu psikolojiyi şöyle ifade etmiştir:
Eğer bütün hayatınızı kemik toplamak, kafatasının ve çenenin küçük parçalarını bulmak için harcıyorsanız, bu küçük parçaların önemini abartmak için çok güçlü bir istek duyarsınız. (Paul S. Taylor, Origins Answer Book, 5. baskı, 1995, s. 35)
İşte bilimsel yönden bir dayanağı bulunmadığı açıkça ortada olan insanın evrimi masalını ayakta tutan etkenlerden birkaçı bunlardır. Fakat her yeni bulunan fosil, insanın kökeni hakkındaki evrimsel tezleri bir kez daha çıkmaza sokmaktadır.
Kayıp Halkanın Yokluğunun İtirafı
Evrimsel tezlerin çıkmazının son örneği, 2002 yazında Orta Afrika ülkesi Çad’da bulunan yeni bir kafatası fosili oldu. Fransız bilim adamı Michel Brunet tarafından keşfedilen fosile Sahelanthropus tchadensis adı verildi ve bu fosil, Darwinizm dünyasında büyük tepki topladı. Dünyaca ünlü Nature dergisi, fosili duyuran haberinde, “bulunan yeni kafatası, insanın evrimi hakkındaki düşüncelerimizi tamamen batırabilir” itirafında bulundu. (John Whitfield, “Oldest member of human family found”, Nature, 11 July 2002)
Harvard Üniversitesi’nden Daniel Lieberman, bu yeni bulgunun “küçük bir nükleer bomba kadar etkili olacağı”nı söyledi. (D.L. Parsell, “Skull Fossil From Chad Forces Rethinking of Human Origins”, National Geographic News, 10 Temmuz 2002)
Bunun nedeni, bulunan söz konusu fosilin 7 milyon yıl yaşında olmasına rağmen, “insanın en eski atası” olduğu iddia edilen ve 5 milyon yıl yaşındaki Australopithecus türü maymunlardan (evrimcilerin bugüne kadar temel aldıkları kıstaslara göre) sözde daha “insansı” bir yapıya sahip olduğunun düşünülmesiydi. Bu durum, zaten tam bir karmaşa durumunda olan “insanın evrimi” senaryolarını bir kez daha tutarsız hale getiriyordu.
Washington’daki George Washington Üniversitesi’nden evrimci antropolog Bernard Wood, yeni bulunan fosil üzerine önemli bir açıklama yaptı. Wood, tüm 20. yüzyıl boyunca kitlelere empoze edilen “evrim merdiveni” hikayesinin artık geçerliliğinin kalmadığını, evrimin bir “çalı”ya benzetilebileceğini söylüyordu:
Üniversiteye başladığım 1963 yılında, insanın evrimi bir merdiven gibi görülüyordu. Bu merdivenin basamakları, maymundan insana doğru ilerleyen ve her aşaması bir öncekinden daha az maymunsu olan bir seri ara formdan meydana geliyordu... Ama şimdi insanın evrimi (karmakarışık) bir çalıya benziyor... Fosillerin birbirleriyle nasıl bir ilişkisi olduğu ve herhangi birinin gerçekten insanın atası olup olmadığı hala tartışmalı.” (John Whitfield, “Oldest member of human family found”, Nature, 11 Temmuz 2002)
Yeni bulunan maymun fosili konusunda Nature dergisinin editörü ve bir paleoantropolog olan Henry Gee’nin yaptığı yorumlar da son derece önemlidir. Gee, The Guardian gazetesinde yayınlanan yazısında, fosil üzerinde yapılan tartışmalara değinmekte ve şöyle yazmaktadır:
Sonuç ne olursa olsun, bu kafatası, bir kez daha ve kesin olarak göstermiştir ki, eskiden beri kabul edilen (insanla maymun arasındaki) ‘kayıp halka’ düşüncesi saçmadır.... Şu an çok açık olarak görülmelidir ki, zaten her zaman için son derece sallantılı olan kayıp halka düşüncesi, artık tamamen geçerliliğini yitirmiştir. (“Face of Yesterday: Henry Gee on the dramatic discovery of a seven-million-year-old hominid”, The Guardian, 11 Temmuz 2002)
Henry Gee, 1999 basımı In Search of Deep Time (Zamanın Derinliğini Ararken) adlı önemli kitabında da, on yıllardır medyada ve sözde bilimsel evrimci kaynaklarda anlatılan “insan nasıl evrimleşti” hikayelerinin hiçbir bilimsel değerinin olmadığını şöyle açıklar:
Mesela, insanın evriminin, vücudun duruşu, beyin hacmi ile ateş, alet kullanımı gibi teknolojik başarılar ve lisanın ortaya çıkmasını sağlayan el-göz koordinasyonundaki gelişmelere bağlı olarak geliştiği söylenir. Ancak bu gibi senaryolar subjektiftir. Deneylerle asla test edilemezler, öyleyse bilimsel değildirler. Genelde kullanımda olmaları, bilimsel testlere değil, iddialara ve sunuluşlarındaki otoriter yaklaşıma dayanır. Gazeteciler ve manşet yazarlarının, (sözde) atalarımızı bulma arayışları ve kayıp bağların keşfiyle ilgili olarak dört bir yanda sürdürdüğü gevezeliği ele aldığımızda, birçok profesyonel paleontoloğun, canlılığın tarihini senaryo ve hikayelere dayanarak incelemediğini ve evrimsel tarihin hikaye anlatım şeklini, bilimdışı olması yüzünden otuz seneden de fazla bir süre önce bıraktıklarını öğrenmek bir sürpriz gibi gelebilir. (Henry Gee, In Search Of Deep Time, Beyond the Fossil Record to a New Hıstory of Life, s. 5) (vurgu bize aittir.)
Gee, fosil kayıtlarının bir “evrim şeması” ortaya çıkarmadığını, elde sadece “boşluk denizinde yüzüp duran” ilişkisiz fosiller olduğunu ise şöyle vurgulamaktadır:
Yeni fosil bulguları, bu önceden var olan hikayeye uydurulur. Sanki atalar-nesiller zinciri, bizim gerçekten düşünmemiz gereken bir amaçmış gibi biz bu yeni bulgulara ‘kayıp halkalar’ deriz; aslında gerçek farklıdır: bunlar insan önyargılarıyla uyumlu olmaları için şekillendirilen, gerçeğin ardından oluşturulan, tamamen insan icadı olan şeylerdir. Her fosil, bir başka fosille bilinebilir hiçbir bağı olmayan izole bir noktayı temsil eder ve bunların tümü büyük bir boşluk denizinde yüzüp durmaktadır. (Henry Gee, In Search Of Deep Time, s.32)
Evrimin Fosil Kayıtlarındaki Çöküşü
Yazı boyunca bilim adamlarının aktarılan itirafları oldukça büyük önem taşımaktadır. 150 yıldır dünyaya “nasıl var olduk” sorusunun bilimsel cevabı gibi gösterilen evrim teorisinin, aslında sadece belirli bir “dünya görüşü”nün bilime empoze ettiği senaryo olduğunu ifade etmektedirler. Henry Gee, “fosilleri kendimizi ne olarak gördüğümüzü yansıtan bir şekilde ayarlıyoruz. Doğruyu aramıyor, kendi önyargılarımıza uyması için, onu gerçeğin ardından yaratıyoruz” derken, bunu ifade eder.
Sonuçta, 150 yıldır insanlara bilimsel bir gerçek gibi empoze edilen “insanın evrimsel soy kütüğünü”nün tamamen “insan icadı” bir hikaye olduğu, evrimciler tarafından da kabul edilme noktasına gelmiştir. California Berkeley Üniversitesi’nden evrimci biyolog F. Clark Howell’ın 1996’daki bir yazısında belirttiği gibi; “insanın evrimine dair kapsamlı bir teori yoktur... zaten hiçbir zaman gerçekten olmamıştır.” (F. Clark Howell, “Thoughts on the Study and Interpretation of the Human Fossil Record,” ss.1-39 in W. Eric Meikle, F. Clark Howell & Nina G. Jablonski (editors), Contemporary Issues in Human Evolution , Memoir 21 (San Francisco: California Academy of Sciences, 1996), ss. 3, 31)
Gazete manşetlerinin popüler teması olan “kayıp halka”nın hep “kayıp” kalacağı, çünkü böyle bir şey olmadığı evrimciler tarafından açıklanmaktadır. Dolayısıyla, Darwinizm’in diğer efsaneleri gibi insanın evrimi masalı da çıkmazdadır.
Tüm bu bulgular, 20. yüzyılın sonunda evrim teorisini kesin biçimde geçersiz kılmıştır. Ancak bu gerçek dünyanın çoğu ülkesinde kamuoyundan gizlenir ve insanlar evrim masalları ile aldatılmaya devam edilir. Evrim dogmatik bir ısrarla savunulur. Bunun tek nedeni ise, bazı çevrelerin, yaratılış gerçeğini ve dolayısıyla Yüce Allah’ın varlığını ideolojik ve felsefi nedenlerle kabul etmek istemeyişleridir. Yaratılış karşısında öne sürülebilecek tek alternatif evrim olduğu için de, ısrarla bu bilim dışı efsaneyi yaşatmak istemektedirler.
Tarihi eski Yunan’a kadar uzanan bir efsane olan evrim fikri, 19. yüzyılda kapsamlı bir teori olarak ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin’in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki canlı türlerini Yüce Allah’ın ayrı ayrı ve her bir canlıyı bir anda yarattığı gerçeğini reddediyordu. Darwin’e göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin’in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu. Hatta, Darwin’in kitabındaki “Teorinin Zorlukları” başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori birçok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Ancak gelişen bilim, Darwin’in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır. Öyle ki evrim teorisi bugün, lehinde yürütülen tüm propagandalara rağmen, Avustralyalı ünlü moleküler biyolog Michael Denton’ın Evolution: A Theory in Crisis adlı kitabında vurguladığı gibi,”kriz içinde bir teori”dir.
Bir Zamanlar Kayıp Halka Aranıyordu
Darwin insanın kökeni konusunu Türlerin Kökeni’nde değil, bu kitabından 12 yıl sonra yayınladığı İnsanın Türeyişi (The Descent of Man) adlı kitabında ele aldı. İnsanoğlunun sözde evrim basamağının en üst basamağı olduğunu, bir önceki atasının ise günümüz maymunlarına benzer primatlar olduğunu ileri sürdü.
Darwin’in bu iddiasını doğrulayacak herhangi bir kanıtı yoktu. Tek yaptığı, hayvanlar aleminde fiziksel olarak insana benzetebileceği en uygun canlı olan maymunlarla insanoğlu arasında bir akrabalık ilişkisi hayal etmekten ibaretti. Kitabında ırkçı argümanlar da geliştiriyor ve dünya üzerinde yaşayan bazı sözde “ilkel ırklar”ın evrime kanıt oluşturduğunu iddia ediyordu. (Oysa günümüzdeki genetik incelemeler, Darwin’in ve o dönemdeki diğer evrimcilerin savundukları bu ırkçı görüşleri de haksız çıkarmıştır.)
Darwin insanın maymunlarla ortak bir atadan geldiğini ileri sürdüğüne göre, teorisine inananlara bu hayali evrimi kanıtlayacak fosiller bulma görevi düşüyordu. 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren neredeyse tüm Darwinist paleoantropologlar bu amaca yöneldi. Darwinizm’e inanan paleontologlar, insanla maymun arasındaki sözde “kayıp halka”yı bulmak için kazılara giriştiler. Umdukları büyük bulgunun, 1910 yılında İngiltere’de ortaya çıktığını düşündüler. Bu, sonraki 43 yıl boyunca insanın evrimini kanıtlayan çok önemli bir delil olarak dünyaya sunulacak olan “Piltdown Adamı” kafatasıydı. Fosil, Charles Dawson adlı amatör bir paleontolog tarafından ortaya çıkarılmıştı ve bu nedenle kendisine Eoanthropus dawsoni adı verildi. Eoanthropus dawsoni garip bir fosildi: Kafatasının üst kısmı tam bir insan yapısına sahipken, alt çenesi ve dişleri maymunsu özellikler gösteriyordu. Buluş kısa sürede büyük ün kazandı. İngilizler, İngiltere’de bulunan fosili kendi ırklarının atası olarak görüp büyük bir gururla sahiplendiler. Kafatasının büyük oluşu, “İngiliz zekası”nın sözde çok önceleri evrimleştiğinin bir göstergesi olarak yorumlanıyordu. İlerleyen yıllarda Eoanthropus dawsoni hakkında yüzlerce tez yazıldı ve fosilin sergilendiği Londra British Museum’u gezen yüz binlerce ziyaretçi, “insanın evrimi” konusunda ikna edildi.
Evrimcilerin Alışılagelmiş Aldatmacaları
Londra British Museum’u gezen ziyaretçilerin bilmedikleri bir şey vardı: Fosil, bir sahtekarlık ürünüydü. Kafatası üzerinde 1953 yılında yapılan incelemelerde Piltdown Adamı’nın insan ve orangutan kemiklerinin birleştirilmesiyle üretilmiş sahte bir fosil olduğu ortaya çıktı. Bir zamanların sözde en büyük evrim delili, kamuoyunun şaşkınlığı içinde, on yıllardır büyük bir itinayla sergilendiği British Museum’dan çıkarıldı.
1920’lerde Piltdown’dan daha küçük çaplı ama en az onun kadar vahim bir başka skandal daha yaşandı. 1922 yılında ABD’nin Nebraska eyaletinde bulunan bir azı dişi fosiline insan ve maymun arası bir form biçildi ve bu dişten yola çıkılarak hayali bir “Nebraska Adamı” kurgulandı. Ancak 1927’de dişin ne insana ne de maymuna ait olduğu ortaya çıktı. Diş, bir yaban domuzuna aitti.
Bu gibi fiyaskolara rağmen evrimciler insanın kökeni konusunda fosil arayışını sürdürdüler. Zamanla, Australopithecus adı verilen soyu tükenmiş maymunların insanın en eski atası olduğu görüşü yaygınlaştı. Australopithecus’un sırasıyla Homo habilis, Homo rudolfensis ve Homo erectus adı verilen türler tarafından izlendiği ve sonunda bu çizginin Homo sapiens’e yani modern insana ulaştığı, bir evrim klişesi olarak insanların hafızalarına yerleştirilmeye çalışıldı. Ders kitapları, bilim dergileri, magazin dergileri, günlük gazeteler, filmler ve hatta reklam filmleri bile, bu klişeyi ve onu temsil eden “giderek ayağa kalkan maymunlar” dizisi olarak nitelendirilebilecek hayali resmi benimsediler ve hiç sorgulamadan on yıllarca kullandılar. Kısacası, 20. yüzyılın uzunca bir bölümünde, insanın kökeninin evrim teorisine göre açıklandığı düşüncesi konuyu araştırmayan insanlar arasında yaygın bir kabul gördü.
Evrimcileri İtirafa Yönelten Çıkmaz
Darwinist pek çok bilim adamının bildiği ancak insanlara açıklamadığı gibi, insanın kökeninin evrim teorisine göre açıklandığı düşüncesi her ne kadar o dönemde kabul görse de, gerçekler çok daha farklıydı. Elde edilen fosiller hiçbir evrim şemasına uymuyor, oturmuyordu. Daha fazla fosil bulundukça da, sorun çözülmüyor, aksine daha karmaşıklaşıyordu. Sonunda bazı otoriteler gerçeği itiraf etmeye başladılar. ABD’nin en önde gelen paleontologları arasında yer alan Harvard Üniversitesi’nden Niles Eldredge ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden Ian Tattersall, bu konuda şu önemli yorumu yaptılar:
Canlıların evrimsel tarihlerinin bir keşif meselesi olduğu düşüncesi bir efsanedir. Eğer öyle olsaydı, ne kadar çok hominid fosili bulursak, insanın evrimi hikayesinin de o kadar açık hale gelmesi gerekirdi. Oysa eğer bir şey olduysa, bunun tam tersi olmuştur. ( Niles Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, ss.126-127)
Evrim teorisinin önde gelen isimlerinden biri olan Harvard Üniversitesi profesörü Richard Lewontin’in 1995 tarihli bir makalesindeki sözleri de Darwinizm’in bu konuda içine düştüğü umutsuz durumu ifade ediyordu:
Uzak geçmişi düşündüğümüzde, gerçek Homo sapiens türünün öncesine uzandığımızda, dağınık ve kopuk bir fosil kaydı ile karşılaşırız. Bazı paleontologlar tarafından ileri sürülen heyecanlı ve iyimser iddialara rağmen, hiçbir hominid türü bizim direkt atamız olarak kabul edilememektedir. (Lewontin, Richard C., Human Diversity, Scientific American Library: New York NY, 1995, s.163)
Son yıllarda konunun uzmanı olan diğer pek çok evrimci, aslında savundukları teori hakkında son derece kötümser düşüncelere sahip olduklarını açıkladılar. Örneğin ünlü Nature dergisinin bilim editörü Henry Gee, “insanın evrimi ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük bir kutuya sığabilecek kadar az olduğunu” söylüyor ve ekliyordu:
Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların önyargılarına göre şekillenmiştir... Bir grup fosili almak ve bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, ama gece yarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır-eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir, ama bilimsel değildir. (Henry Gee, In Search of Deep Time, New York, The Free Press, 1999, s. 116-117)
Bilim Adamlarının Ortak Kararı : İnsanın Evrimsel Kökeni Yoktur
Klasik “insanın soy ağacı” şablonu bugün ciddi biçimde sorgulanmaktadır. Kanıtları önyargılardan sıyrılarak inceleyen bilim adamları, Australopithecus’tan Homo sapiens’e doğru uzatılan çizginin tamamen zorlama olduğunu, araya konan Homo Habilis ve Homo Erectus gibi ayrı türlerin ise hayali olduklarını belirtmektedirler. Evrimci paleoantropologlar Bernard Wood ve Mark Collard, 1999’da Science’da yayınlanan makalelerinde, Homo Habilis ve Homo Rudolfensis kategorilerinin hayali olduğunu ve bu kategorilere dahil edilen fosillerin aslında Australopithecus genusuna transfer edilmesi gerektiğini savunmuşlardır. (Bernard Wood, Mark Collard, “The Human Genus”, Science, vol. 284, No 5411, 2 April 1999, ss. 65-71) Michigan Üniversitesi’nden Milford Wolpoff ve Canberra Üniversitesi’nden Alan Thorne ise, Homo Erectus’un hayali bir kategori olduğu, bu sınıflamaya dahil edilen fosillerin aslında Homo Sapiens’in birer varyasyonu oldukları düşüncesindedirler. (Pat Shipman, “Doubting Dmanisi”, American Scientist, November- December 2000, s.491)
Bunun anlamı şudur: Ortada soyu tükenmiş bir maymun cinsi olan Australopithecus ile, günümüz insanını ve onun farklı ırksal varyasyonlarını içine alan Homo sapiens türünden başka bir “hominid” yoktur. Yani, insanın evrimsel bir kökeni yoktur.
Bu gerçeği gören kimi uzmanlara göre “insanın evrimi” masalı, materyalist felsefeye inanan bir grup insanın, doğa tarihini kendi dogmatik inançlarına göre yazma çabasından başka bir şey değildir. İngiliz Bilim İlerleme Derneği’nin (British Association for the Advancement of Science) bir toplantısında, Oxford Üniversitesi tarihçisi John Durant bu konuda şu yorumu yapmıştır:
İnsan evrimine dair düşüncelerin, gerek bilim-öncesi gerekse bilimsel toplumlarda benzer işlevler üstlenip üstlenmediği kuşkusuz sorulmaya değer bir konudur... Yakından incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki, her defasında, insanın kökeni hakkındaki fikirler geçmiş kadar bugünü de yansıtmaktadır, geçmişteki atalarımızın deneyimleri kadar kendi deneyimlerimizi yansıtmaktadır.... Bilimin bir an önce efsanesizleştirilmesine acilen ihtiyacımız vardır. (John R. Durant, “The Myth of Human Evolution”, New Universities Quarterly 35 (1981), ss. 425-438)
Kısacası, insanın kökeni hakkındaki evrim teorileri, bu teorileri üretenlerin önyargılarını ve felsefi inançlarını yansıtmaktan başka bir işlev görmemektedir. Bu gerçeği kabul eden bir diğer evrimci, Arizona State Üniversitesi antropoloğu Geoffrey Clark’tır. Clark, 1997’deki bir yazısında bunu şöyle ifade etmektedir:
Önümüzdeki bir grup alternatif araştırma sonucundan bir tanesini, daha önceki varsayımlarımıza ve önyargılarımıza göre seçiyoruz - bu hem politik hem de subjektif bir işlem... Paleoantropolojinin sadece şekli bilimseldir, içeriği değil. (G. A. Clark, C. M. Willermet, Conceptual Issues in Modern Human Origins Research, New York, Aldine de Gruyter, 1997, s. 76)
Medya Propagandasının İçyüzü
Görüldüğü gibi insanın evrimi iddiası, bizzat bu iddianın şekillenmesinde rol oynayan kimseler tarafından dayanaksız bulunmaktadır. İddia bilime değil, teoriyi şekillendirenlerin inanç ve önyargılarına dayalıdır. Fakat ilginç olan nokta, paleoantropoloji dünyasındaki bu “itiraf”ların hiçbir zaman medyaya yansımamasıdır. Aksine Darwinizm’i savunan bir kısım medya, evrim teorisinin içine düştüğü bu çıkmazı özenle gizlemekte ve kitlelere hep “evrim teorisinin her gün yeni bir kanıtı bulunduğu” aldatmacasını söylemektedir. Yale ve California Berkeley Üniversitelerinde yüksek lisans ve doktora yapmış Amerikalı bir biyolog olan Jonathan Wells, Icons of Evolution: Science or Myth, Why Much of What We Teach About Evolution is Wrong? (Evrimin İkonları: Bilim mi Efsane mi, Evrim Hakkında Öğrettiğimiz Pek Çok Şey Neden Yanlış?) adlı 2000 yılı basımı kitabında insanları aldatmaya yönelik bu propaganda mekanizmasını şöyle özetler:
Toplumun geneli, insanın kökeni hakkındaki derin belirsizliğe dair bilimsel uzmanların yaptıkları açıklamalardan çok nadiren haberdar edilir. Bunun yerine, şu veya bu kimsenin en son teorisi ile besleniriz ve bize bizzat paleoantropologların bunun üzerinde anlaşamadıkları gerçeği aktarılmaz. Ve tipik olarak, teori mağara adamlarının veya “bol makyajlı” insan atalarının hayali resimleri ile süslenir... Görünen odur ki, bilimin hiçbir alanında bu kadar az malzeme üzerine bu kadar fazla kurgu yapılmamıştır. (Jonathan Wells, Icons of Evolution: Science or Myth, Why Much of What We Teach About Evolution is Wrong, s. 225)
Peki evrimi savunan bir kısım medyanın haberlerine manşet olan, “insanın evrimi artık kanıtlanmış bir gerçektir” gibi asılsız iddialarla gazete ve televizyonlarda yer alan bilim adamları kimlerdir? Bunlar, paleoantropolojiyi dayanaksız bulan bilim adamlarından niçin farklı düşünmektedirler?
Evrimci Greg Kirby, Biyoloji Öğretmenleri Birliği’nin toplantısında yaptığı bir konuşmada bu psikolojiyi şöyle ifade etmiştir:
Eğer bütün hayatınızı kemik toplamak, kafatasının ve çenenin küçük parçalarını bulmak için harcıyorsanız, bu küçük parçaların önemini abartmak için çok güçlü bir istek duyarsınız. (Paul S. Taylor, Origins Answer Book, 5. baskı, 1995, s. 35)
İşte bilimsel yönden bir dayanağı bulunmadığı açıkça ortada olan insanın evrimi masalını ayakta tutan etkenlerden birkaçı bunlardır. Fakat her yeni bulunan fosil, insanın kökeni hakkındaki evrimsel tezleri bir kez daha çıkmaza sokmaktadır.
Kayıp Halkanın Yokluğunun İtirafı
Evrimsel tezlerin çıkmazının son örneği, 2002 yazında Orta Afrika ülkesi Çad’da bulunan yeni bir kafatası fosili oldu. Fransız bilim adamı Michel Brunet tarafından keşfedilen fosile Sahelanthropus tchadensis adı verildi ve bu fosil, Darwinizm dünyasında büyük tepki topladı. Dünyaca ünlü Nature dergisi, fosili duyuran haberinde, “bulunan yeni kafatası, insanın evrimi hakkındaki düşüncelerimizi tamamen batırabilir” itirafında bulundu. (John Whitfield, “Oldest member of human family found”, Nature, 11 July 2002)
Harvard Üniversitesi’nden Daniel Lieberman, bu yeni bulgunun “küçük bir nükleer bomba kadar etkili olacağı”nı söyledi. (D.L. Parsell, “Skull Fossil From Chad Forces Rethinking of Human Origins”, National Geographic News, 10 Temmuz 2002)
Bunun nedeni, bulunan söz konusu fosilin 7 milyon yıl yaşında olmasına rağmen, “insanın en eski atası” olduğu iddia edilen ve 5 milyon yıl yaşındaki Australopithecus türü maymunlardan (evrimcilerin bugüne kadar temel aldıkları kıstaslara göre) sözde daha “insansı” bir yapıya sahip olduğunun düşünülmesiydi. Bu durum, zaten tam bir karmaşa durumunda olan “insanın evrimi” senaryolarını bir kez daha tutarsız hale getiriyordu.
Washington’daki George Washington Üniversitesi’nden evrimci antropolog Bernard Wood, yeni bulunan fosil üzerine önemli bir açıklama yaptı. Wood, tüm 20. yüzyıl boyunca kitlelere empoze edilen “evrim merdiveni” hikayesinin artık geçerliliğinin kalmadığını, evrimin bir “çalı”ya benzetilebileceğini söylüyordu:
Üniversiteye başladığım 1963 yılında, insanın evrimi bir merdiven gibi görülüyordu. Bu merdivenin basamakları, maymundan insana doğru ilerleyen ve her aşaması bir öncekinden daha az maymunsu olan bir seri ara formdan meydana geliyordu... Ama şimdi insanın evrimi (karmakarışık) bir çalıya benziyor... Fosillerin birbirleriyle nasıl bir ilişkisi olduğu ve herhangi birinin gerçekten insanın atası olup olmadığı hala tartışmalı.” (John Whitfield, “Oldest member of human family found”, Nature, 11 Temmuz 2002)
Yeni bulunan maymun fosili konusunda Nature dergisinin editörü ve bir paleoantropolog olan Henry Gee’nin yaptığı yorumlar da son derece önemlidir. Gee, The Guardian gazetesinde yayınlanan yazısında, fosil üzerinde yapılan tartışmalara değinmekte ve şöyle yazmaktadır:
Sonuç ne olursa olsun, bu kafatası, bir kez daha ve kesin olarak göstermiştir ki, eskiden beri kabul edilen (insanla maymun arasındaki) ‘kayıp halka’ düşüncesi saçmadır.... Şu an çok açık olarak görülmelidir ki, zaten her zaman için son derece sallantılı olan kayıp halka düşüncesi, artık tamamen geçerliliğini yitirmiştir. (“Face of Yesterday: Henry Gee on the dramatic discovery of a seven-million-year-old hominid”, The Guardian, 11 Temmuz 2002)
Henry Gee, 1999 basımı In Search of Deep Time (Zamanın Derinliğini Ararken) adlı önemli kitabında da, on yıllardır medyada ve sözde bilimsel evrimci kaynaklarda anlatılan “insan nasıl evrimleşti” hikayelerinin hiçbir bilimsel değerinin olmadığını şöyle açıklar:
Mesela, insanın evriminin, vücudun duruşu, beyin hacmi ile ateş, alet kullanımı gibi teknolojik başarılar ve lisanın ortaya çıkmasını sağlayan el-göz koordinasyonundaki gelişmelere bağlı olarak geliştiği söylenir. Ancak bu gibi senaryolar subjektiftir. Deneylerle asla test edilemezler, öyleyse bilimsel değildirler. Genelde kullanımda olmaları, bilimsel testlere değil, iddialara ve sunuluşlarındaki otoriter yaklaşıma dayanır. Gazeteciler ve manşet yazarlarının, (sözde) atalarımızı bulma arayışları ve kayıp bağların keşfiyle ilgili olarak dört bir yanda sürdürdüğü gevezeliği ele aldığımızda, birçok profesyonel paleontoloğun, canlılığın tarihini senaryo ve hikayelere dayanarak incelemediğini ve evrimsel tarihin hikaye anlatım şeklini, bilimdışı olması yüzünden otuz seneden de fazla bir süre önce bıraktıklarını öğrenmek bir sürpriz gibi gelebilir. (Henry Gee, In Search Of Deep Time, Beyond the Fossil Record to a New Hıstory of Life, s. 5) (vurgu bize aittir.)
Gee, fosil kayıtlarının bir “evrim şeması” ortaya çıkarmadığını, elde sadece “boşluk denizinde yüzüp duran” ilişkisiz fosiller olduğunu ise şöyle vurgulamaktadır:
Yeni fosil bulguları, bu önceden var olan hikayeye uydurulur. Sanki atalar-nesiller zinciri, bizim gerçekten düşünmemiz gereken bir amaçmış gibi biz bu yeni bulgulara ‘kayıp halkalar’ deriz; aslında gerçek farklıdır: bunlar insan önyargılarıyla uyumlu olmaları için şekillendirilen, gerçeğin ardından oluşturulan, tamamen insan icadı olan şeylerdir. Her fosil, bir başka fosille bilinebilir hiçbir bağı olmayan izole bir noktayı temsil eder ve bunların tümü büyük bir boşluk denizinde yüzüp durmaktadır. (Henry Gee, In Search Of Deep Time, s.32)
Evrimin Fosil Kayıtlarındaki Çöküşü
Yazı boyunca bilim adamlarının aktarılan itirafları oldukça büyük önem taşımaktadır. 150 yıldır dünyaya “nasıl var olduk” sorusunun bilimsel cevabı gibi gösterilen evrim teorisinin, aslında sadece belirli bir “dünya görüşü”nün bilime empoze ettiği senaryo olduğunu ifade etmektedirler. Henry Gee, “fosilleri kendimizi ne olarak gördüğümüzü yansıtan bir şekilde ayarlıyoruz. Doğruyu aramıyor, kendi önyargılarımıza uyması için, onu gerçeğin ardından yaratıyoruz” derken, bunu ifade eder.
Sonuçta, 150 yıldır insanlara bilimsel bir gerçek gibi empoze edilen “insanın evrimsel soy kütüğünü”nün tamamen “insan icadı” bir hikaye olduğu, evrimciler tarafından da kabul edilme noktasına gelmiştir. California Berkeley Üniversitesi’nden evrimci biyolog F. Clark Howell’ın 1996’daki bir yazısında belirttiği gibi; “insanın evrimine dair kapsamlı bir teori yoktur... zaten hiçbir zaman gerçekten olmamıştır.” (F. Clark Howell, “Thoughts on the Study and Interpretation of the Human Fossil Record,” ss.1-39 in W. Eric Meikle, F. Clark Howell & Nina G. Jablonski (editors), Contemporary Issues in Human Evolution , Memoir 21 (San Francisco: California Academy of Sciences, 1996), ss. 3, 31)
Gazete manşetlerinin popüler teması olan “kayıp halka”nın hep “kayıp” kalacağı, çünkü böyle bir şey olmadığı evrimciler tarafından açıklanmaktadır. Dolayısıyla, Darwinizm’in diğer efsaneleri gibi insanın evrimi masalı da çıkmazdadır.
Tüm bu bulgular, 20. yüzyılın sonunda evrim teorisini kesin biçimde geçersiz kılmıştır. Ancak bu gerçek dünyanın çoğu ülkesinde kamuoyundan gizlenir ve insanlar evrim masalları ile aldatılmaya devam edilir. Evrim dogmatik bir ısrarla savunulur. Bunun tek nedeni ise, bazı çevrelerin, yaratılış gerçeğini ve dolayısıyla Yüce Allah’ın varlığını ideolojik ve felsefi nedenlerle kabul etmek istemeyişleridir. Yaratılış karşısında öne sürülebilecek tek alternatif evrim olduğu için de, ısrarla bu bilim dışı efsaneyi yaşatmak istemektedirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder