29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

Cumhuriyetimizin 87. Yılı kutlu olsun.


Türk Bayrağı - Türk İslam Birliği

Türk-İslam Birliği Atatürk'ün de İşaret Ettiği Büyük Bir Hedeftir


``Bütün İslam aleminin manen olduğu kadar maddeten de birlik içinde ve müttefik hale gelmesinden sadece sevinç duyarız. Bunun için de bizim kendi hudutlarımız içerisinde bağımsız olduğumuz gibi, Suriyeliler ve Iraklılar da milli hakimiyete dayalı bağımsız bir güç olarak ortaya çıkabilmelidirler.`` (Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920, 4. (gizli) oturum)



Mustafa Kemal Atatürk: "Türk Birliği`nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk Birliği`ne inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliği`yle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır.



Türk'ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek."

İncil, Üçleme İnancını Reddeder. İncil'de Allah'ın Birliğini ve Şirk Koşmamayı Haber Veren Pasajlar


Onların tartışmalarını dinleyen ve İsa'nın onlara güzel yanıt verdiğini gören bir din bilgini yaklaşıp ona, "Buyrukların en önemlisi hangisidir?" diye sordu. İsa şöyle karşılık verdi: "[Allah'ın buyruklarının] en önemlisi şudur: 'Dinle, ey İsrail! Allah'ımız Rab tek Rab'dir… Din bilgini İsa'ya, "İyi söyledin, öğretmenim" dedi. "'Allah tektir ve O'ndan başkası yoktur' demekle doğruyu söyledin." (Markos, 12:28-32)

... Allah birdir.(Pavlus'tan Galatyalılara Mektup, 3:20)

... Rab birdir.Çeşitli etkinlikler vardır, ama herkeste hepsini etkin kılan aynı Allah'tır. (Pavlus'tan Korintlilere 1. Mektup, 12:5-6)

Tek bir Allah vardır...(Pavlus'tan Timoteos'a 1. Mektup, 2:5)

İsa ona şöyle karşılık verdi: "... Allah'ın Rab'be tapacak, yalnız O'na kulluk edeceksin" diye yazılmıştır. (Matta, 4:10)

Kurtarıcımız Tek Allah'a yücelik olsun...(Yahuda'nın Mektubu, 1:24)

Sen Allah'ın bir olduğuna inanıyorsun, iyi ediyorsun.Cinler bile buna inanıyor ve [Allah korkusuyla] titriyorlar! (Yakup'un Mektubu, 2:19)
Sonsuz çağların Hükümranı, ölümsüz, göze görünmez tek Allah'a çağlar çağı onur ve yücelik olsun. (Pavlus'tan Timoteos'a 1. Mektup, 1:17)

Birbirinizi yücelten ve tek olan Allah'tan gelen yüceliği aramayan sizler, bana nasıl iman edebilirsiniz? (Yuhanna, 5:44)


İsa yola çıkarken, biri koşarak yanına geldi. Önünde diz çöküp ona, "İyi öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için ne yapmalıyım?" diye sordu. İsa ona, "... iyi olan tek biri var, O da Allah'tır." (Markos, 10:17-18)

... Biliyoruz ki put, dünyada gerçekte var olmayan bir şeydir ve birden fazla ilah yoktur... Bizim için tek Allah vardır: Herşeyin Kendisi'nden oluştuğu Allah. Bizler de O'nun için yaşamaktayız... (Pavlus'tan Korintlililere 1. Mektup, 8:4-6)

... Bir tek Allah'ınız var...(Matta, 23:9)

İsa, "Bana neden iyilik hakkında soru soruyorsun?" dedi. "İyi olan yalnız biri var.Yaşama kavuşmak istiyorsan, O'nun [Allah'ın] buyruklarını yerine getir." (Matta, 19:17)

Yerde ya da gökte ilah diye adlandırılanlar varsa da... [Allah'ı tenzih ederiz] bizim için tek bir Allah vardır. O herşeyin kaynağıdır, bizler O'nun için yaşıyoruz. (Pavlus'tan Korintlilere 1. Mektup, 8:5)

... Rab bir, iman bir... Herşeyden üstün, herşeyle ve herşeyde olan herkesin Allah'ı... birdir. (Pavlustan Efeslilere Mektup, 4:4-6)
Her evin bir yapıcısı vardır, herşeyin yapıcısı ise Allah'tır. (İbranilere Mektup, 3:4)


Şirk Koşmadan Sadece Allah'a Kulluk Etmek

İsa ona şu karşılığı verdi: "'Allah'ın olan Rab'be tap, yalnız O'na kulluk et' diye yazılmıştır." (Luka, 4:8)

İsa onlara şu karşılığı verdi:... 'Allah'ın olan Rabbe tap, yalnız O'na kulluk et' diye yazılmıştır. (Matta, 4:10)

... Sevgili kardeşlerim, putperestlikten kaçının. (Pavlus'tan Korintlilere 1. Mektup, 10:14)
Herkes bizi ne kadar iyi karşıladığınızı anlatıp duruyor. Yaşayan gerçek Allah'a kulluk etmek... üzere putlardan Allah'a nasıl döndüğünüzü anlatıyorlar. (Pavlus'tan Selaniklilere 1. Mektup, 1:9-10)

Ölümsüz Allah'ın yüceliği yerine ölümlü insana, kuşlara, dört ayaklılara, sürüngenlere benzeyen putları yeğlediler [Allah'ı tenzih ederiz]... Onlar Allah ile ilgili gerçeğin yerine yalanı koydular. Yaradan'ın yerine yaratığa tapıp kulluk ettiler. [Allah'ı tenzih ederiz.] Oysa Allah sonsuza dek övülmeye layıktır... (Pavlus'tan Romalılara Mektup, 1:23-25)

[Hz. İsa (as):] "Hiçbir uşak iki efendiye kulluk edemez… Siz hem Allah'a, hem paraya kulluk edemezsiniz [Allah'ı tenzih ederiz]." (Luka, 16:13)

... İçinizdeki 'ışık' karanlıksa, ne korkunçtur o karanlık! Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Allah'a, hem de paraya kulluk edemezsiniz. (Matta, 6:23-24)

... Hâlâ putperest alışkanlıklarının etkisinde kalan bazıları, yedikleri etin puta sunulduğunu düşünüyorlar. Vicdanları zayıf olduğu için lekeleniyor. Yiyecek bizi Allah'a yaklaştırmaz. Yemezsek bir kaybımız olmaz, yersek de bir kazancımız olmaz. (Pavlus'tan Korintlilere 1. Mektup, 8:7-8)

Putperestler kurbanlarını Allah'a değil, cinlere sunuyorlar.Cinlerle paydaş olmanızı istemem. Hem Rab'bin, hem cinlerin kasesinden içemezsiniz; hem Rab'bin, hem cinlerin sofrasına ortak olamazsınız. (Pavlus'tan Korintlilere 1. Mektup, 10:20-21)

Putlara sunulan kurban etinin yenmesine gelince, biliyoruz ki, "Dünyada put bir hiçtir" ve"Birden fazla Allah yoktur". (Pavlus'tan Korintlilere 1. Mektup, 8:4)

Yavrularım, kendinizi putlardan koruyun. (Yuhanna'nın 1. Mektubu, 5:21)

Geriye kalan insanlar, yani bu belalardan ölmemiş olanlar, kendi elleriyle yaptıkları putlardan dönüp tövbe etmediler. Cinlere ve göremeyen, işitemeyen, yürüyemeyen altın, gümüş, tunç, taş, tahta putlara tapmaktan vazgeçmediler. (Vahiy, 9:20) 




İncil'de Tevhid İnancı İle İlgili Bölümlerden Örnekler


… 'Dinle, ey İsrail! Allah'ımız olan Rab tek Rab'dir. Allah'ın olan Rab'bi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün aklınla ve bütün gücünle sev'. (Markos, 12/29-30)

İsa yola çıkarken, biri koşarak yanına geldi. Önünde diz çöküp ona, "İyi öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için ne yapmalıyım?" diye sordu. İsa ona, "Bana neden iyi diyorsun?" dedi, "iyi olan tek biri var, O da Allah'tır." (Markos, 10/17-18)

... Allah birdir. (Galatyalılara Mektup, 3/20)

Ölümsüz Allah'ın yüceliği yerine ölümlü insana, kuşlara, dört ayaklılara ve sürüngenlere benzeyen putları yeğlediler. Onlar Allah'la ilgili gerçeğin yerine yalanı koydular. Yaradan'ın yerine yaratığa tapıp kulluk ettiler. Oysa Allah sonsuza dek övülmeye layıktır. (Pavlus'un Romalılara Mektubu, 1/23-25)

... Bizim için tek Allah vardır: Herşeyin Kendisi'nden oluştuğu Allah. Bizler de O'nun için yaşamaktayız... (Korintoslulara 1. Mektup, 8/6)

... birden fazla Tanrı yoktur. (Pavlus'un Korintlilere Birinci Mektubu, 8/4)

... "Gücü herşeye yeten, var olan ve var olmuş olan Rab Tanrı! Sana şükrediyoruz..." (Yuhanna'ya Gelen Esinleme, 11/16-17)

Sonsuz çağların hükümranı, ölümsüz, göze görünmez tek Tanrı'ya çağlar çağı onur ve yücelik olsun. (Timoteos'a 1. Mektup, 1/17)

Sen Allah'ın Bir olduğuna inanıyorsun, iyi ediyorsun... (Yakup'un Mektubu, 2/19)

Kurtarıcımız Tek Allah'a yücelik olsun... (Yahuda'nın Mektubu, 24)

Birbirinizi yücelten ve tek olan Allah'tan gelen yüceliği aramayan sizler, bana nasıl iman edebilirsiniz? (Yuhanna, 5/44)



Harun Yahya Wallpaper


Harun Yahya Wallpaper (Seal of the Prophet)
Harun Yahya Masaüstü Resmi (Mühr- ü Şerif)
1280 x 800



Tasarım Harikası Bir Canlı: Karınca


Karıncaların küçük bedenlerinde yaratılmış olan muazzam mekanizma, çok özel bir tasarım örneğidir...

Yeryüzünde en kalabalık nüfusa sahip olan canlılar, karıncalardır. Her yeni doğan 40 insana karşılık, 700 milyon karınca dünyaya gelir ve bu canlılar hakkında öğrenebileceğimiz çok fazla bilgi vardır. 

Böcek türlerinin en "sosyal"lerinden biri olan karıncalar, son derece iyi "örgütlenmiş" bir düzen içinde, "koloni" adı verilen topluluklar halinde yaşarlar. Örgütlenmeleri öyle gelişmiş bir düzen içindedir ki, bu açıdan insanlarınkine benzer bir uygarlığa sahip oldukları bile söylenebilir. Karıncalar kendileri açısından en ideal olan sosyal sistemi ve birbirinden kusursuz yeteneklerini milyonlarca sene öncesinden günümüze kadar hiçbir aksaklığa uğramadan getirmişlerdir. 

Karıncalar Asit Fabrikası Kurabilir mi?

Yeryüzünde yaşayan küçük fakat kalabalık canlı topluluklarından olan karıncalar, adeta bir kimya mühendisi gibi çalışırlar ve gerektiğinde uzman bir gezgin gibi istedikleri yönü bulabilirler.

Hemen her yerde rastladığımız karıncaların vücutlarında birer kimya laboratuvarı olduğunu biliyor muydunuz? Karıncaların küçük bedenlerinde yaratılmış olan bu muazzam mekanizma, çok özel bir tasarım örneğidir. 

Karıncaların vücutlarında, formik asit (H2CO2) isimli kimyasal maddeyi üreten bezler vardır. Antibiyotik etkisine sahip bu maddeyi, karıncalar düzenli olarak vücutlarına sürerler. Bu şekilde, hem yuvalarında hem de kendi üzerlerinde bakteri ve mantar oluşumunu engellemiş olurlar. 

Karıncaların vücutlarından salgılanan bu asitten haberdar olmaları ve bunu nasıl kullanacaklarını bilmeleri elbette ki hayranlık uyandıran yaratılış delillerinden sadece biridir. Bunun gibi bir diğer hayranlık uyandıran delil ise, başka canlıların da karıncaların bu özelliğinin farkında olup, bundan yararlanmasıdır. 

Bazı kuş türleri karıncaların toplu halde bulundukları yerlere giderek, onların tüylerinin arasında dolaşmalarına izin verirler. Bunun sonucunda bütün vücudu formik aside bulanan kuş, üzerindeki tüm parazitlerden kurtulmuş olur. 

Bir karıncanın, mantara karşı formik asidin etkili olduğunu kendiliğinden bilmesi ve bu asidin formülünü öğrenmesi mümkün değildir. Normal şartlarda son derece tehlikeli bir kimyasal olan formik asitten hiçbir şekilde zarar görmemeyi başarması ise oldukça zordur. Dahası kuşların karıncalarda formik asit olduğunu ve bunu parazitlerinden kurtulmak için kullanabileceklerini bilmeleri de imkansızdır. 

Fakat bütün bunlardan önce, söz konusu kimyasal maddenin nasıl ortaya çıktığı sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir. Özelliği olan, işe yarayan, etkili bir kimyasalın kendiliğinden ortaya çıkması imkansızdır. Bu kimyasalın antiseptik özelliklerini gösterebilmesi, kendine has niteliklere tam olarak sahip olabilmesi için içerdiği tüm elementlerle birlikte özel olarak üretilmesi gereklidir. Bu ise, bir kimya laboratuvarının varlığını gerektirir. 

Durum böyleyken, bu maddeyi karıncanın üretmiş olması ya da tesadüflerin böyle bir iş başarmış olmaları kuşkusuz son derece mantık dışıdır. Karıncanın bedeninde asit üretilirken, aynı zamanda bundan korunmasını sağlayacak özel bir mekanizmaya da ihtiyaç vardır. Bu mekanizma olmadan, karınca bu mucizevi işlemi ne kadar kusursuz yaparsa yapsın, ürettiği maddeden mutlaka zarar görecektir. Dolayısıyla karınca hem üretim hem de korunma mekanizmalarının ikisine de aynı anda sahip olmalıdır. Bu yönü ile söz konusu mekanizma, evrimci iddiaları bir kez daha çürütmektedir. Çünkü böyle bir sistemin evrimcilerin iddia ettiği gibi aşama aşama oluşma imkanı yoktur. 

Bu mucizevi varlıklar, sahip oldukları kusursuz özellikleri ile beraber, Allah’ın üstün yaratışının delillerinden yalnızca biridir. Karınca yuvalarına giderek formik asitten faydalanmalarını kuşlara ilham eden elbette Yüce Allah’tır. İlim bakımından her şeyi kuşatan Allah, tüm canlıların ihtiyacını bilen ve onları eksiksiz olarak yaratandır. 

Karıncanın Gözlerindeki Pusula 

Yön bulabilmek için pusulaya, bir de haritaya ihtiyaç vardır. Harita insana nerede olduğunu, pusulaysa nereye gideceğini gösterir. Tunus'un Akdeniz kıyısındaki Mahore's yakınlarında yaşayan siyah çöl karıncası ise, bunların hiçbirini kullanmamasına karşın yönünü hatasız olarak belirleyebilmektedir. 

Karınca, sabah güneşinin yükselmesiyle birlikte 70oC kadar yükselen çöl kumunun sıcağında, besin aramak için yuvasından çıkar. 

Çöl karıncası yuvasından, 200 metre uzağa kadar varabilen bir alanda sık sık durarak ve olduğu yerde dönerek dolambaçlı bir yol izler. Ama bu zikzakların bütün karmaşıklığına rağmen, yiyeceğini bulduğunda, hemen yuvasına doğru düz bir çizgi şeklinde bir rota izleyerek yola koyulur. Karıncanın bu yolculuğu, boyu ile kıyaslandığında, bir insanın çölde 35-40 km. dolaştıktan sonra, pusula vs. kullanmadan başladığı noktaya doğrudan dönmesine denk bir yolculuktur. (Bilim ve Teknik Dergisi, TÜBİTAK, Mayıs, 1995, Sayı 330, s. 69) 

Çöl gibi bir arazide yön belirlemeye yarayan işaretlerin azlığı düşünüldüğünde, -ki karıncanın yolda gördüğü işaretleri hafızasında tutup, yolunu onlara bakarak bulması da başka bir mucize olurdu- karıncanın başardığı işin önemi daha iyi anlaşılacaktır. 

Karıncanın ne bir pusulası ne de haritası vardır. Ancak gözlerine Yüce Allah'ın yerleştirdiği yön tayin sistemi bütün bu aletlerden üstündür. Karıncanın gözleri insanların sahip olmadığı bir özelliğe sahiptir: Çöl karıncası ışığı polarize edebilir. Bu işlem sırasında bizim göremediğimiz bazı ışınları görür ve bunları kullanarak çevresine baktığı her an kuzey-güney şeklinde kesin bir yön tayini yapabilir. Böylece her an yuvasının hangi tarafta olduğunu tahmin eder ve geri dönerken hiçbir zorluk çekmez. Bir karıncanın insanların bile yeni haberdar olduğu ışığın polarizasyon özelliğini bilmesi nasıl açıklanabilir? Üstelik karınca bundan bir pusula gibi faydalanmaktadır. Bütün bunları karıncanın kendisinin biliyor olması elbette ki mümkün değildir. 

Şüphesiz karıncanın sahip olduğu bu kompleks göz yapısını evrimcilerin iddia ettiği gibi rastgele oluşan tesadüflerle açıklamak imkansızdır. Tüm çöl karıncaları dünyadaki ilk günlerinden beri bu özellikte gözlere sahiptir. Bu gözler; onların, diğer tüm canlıların ve bizim Yaratıcımız olan Yüce Alllah’ın apaçık varlığının delillerinden yalnızca biridir. 



Evrimi Yalanlayan Bilimsel Bulgular


Evrim teorisi, yaşadıkları ortama en iyi uyum sağlayan canlıların daha çok yaşama ve çoğalma imkanı bulduklarını ve bu şekilde faydalı özelliklerini sonraki nesillere aktarabildiklerini, türlerin bu "mekanizma"yla evrimleştiğini iddia etmektedir...

1 – Doğal Seleksiyon Canlılardaki Kompleks Sistemleri Açıklayamamaktadır

Evrim teorisi, yaşadıkları ortama en iyi uyum sağlayan canlıların daha çok yaşama ve çoğalma imkanı bulduklarını ve bu şekilde faydalı özelliklerini sonraki nesillere aktarabildiklerini, türlerin bu "mekanizma"yla evrimleştiğini iddia etmektedir.

Örneğin bir bölgede yaşayan tavşanlardan hızlı koşanlar hayatta kalır, diğerleri ise ölürler. Birkaç nesil sonra bu bölgedeki tavşanlar daha hızlı koşan bireylerden oluşur. Ancak, hiçbir zaman bu tavşanlar başka bir canlı türüne (örneğin tazılara veya tilkilere) evrimleşmezler.

Doğal seleksiyonla evrimleşme teorisinin en büyük açmazı, doğal seleksiyon vasıtasıyla canlıların yeni organlar ve özellikler kazanmamalarıdır. Doğal seleksiyon yoluyla sadece bir popülasyon içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireyler ayıklanır. Doğal seleksiyon vasıtasıyla yeni canlı türleri, yeni genetik bilgi ya da yeni organlar ortaya çıkamaz; yani, canlılar evrimleşemez.  Harvard Üniversitesi paleontoloğu Stephen J. Gould, doğal seleksiyonun bu açmazını şöyle dile getirmektedir:

‘Darwinizm'in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: "Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür." Kimse seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinist teori, "uygun olanı yaratması"nı da istemektedir.’(Stephen Jay Gould, “The Return of Hopeful Monsters”, Natural History, cilt 86, Temmuz-Ağustos 1977, s. 28)
Darwin de bu gerçeği  "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz." diyerek kabul etmiştir.(Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 177.)

Doğal seleksiyon konusunda kullanılan yanıltıcı üsluplardan biri, bu mekanizmanın bilinçli bir tasarımcı gibi anlaşılmasıdır. Oysa doğal seleksiyonun bir bilinci yoktur. Canlılar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edecek bir akla sahip değildir. Bu nedenle doğal seleksiyon, kompleks yapıya sahip sistemlerin ve organların nasıl var olduklarını asla açıklayamaz.

2- Mutasyonlar Canlılara Zarar Verirler

Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir.

Mutasyonlar DNA'yı oluşturan nükleotidleri tahrip eder ya da yerlerini değiştirirler. Çoğu zaman da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep olurlar.
Dolayısıyla mutasyon, hiç de sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe ve mükemmele götürmez. Mutasyonların net etkisi zararlıdır. Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil'deki insanların uğradıkları türden değişiklikler olabilir: Yani ölüler ve sakatlar...

Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı biyolog B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar: 

‘İlk olarak, mutasyonlar doğada çok ender meydana gelirler. İkinci olarak, bunlar genlerin yapısındaki düzenli değişiklikler değil, rastgele değişikliklerdir; bu nedenle çoğunlukla zararlıdırlar. Son derece düzenli bir sistem içindeki rastgele herhangi bir değişiklik, daha iyiye yönelik değil, daha kötüye yönelik olacaktır. Örneğin eğer bir deprem, bina gibi son derece düzenli bir yapıyı sarsacak olursa, binanın iskeletinde rastgele bir değişiklik olacak ve bu binayı kesinlikle geliştirmeyecektir.’(B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.)
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü.

İkinci Dünya Savaşı'nın ardından nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi'nin (Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında evrimci bilim adamı Warren Weaver şöyle diyordu:

‘Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki -yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi- pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir?’(Warren Weaver, “Genetic Effects of Atomic Radiation”, Science, cilt 123, 29 Haziran 1956, s. 1159)

Yıllar boyu sürdürülen "faydalı mutasyon oluşturma" çabalarının tamamı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Evrimci biyologlar, çok hızlı ürediği ve mutasyona uğratılması kolay olduğu için, meyve sinekleri üzerinde on yıllarca mutasyon denemeleri yaptılar. Bu canlılar olabilecek her türlü mutasyona milyonlarca kez uğratıldı. Ama tek bir faydalı mutasyon gözlemlenmedi. Gordon Taylor, bu konuda şunları yazar:

‘Bu çok çarpıcı ama bir o kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için laboratuvarlarda meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller.’(Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, New York, Harper & Row, 1983, s. 48.)

3- Fosil Kayıtlarında Ara Geçiş Formları Yoktur

 Eğer dünyamızda gerçekten bir evrim süreci yaşanmış, yani canlı türleri tek bir ortak atadan kademeli olarak türemiş olsalardı, bunun kanıtlarını en açık olarak fosil kayıtlarında görebilirdik. Ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé, bu konuda şunları söyler:

‘Doğa bilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar. Sadece paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir.’(Pierre P. Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s. 82.) 

Bunun nedenini anlamak için, evrim teorisinin temel iddiasını kısaca gözden geçirmek gerekecektir:

Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir; önceden tesadüfen var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Bu iddiaya göre, bitkiler, havyanlar, mantarlar, bakteriler hep aynı kaynaktan gelmişlerdir. Hayvanların 100'e yakın farklı filumu (yani yumuşakçalar, eklembacaklılar, solucanlar, süngerler gibi temel kategorileri) hep tek bir ortak atadan türemiştir. Teoriye göre bu gibi omurgasız canlılar zamanla (ve tesadüfen) omurga kazanarak balıklara, balıklar amfibiyenlere, onlar sürüngenlere, sürüngenlerin bir kısmı kuşlara, bir kısmı ise memelilere dönüşmüştür. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara tür"ün oluşmuş ve yaşamış olması gerekir.

Sözgelimi, geçmişte balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı amfibiyen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı amfibiyen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Örneğin bir sürüngenin ön ayakları her jenerasyonda bir parça daha kuş kanadına benzemelidir. Yüzlerce jenerasyon boyunca bu türün ne tam ön ayakları ne de tam kanatları olacak, yani bu canlı sakat ve kusurlu olarak yaşayacaktır. Evrimcilerin geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik canlılara "ara geçiş formu" adı verilir.

Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışsa, bunların sayılarının ve türlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması, fosillerine de dünyanın dört bir yanında rastlanması gerekir. Bu gerçeği Darwin de kabul etmiş ve neden birçok ara geçiş formu olması gerektiğini şöyle açıklamıştı:

 ‘Tüm yaşayan türler, her cinste yer alan atasal türleriyle, bugün yaşamakta olan türlerin evcil ve vahşi varyasyonları arasındaki farktan daha büyük olmayan farklarla bağlantılı olmalıdırlar.’(Charles Darwin, The Origin Of Species, chapter X, “On the Imperfection of the Geological Record”.) 

Darwin'in kastettiği şudur: Günümüzde yaşayan bir canlı türünün varyasyonları (örneğin cins bir köpek ile bir sokak köpeği) arasında ne kadar az fark varsa, "evrim süreci" içinde birbirini izlediği iddia edilen "ata" ve "torun"lar arasında da o kadar az fark olmalıdır.

Dolayısıyla, Darwin'in de belirttiği gibi evrim, eğer gerçekten var olsaydı, "çok küçük kademeli değişimlerle" ilerleyecekti. Mutasyona uğrayan bir canlıdaki değişiklik çok küçük olacaktı. Ayakların kanatlara, solungaçların akciğerlere, yüzgeçlerin ayaklara dönüşmesi gibi büyük değişimlerin meydana gelebilmesi için milyonlarca küçük değişimin yine milyonlarca yıl içinde birikmesi gerekecekti. Bu süreç ise, milyonlarca ara form oluşmasına neden olacaktı. Darwin bu açıklamasından sonra şu sonuca varmıştır:

‘Yaşayan veya soyu tükenmiş tüm türler arasındaki ara ve geçiş bağlantılarının sayısı inanılmaz derecede büyük olmalıdır.’(Charles Darwin, The Origin of Species, chapter X, s. 234.)
 Darwin kitabının başka bölümlerinde de aynı gerçeği dile getirmiştir:

‘Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.’(Charles Darwin, The Origin of Species, s. 179.) 

Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:

‘Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.’(Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280.)

Eğer evrim teorisi doğru olsaydı, fosil kayıtlarında, iki türe ait farklı özellikler taşıyan, garip canlıların fosilleri bulunmalıydı. Darwin'in bu büyük açmaz karşısında öne sürdüğü tek açıklama ise, o dönemdeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğuydu. Fosil kayıtları detaylı olarak incelendiğinde, kayıp ara formların mutlaka bulunacağını iddia etmişti.

Ancak 150 yıldır yapılan fosil araştırmaları Darwin'in ve onu izleyen evrimcilerin boş yere umutlandıklarını göstermiş ve bir tek ara geçiş formuna ait fosil bulunamamıştır. Günümüzde dünyanın her yerinde, binlerce müzede ve koleksiyonda 100 milyonu aşkın fosil bulunmaktadır. Bu fosillerin hepsi birbirlerinden kesin hatlarla ayrılan, özgün yapılara sahip türlere aittir. Evrimcilerin ümitle aradıkları yarı balık-yarı amfibiyen, yarı dinozor-yarı kuş, yarı maymun-yarı insan ve benzeri canlıların fosillerine kesinlikle rastlanmamıştır.
John Hopkins Üniversitesi'nden profesör S. M. Stanley bir evrimci olmasına rağmen bu gerçeği şöyle itiraf eder:

‘Bilinen fosil kayıtları kademeli evrim ile uyumlu değildir ve hiçbir zaman olmamıştır... Paleontologların çoğunluğu, delillerinin Darwin'in bir türün değişimine götüren çok küçük, yavaş ve giderek biriken değişiklikler üzerine yaptığı vurguyla çelişir durumda olduğunu hissetmiştir... Onların hikayeleri de örtbas edilmiştir.’(S. M. Stanley, The New Evolutionary Timetable: Fossils, Genes and the Origin of Species, Basic Books, Inc. Publishers, New York, 1981, s. 71.)

Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden paleontolog Niles Eldredge ve antropolog Ian Tattersall ise fosil kayıtlarının evrim teorisine karşı geldiğini şöyle açıklarlar:
Kayıtlardaki sıçramalar ve tüm deliller kayıtların gerçek olduğunu gösteriyor: Gördüğümüz boşluklar - yapay bir fosil kaydının yapısını değil, yaşamın tarihindeki gerçek olayları yansıtmaktadır.(Niles Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 5) 

Bu evrimci bilim adamlarının da belirttikleri gibi yaşamın gerçek tarihini fosil kayıtlarında görmek mümkündür ve bu tarihte ara geçiş formları yoktur.

4- Fosil Kayıtlarında Durağanlık:"Stasis"


Doğa  tarihini incelediğimizde karşımıza, "farklı anatomik  yapılara evrimleşen" değil, yüz milyonlarca yıl  boyunca hiç değişmeden kalan canlılar çıkmaktadır. Fosil kayıtlarındaki bu "değişmezlik", bilim  adamları tarafından "stasis" (durağanlık) olarak tanımlanmıştır. Halen yaşayan ve günümüzde varlığını korumayan ama dünya tarihinin birbirinden farklı dönemlerinde fosil bırakmış olan canlılar, fosil kayıtlarındaki durağanlığın  somut delilleridirler. Fosil kayıtlarındaki bu durağanlık,  aşamalı bir evrim sürecinin yaşanmadığını gösterir. Stephen Jay  Gould, Natural History dergisindeki yazısında fosil kayıtlarının  evrim teorisi ile olan tutarsızlığını şu şekilde ifade etmiştir:

‘Çoğu fosil türünün tarihi, kademeli  gelişim ile tutarsız olan iki özellik gösterir: 1.  Stasis. Çoğu tür dünya üstünde geçirdikleri süre boyunca  hiçbir yönlü değişim göstermemektedir. Fosil kayıtlarından  kayboldukları sırada nasıl görünüyorlarsa ortaya çıktıklarında  da aynı görünümdedirler; morfolojik değişim çoğunlukla  sınırlıdır ve yönlü değildir. 2. Birden ortaya çıkış.  Herhangi bir yerel bölgede, bir tür, atalarının sabit dönüşümü neticesinde kademeli olarak ortaya çıkmamaktadır;  birden ve 'tam gelişmiş' olarak ortaya çıkmaktadır.’( http://members.iinet.net.au/~sejones/fsslrc02.html)

 Eğer bir canlı, milyonlarca yıl önceki  tüm özellikleri ile günümüzde kusursuz şekilde varlığını sürdürüyorsa ve hiçbir değişim geçirmediyse, bu durum  Darwin'in öngürdüğü aşamalı evrim modelini tamamen  ortadan kaldıracak kadar güçlü bir kanıttır. Öyle ki,  yeryüzünde bunu kanıtlayacak tek bir örnek değil, milyonlarca  örnek bulunmaktadır. Canlılar, milyonlarca yıl hatta  kimi zaman yüz milyonlarca yıl önce var oldukları hallerinden  hiçbir farklılık göstermemektedirler. Bu durum, Niles  Eldredge'in açıkça ifade ettiği gibi, paleontologların,  hala savunulmakta olan evrim fikrinden artık "kaçınmalarına" sebep olmaktadır:

 ‘Paleontologların evrimden bu kadar uzun  süre kaçınmış olmaları hiç de şaşırtıcı değildir. Evrim  asla gerçekleşmemiş gibi görünmektedir. Kayalıklarda  dikkatle ve sabırla yürütülen toplama çalışmaları zigzaglar,  küçük salınımlar, ve çok nadiren milyonlarca yıl boyunca  görülen değişimlerin küçük birikintilerini ortaya çıkarmaktadır  - ki bunlar evrimsel tarihte yaşanmış olan tüm o müthiş  değişimi açıklayamayacak kadar yavaş bir hızdadır.’(http://members.iinet.net.au/~sejones/fsslrc02.html)
5- Evrim Teorisine Paleontolojik Bir Reddiye: Kambriyen Patlaması

Darwinizm'e göre, canlılık tek bir kökten gelen, ancak sonra dallara ayrılan bir ağaç gibi olmalıdır. Nitekim bu varsayım Darwinist kaynaklarda ısrarla vurgulanır ve "hayat ağacı" (tree of life) kavramı sık sık kullanılır. Bu hayat ağacına göre, canlılar arasındaki en temel sınıflandırma birimi olan ve hayvanları vücut planlarına göre sınıflandıran filumların da, kademe kademe ortaya çıkmış olması gerekir.

Darwinizm'e göre önce küçük ve daha basit formlarda türler oluşmalı ve bunlar zaman içinde bir filumu oluşturmalı ve sonra diğer filumlar küçük küçük değişimlerle ve uzun zaman dilimleri içinde yavaş yavaş belirmelidir. Darwinizm'in bu varsayımına göre, hayvan filumlarının sayısında da kademeli bir artış yaşanmış olmadır. Ancak fosil kayıtları Darwinizm'in bu öngörülerinin doğru olmadığını göstermektedir. Evrimci iddiaların tam aksine havyanlar, ilk ortaya çıktıkları dönemden itibaren birbirlerinden çok farklı ve çok komplekstirler. Bugün bilinen tüm hayvan filumları ve hatta çok daha fazlası yeryüzünde aynı anda, Kambriyen devri olarak bilinen jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır.

Canlılığın bilinen tüm hayvan filumları ile ortaya çıktığı Kambriyen devri, 570-505 milyon yıl önce yaşanmış 65 milyon yıllık bir jeolojik dönemdir. Ancak bilinen tüm filumların tamamına yakınının hep birlikte ortaya çıktıkları zaman dilimi, Kambriyen devrin daha küçük bir bölümüdür ve bunun en fazla 10 milyon yıl olduğu hesaplanmaktadır. Bu, jeolojik anlamda çok kısa bir zaman dilimidir.

Bu kadar kısa bir zamanda canlılığın tüm çeşitliliği, tüm farklı vücut planları ile birlikte aniden ortaya çıkması, Darwinizm'in beklentisinin tam aksidir. Kambriyen devrinde ortaya çıkan filumların bir kısmının sonradan soylarının tükenmesi ve bir daha da yeni filum belirmemesi ise bu çelişkiyi daha güçlendirmektedir: Canlılık evrimcilerin iddia ettikleri gibi, giderek genişleyip, çeşitlenmemekte, aksine çok çeşitli başlayıp giderek daralmaktadır.

Darwinizm'in dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan Berkeley, California Üniversitesi profesörü Philip Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçeğin, Darwinizm'le olan açık çelişkisini şöyle açıklamaktadır:

‘Darwinist teori, canlılığın bir tür "giderek genişleyen bir farklılık üçgeni" içinde geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk hayvan türünden başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır.’(Phillip E. Johnson, “Darwinism’s Rules of Reasoning”, Darwinism: Science or Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12.)

Philip Johnson'ın belirttiği gibi, filumların kademeli olarak oluşması bir yana, tüm filumlar bir anda var olmuşlar; hatta ilerleyen dönemlerde bazılarının soyu tükenmiştir. Kambriyen öncesi (Prekambriyen) dönemde sadece tek hücreli canlıların ve basit çok hücrelilerin oluşturduğu üç farklı filum vardır. Kambriyen döneminde ise, 60-100 arasında farklı hayvan filumu bir anda ortaya çıkmıştır. İlerleyen dönemde ise bu filumların bir kısmının soyları tükenmiş, günümüze kadar sadece bazı filumlar ulaşmıştır.

Bilim yazarı Roger Lewin, Darwinizm'in, hayatın tarihi hakkındaki tüm varsayımlarını çökerten bu olağanüstü durumdan şöyle söz eder:

‘Hayvanların tüm tarihindeki en önemli evrimsel olay" olarak tanımlanan Kambriyen Patlaması, daha sonra da varlıklarını koruyacak olan bütün temel vücut formlarını (filumları) ortaya koymuştur. Bunların bir kısmının daha sonra soyları tükenmiştir. Bazı tahminler, şu anda var olan 30 farklı hayvan filumu ile karşılaştırıldığında, Kambriyen Patlamasının yaklaşık 100 kadar farklı filumu ortaya çıkardığı yönündedir.’ (Roger Lewin, Science, vol. 241, 15 Temmuz 1988, s. 291.)

Paleontologlar James Valentine, Stanley Avramik, Philip Signor ve Peter Sadler ise Kambriyen Patlaması için şu yorumda bulunurlar:
‘Fosil kayıtlarında açıkça en dikkate değer olay, Kambriyen'in başlangıcında günümüzde yaşayan veya soyu tükenmiş olan birçok filumun aniden ortaya çıkması ve çeşitlenmesidir. Bu daha önce tahmin edilenden daha ani ve geniş kapsamlıdır.’(James Valentine, Stanley Avramik, Philip Signor ve Peter Sadler, “The Biological Explosion at the Precambrian-Cambrian Boundary”, Evolutionary Biology, vol. 25, 1991, s. 279, 281.)

Darwin, Türlerin Kökeni'ni yazarken, Kambriyen'de aniden ortaya çıkan zengin canlı çeşitliliğinin farkındaydı. Henüz bugünkü kadar açık bir biçimde ortaya çıkmış olmasa da, Kambriyen devrindeki olağanüstü durum fark edilmişti ve Darwin bunu teorisi için büyük bir "güçlük" olarak görüyordu. Türlerin Kökeni'nde şöyle yazmıştı:

‘Çok daha ciddi bir şekilde ortaya çıkan ilişkili bir problem daha vardır ki, bu da hayvanlar aleminin temel sınıflarına ait türlerin bilinen en aşağı tabakalardaki fosil kayalarında aniden ortaya çıkmasıdır...’(Charles Darwin, Origin of Species, London: John Murray, 1859.)

Darwin, Kambriyen'de aniden ortaya çıkan canlıları evrimsel açıdan açıklamanın tek yolu olarak Kambriyen öncesi dönemi görüyordu. Eğer Kambriyen öncesi devirde de çok sayıda, birbirinden farklı ve kompleks canlı grubu varsa, o zaman bunların Kambriyen canlılarının ataları olduğunu iddia edecekti. Darwin şöyle demişti: "Eğer teori doğruysa, en alt Kambriyen tabakası tortu bırakmadan önce, yeryüzünün canlılarla dolup taştığı çok uzun bir süre geçmiş olması kaçınılmazdır." (Charles Darwin, The Origin of Species, chapter X, s. 255.) Darwin, Kambriyen öncesinde hiçbir canlı kalıntısı bulunmaması ihtimaline karşı ise, yeryüzündeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğunu, yaşlı tabakaların aşırı sıcak ve basınç nedeniyle fosilleri yok ettiğini öne sürdü.(Charles Darwin, The Origin of Species, chapter X, s. 255.)

Darwin, yetersiz araştırmalara güvenerek, Türlerin Kökeni'nde bu tür bahaneleri sıralamıştı. Ancak günümüzde fosil kayıtları ve jeolojik katmanlar yeteri kadar araştırılmış, Kambriyen'den daha eski fosil yatakları dahi bulunmuştur. Yani günümüzde Kambriyen öncesi dönem hakkındaki bilgiler, Darwin'in bilgilerine göre çok daha güvenilirdir.

Paleontologlar, Galler, Kanada, Greenland ve Çin'de çok iyi korunmuş ve oldukça zengin fosil yataklarının bulunduğu Kambriyen kayalıkları buldular. Yeni bulunan oldukça büyük miktarlardaki Kambriyen ve Kambriyen öncesi fosilleri Darwin'in sorununu çözmekten çok ona daha yenilerini kattı. Öyle ki, paleontologların çok büyük bir bölümü, en önde gelen evrimciler dahi, büyük hayvan gruplarının Kambriyen'in ilk dönemlerinde aniden ortaya çıktıklarına ve öncelerinin olmadığına ikna oldular. Bu olay evrimci yayınlarda dahi "Kambriyen Patlaması" veya "biyolojinin Big Bang'i (büyük patlaması)" olarak anılmaya başlandı.

6- Tek Bir Proteinin Bile Tesadüfen Oluşma İhtimali Sıfırdır

Hücrenin alt parçaları olan proteinlerin dahi herbiri son derece kompleks yapılardır ve aralarında olağanüstü bir organizasyon, mükemmel bir planlama bulunmaktadır. Herbir protein, insan vücudunda çok hayati görevler üstlenmektedir; üretimi, işlevleri ve tasarımı ile insanda hayranlık uyandıracak kadar çok detaya sahiptir. Böyle yapıların, cansız ve şuursuz atomların tesadüfen biraraya gelip, kusursuz bir organizasyon, iş bölümü ve son derece kompleks yapılar meydana getirmesiyle ortaya çıktıklarını iddia etmek son derece mantıksızdır.

Proteinleri oluşturan amino asitler 20 farklı türdedirler ve yalnızca belirli bir sıra ile dizilirlerse proteinleri oluşturabilirler. Bu belirli dizilimin tesadüf sonucu ortaya çıkma ihtimali "sıfır" dır. Örneğin 400 amino asitin belli bir sırayla dizilme ihtimali 10 üzeri 520'de bir ihtimaldir.

Proteinlerin tesadüfen meydana gelemeyeceği gerçeği en koyu evrimciler tarafından bile kabul edilmektedir. Örneğin moleküler evrim teorisinin babası sayılan Rus bilim adamı Alexander Oparin "Proteinlerin yapısını inceleyenler için bu maddelerin kendiliklerinden biraraya gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil'in ünlü Aeneid şiirinin etrafa saçılmış harflerden rastgele meydana gelmiş olması kadar ihtimal dışı gözükmektedir" demiştir. (Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) NewYork, Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 132-133)

Proteinlerin oluşabilmesi için tek gerekli şart amino asitlerin uygun dizili değildir. Bunun yanında pek çok gereklilik daha vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:

- Proteinlerin en küçüklerinin oluşabilmesi için dahi yüzlerce amino asit belli sayıda, uygun çeşitte ve özel bir sıralamada dizilmelidir,

- Tek bir amino asitin fazla, eksik ya da yerinin farklı olması o proteini işlevsiz hale getirir,

- Bir proteinde bulunan amino asitlerin yalnızca sol-elli olanlardan oluşması gerekir, tek bir sağ-elli amino asitin araya karışması bile o proteini işe yaramaz hale getirir,

- Amino asitlerin aralarında yalnızca peptid bağı denen özel bir kimyasal bağla bağlanması gerekir, diğer kimyasal bağlar proteinin yapısını bozar,

- Proteine işlevini kazandıran unsur onun üç boyutlu yapısıdır. Bu üç boyutlu yapı çoğu zaman hücre içindeki ribozomda protein sentezi yapılırken, özel enzimlerin yardımıyla gerçekleşir, bu yapı birçok protein çeşidinde kendi kendine oluşamaz. Dolayısıyla ilk işe yarar protein oluşurken, çok önceden başka enzimlerin de zaten doğada bulunması gerekir, ki bu bile evrim teorisinin geçersizliğini tek başına gösterir.

Yukarıda sayılan koşulların tek bir tanesinin bile kendi kendine tesadüfler sonucu gerçekleşmesi olasılık hesaplarına göre de imkansızdır. Örneğin bilimadamları 500 amino asitten oluşan bir proteinin (binlerce amino asitten oluşan proteinler de mevcuttur) tesadüfen oluşma ihtimalini hesaplamışlar ve şöyle bir sonuca varmışlardır:

1. Amino asitlerin uygun dizilme ihtimali: 10 üzeri 650’de 1 ihtimal

2. Amino asitlerin sol-elli olma ihtimali: 10 üzeri 150’de 1 ihtimal

3. Amino asitlerin aralarında "peptid bağı" ile bağlanmaları ihtimali: 10 üzeri 150’de 1 ihtimal
          Toplam ihtimal: 10 üzeri 950’de 1 ihtimal
         İstatistik biliminde 10 üzeri 50’de 1’den küçük ihtimaller pratikte sıfır kabul edilir.

7- Canlılardaki ‘İndirgenemez Komplekslik’ Evrim Teorisi İçin Büyük Bir Açmazdır

Evrim teorisine göre canlılarda var olan bütün sistemler doğal seleksiyon ve mutasyonlar sonucu oluşmuştur. Ancak tüm canlılarda olağanüstü kompleks sistemler bulunmaktadır ve kompleksliği şuursuz iki mekanizma ile açıklamak mümkün değildir.

Evrim teorisyenleri bu kompleks sistemlerin nasıl oluştuğuna dair izah getirebilmek için ‘indirgenebilirlik’ kavramını ortaya atarlar. Yani kompleks yapıların basite indirgenebileceğini, bu sistemlerin kademe kademe gelişmiş olabileceklerini iddia ederler. Evrimcilere göre, her kademe, canlıya biraz daha avantaj sağlayacak, böylece doğal seleksiyon vasıtasıyla seçilecektir. Daha sonra tesadüfen küçük bir gelişme daha olacak, bu da avantaj sağlayıp seçilecek ve bu süreç devam edecektir. Bu sayede, Darwinizm'in iddiasına göre, önceden gözü olmayan bir canlı türü kusursuz bir göze sahip olacak, önceden uçamayan bir başka tür de kanatlanıp uçar hale gelecektir.

Bu iddianın doğru olmadığı yalnızca ‘göz’ün yapısı incelenince bile ortaya çıkmaktadır. Bir gözün görebilmesi için ise, bu organı oluşturan yaklaşık 40 temel parçanın hepsinin de aynı anda birden var olması ve uyum içinde çalışması gerekir. Mercek bunlardan sadece biridir. Kornea, konjonktiva, iris, göz bebeği, retina, koroid, göz kasları, göz yaşı bezleri gibi diğer tüm parçalar olsa ve çalışsa, ama bir tek göz kapağı olmasa göz kısa sürede büyük bir tahribata uğrar ve görme işlevini yitirir. Yine aynı şekilde tüm organeller var olsa ama göz yaşı üretimi dursa göz, birkaç saat içinde kurur, yapışır ve kör olur.

Gözün bu kompleks yapısı karşısında evrim teorisinin ‘indirgenebilirlik’ iddiası tüm anlamını yitirmektedir. Çünkü gözün işe yarayabilmesi için aynı anda tüm bölümleriyle birlikte var olması gerekir. Doğal seleksiyon ve mutasyon mekanizmalarının, gözün onlarca farklı organelini, bu organeller son aşamaya kadar hiçbir "avantaj" sağlamazken oluşturmaları elbette imkansızdır. Prof. Ali Demirsoy, bu gerçeği şu satırlarıyla kabul eder:

‘Üçüncü bir itiraza yanıt vermek oldukça zordur. Kompleks bir organın, yarar sağlasa da birden oluşması nasıl mümkün olmuştur? Örneğin omurgalılardaki gözün merceği, retinası, optik siniri ve görmek için etkili olan diğer kısımları birden nasıl oluşmaktadır? Çünkü doğal seçme, görme sinirinden ayrı olarak retina üzerinde seçici olamaz. Mercek oluşsa dahi retina olmadan anlam taşımaz. Görme için tüm yapıların beraberce geliştirilmesi kaçınılmazdır. Ayrı ayrı geliştirilen kısımlar kullanılmayacağı için hem anlamsız olacak, hem de belki zamanla ortadan kalkacaktır. Aynı zamanda hepsini birden geliştirmek de tahmin edilemeyecek kadar küçük olasılıkların biraraya gelmesini gerektirmektedir.’(Prof. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayıncılık, Ankara, 1995, 7. Baskı, s.475.)

Prof. Demirsoy'un "tahmin edilemeyecek kadar küçük olasılıklar" sözüyle ifade ettiği gerçek, aslında "imkansızlık"tır.Gözün rastlantıların bir ürünü olması, açıkça imkansızdır.Darwin de bu gerçek karşısında büyük bir sıkıntı çekmiş ve hatta bu nedenle bir mektubunda, ‘Gözleri düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu. Ama kendimi zamanla bu probleme alıştırdım. Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor.’ itirafında bulunmuştur.(Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Boston: Gambit, 1971, s. 101.)

8- Dna'daki 900 Ciltlik Ansiklopedi Dolusu Bilgi Tesadüfen Ortaya Çıkamaz

Genetik bilimindeki ilerlemeler ve nükleik asitlerin, yani DNA ve RNA'nın keşfi, evrim teorisi için yepyeni problemler doğurmuştur. 1953 yılında James Watson ve Francis Crick adlı iki bilim adamının çalışmaları, DNA'nın hayranlık verecek derecedeki kompleks yapısını gün ışığına çıkarmıştır.

Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA molekülü, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bu, dört harfli bir alfabeden oluşan bir tür bilgi bankasıdır. DNA'daki harflerin diziliş sırası, insanın yapısını en ince ayrıntılarına dek belirler. Boy, göz, saç ve cilt rengi gibi özelliklerin yanı sıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 100 milyar sinir hücresinin, beyin hücreleri arasındaki 1000 trilyon bağlantının, 97.000 kilometre uzunluğundaki damarların ve 100 trilyon hücrenin planı tek bir hücrenin DNA'sında mevcuttur. DNA'daki bu genetik bilgi kağıda aktarılsa, yaklaşık 500'er sayfalık 900 ciltten oluşan dev bir kütüphane oluşturmamız gerekir. Fakat, bu inanılmaz hacimdeki bilgi, milimetrenin yüzde biri büyüklüğündeki hücrenin, ondan çok daha küçük olan çekirdeğinde saklı bulunan DNA'nın genlerinde şifrelenmiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda yaklaşık 30 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin kesinlikle imkansız olduğu görülür. Evrimci bir biyolog olan Frank Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:

‘Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır.
Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 4 üzeri 1000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir.’(Frank B. Salisbury, “Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution”, American Biology Teacher, Eylül 1971, s. 336)

41 üzeri 1000'de 1, "küçük bir logaritma hesabı" sonucunda, 10 üzeri 600'de 1 anlamına gelir. 10'un yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 600 tane sıfırlı bir rakamın kavranması gerçekten de mümkün değildir.

Nükleotidlerin tesadüfen biraraya gelerek RNA ve DNA'yı oluşturmalarının imkansızlığını, evrimci Fransız bilim adamı Paul Auger de şöyle ifade etmektedir:

‘Rastgele kimyasal olaylar sayesinde nükleotidler gibi karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi -ki bu belki mümkün olabilir- ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanmaları. İşte bu ikincisi, olanaksızdır.’(Paul Auger, De La Physique Theorique a la Biologie, 1970, s. 118.) 

Uzun yıllar moleküler evrim teorisini savunan Francis Crick bile DNA'yı keşfettikten sonra, böylesine kompleks bir molekülün tesadüfen, kendi kendine, bir evrim süreci sonucunda oluşamayacağını itiraf etmiş ve şöyle demiştir:

‘Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır.’(Francis Crick, Life Itself: It’s Origin and Nature, New York, Simon & Schuster, 1981, s. 88.)

Maide Suresi'nin 51. Ayeti

Kuran'ın Maide Suresi'nin 51. ayetinde, Musevileri ve Hıristiyanları velileler edinmemekten bahsediliyor. Bu durumda Müslümanlar, Kitap Ehli ile nasıl dostluk kurabilir?




Bu ayette dostlar kelimesi iki kere geçmektedir. Biri “evliyau” kelimesi, "koruyucular, kanun nazarında sorumlular, evliyalar, efendiler, sahipler, malikler” anlamındadır. Diğeri ise “Vetevellehum”dur. Bu da “bakımını üstlenir, hakim duruma geçer, yönetimi ele alır” anlamındadır. Yani bu ayette geçen“dost, veli” kelimesi “yönetim” anlamına gelmektedir. Allah Müslümanlara, Hıristiyanların ve Musevilerin yönetimi altına girmeyin diye bildirmektedir. Yani, bazı kimselerin söylediği gibi bu ayette Musevilerle veya Hristiyanlarla iyi ilişkiler içinde olmamak anlamı yoktur. Müslüman bir toplumda, Musevi veya Hristiyan bir yöneticinin olmaması ise son derece doğal bir durumdur. Her iki taraf da kendi inancına göre hareket edeceği için, yani bir Musevi kendi inancına göre, bir Hristiyan kendi inancına göre, bir Müslüman da kendi inancına göre hareket edeceği ve kendi inancına göre uygulama yapacağı için ve bu durumda Müslümanların inancıyla çelişen durumlar ortaya çıkacağı için böyle bir hüküm olması son derece doğaldır.



Bunun dışında Müslümanların Kitap Ehli ile çok yakın ilişkileri vardır. Müslüman bir kimse Ehli Kitaptan bir bayanla evlenebilir. Mesela Peygamberimiz Efendimiz (sav)'in bizzat kendisi evlenmiştir. Ehli Kitap'ın düğününe gidilir, cenazesine gidilir, yemekleri yenir, ticaret yapılır, iç içe, dostça, arkadaşça, kardeşçe bir hayat vardır. Peygamberimiz (sav)'in uygulamalarında bu açıkça görülmektedir.

Peygamberimiz (sav) Kitap Ehli'ne nasıl davranmıştır?




Müslümanların, Museviler ve Hıristiyanlarla kardeş olması mümkün müdür?


Müslümanlar, Museviler ve Allah'a bir olarak iman eden Hristiyanlarla, "LailaheilAllah" kardeşidir. Müslümanlar, Kitap ehlini korumak, yaşamları boyunca onlara güven, barış ve huzur ortamı sağlamakla yükümlüdürler. Bu onların, Allah’a iman eden Allah’ı birleyen samimi dindarlar olmaları dolayısıyladır. Allah Kuran'da Yahudileri ve Hıristiyanları Kitap Ehli olarak isimlendirmiş ve Müslümanlarla, Kitap Ehli arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini detayları ile bildirmiştir. İslamiyet'in doğuşundan itibaren Müslümanlarla, Kitap Ehli arasında hoşgörü ve anlayış ön planda olmuştur. Ehl-i Kitap, -her ne kadar kitapları ve bazı inanışları sonradan tahrif edilmiş olsa da- temeli Allah'ın vahyine dayanan birçok ahlaki değere, haram ve helal kavramlarına sahiptir. Allah'a, O'nun birliğine inanan ve O'ndan gelen hükümlere tabi olmuş insanlardır. Kuran'da Müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında saygılı ve medeni ilişkiler kurulması teşvik edilir.

Kuran'da Ehli Kitap ile müşrikler arasında önemli ayrımlar yapılır. Bu, özellikle de sosyal hayat açısından dikkat çekicidir. Örneğin müşrikler için bir ayette "... ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" (Tevbe Suresi, 28) diye bildirilmiştir. Çünkü müşrikler, hiçbir İlahi kural tanımayan, hiçbir ahlaki kıstası olmayan, her türlü pislik ve sapkınlığı tereddüt etmeden işleyebilecek insanlardır. Ancak Ehli Kitap, temeli Allah'ın vahyine dayanan bazı ahlaki kıstaslara, haram ve helal kavramlarına sahiptir. Bunun için Kitap Ehli'nden kimselerin yemeği, Müslümanlar için helal kılınmıştır.

Aynı şekilde, Müslüman erkeklere Kitap Ehli'nden kadınlarla evlenme izni verilmiştir. Bu hükümler, Müslümanlar ile Ehli Kitap arasında nikah sonucu akrabalık bağlarının kurulabileceğini, iki tarafın birbirlerinin yemek davetlerine icabet edebileceklerini gösterir ki, bunlar sıcak insani ilişkiler ve huzurlu bir ortak yaşam kurulmasını sağlayacak esaslardır. Kuran'da bu ılımlı ve hoşgörülü bakış tavsiye edilirken, biz Müslümanların aksi bir fikirde olması düşünülemez.

Öte yandan Kuran'da Ehli Kitap'ın ibadet yerleri olan manastır, kilise ve havralar da Allah'ın koruduğu ibadet mekanları olarak bildirilir. Bu ayet, her Müslümana, Ehli Kitap'ın mabetlerine saygılı davranmanın ve bu mabetleri korumanın önemini göstermektedir. Nitekim İslam tarihine bakıldığında da Müslüman toplumlarda Ehli Kitap'a her zaman için ılımlı ve sevgi dolu davranıldığı dikkat çeker. Bu durum özellikle de varisi olduğumuz Osmanlı İmparatorluğu'nda çok belirgindir. Bilindiği gibi, Katolik İspanya'nın hayat hakkı tanımadığı ve sürgün ettiği Yahudiler, aradıkları huzuru Osmanlı topraklarında bulmuşlardır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettiğinde kentte hem Hıristiyanlara hem de Yahudilere özgürce yaşam hakkı tanımıştır. Tüm Osmanlı tarihi boyunca da Yahudilere Ehli Kitap olarak bakılmış ve huzur içinde yaşamalarına imkan tanınmıştır.


Bilim Dünyası Evrime Darbe Vurmaya Devam Ediyor...


İdeolojik nedenlerden ötürü ayakta tutulmaya çalışılan evrim teori, 20. ve 21. yüzyılın ilerleyen teknolojik imkanlarıyla tamamen çökmüş durumdadır...

etmektedir. Ancak yıllardır ideolojik nedenlerden ötürü ayakta tutulmaya çalışılan bu teori, 20. ve 21. yüzyılın ilerleyen teknolojik imkanlarıyla tamamen çökmüş durumdadır. İşte bilim dünyasından evrim teorisini açmaza sürükleyen yeni gelişmeler...

Gen Mutasyonu, Gelişmeyen Akciğerler Ortaya Çıkarıyor 


Akciğerlerimizi oluşturan 300 milyondan fazla keseciğin çevresi sürfaktan isimli bir madde ile çevrilidir. Bu madde akciğer bezlerini sıralayıp, keseciklerin açılıp kapanmasına yardım ederek ciğerlerimizi çökmekten korumakta ve tüm hücrelere düzenli oksijen iletilmesini sağlamaktadır.

Yapılan araştırmalarda, vücudumuzda sürfaktan üretiminden sorumlu bir gen olduğu keşfedilmiştir. “Foxm1” isimli bu gen, yeni doğanlarda silindiğinde, akciğerlerin gelişmediği ve “SP-A” ile “SP-B” isimli iki kritik sürfaktan proteininin üretilemediği fark edilmiştir. (Scientists show gene mutation may cause immature lungs in newborns)

Sürfaktan proteinlerinin üretilememesi, doğar doğmaz anneleriyle olan göbek bağlarından solunum yapmayı bırakıp kendi başlarına solunum yapmaları gereken yeni doğanların, doğumdan çok kısa bir süre sonra “solunum yetmezliği” nedeniyle ölmesi anlamına gelmektedir.

Keşfedilen genin varlığı, Yaratılışı bir daha ispatlarken; faydalı bir mutasyon olamayacağını da tüm dünyaya bir kez daha göstermiştir.

Günümüzde canlılardaki mekanizmaları ve doğadaki teknolojiyi samimi bir gözle inceleyen birçok bilim adamı, Allah'ın sanatının, yaratışındaki üstünlüğün ve kusursuzluğun farkına vararak evrim teorisinin geçersizliğini kabul etmekte ve imana yönelmektedir.

Bitkilerdeki Büyüme Hormonu 

Bitkilerdeki büyüme hormonu, köklerin büyüme yönü, gövdenin büyümesi ve filizlerin çıkmasında oldukça önemlidir. Aynı zamanda, meyvelerin olgunlaşması, sarmaşıkların dolaşması gibi daha pek çok aşamada da büyüme hormonu aktif bir rol oynar.

Bitki hücrelerinin diplerinde, hücre zarının üzerinde PIN proteinleri denilen proteinler bulunur. Bu proteinler, büyüme hormonunun alt hücrelere akışını sağlar. Peki, bu proteinler neden başka bir yerde değil de, hücrenin diplerinde bulunmaktadır?

PIN proteinleri hücrenin protein fabrikalarında üretilirler ve hücre zarının her yerine taşınırlar. Sonuç olarak da, hücre zarının içinde kaybolurlar. Bu sürece “Endositoz” adı verilir. Keseciklere yakın yerlerde proteinler bağlantıyı koparır ve hücreye geri dönerler. Böylece, PIN proteinleri bir geri dönüşüm sürecine tabi tutulur ve hücre zarı tarafından tekrar yutulacakları yere yani hücrenin dibine nakledilirler.

Bu kompleks sistemi açıklamaya çalışan bilim adamları, bitki hücreleri yerçekiminde değişiklik hissettiğinde mekanizmanın hızlıca devreye girdiğini ve bu sayede de bitkiye yeni bir “alt kavramı” verdiğini keşfetmiştir.

İleri teknoloji laboratuvar ortamlarında yapılan deneyler sonucu, mutasyonla bu sistem herhangi bir değişikliğe uğratılmak istendiğinde ise; yaprakların çıkması gereken yerden köklerin çıktığı gözlemlenmiştir.

Evrimciler DNA üzerinde mutasyonlarla meydana gelen rastlantısal değişikliklerin canlıları evrimleştirdiğini öne sürerler. Ancak bu örnekte de görüldüğü gibi mutasyonlar her zaman zararlıdır. Mutasyon rastgele meydana geldiği için hemen her zaman canlıya zarar verir. Mantık gereği, mükemmel ve kompleks olan bir yapıya yapılacak herhangi bir bilinçsiz müdahale, o yapıyı daha ileri götürmez, aksine tahrip eder. Nitekim evrimcilerin iddialarının aksine hiçbir gözlemlenmiş "faydalı mutasyon" yoktur.

19. yüzyılın ilkel koşulları altında ortaya atılan evrim teorisinin, gelişen bilim ve teknolojinin bulgularıyla geçersizliği ispatlanmış, Darwin’in iddialarının hiçbir gerçekliği olmadığı görülmüştür. Evrim sürecinin mekanizmaları olarak öne sürülen doğal seleksiyon ve mutasyonların, Darwinistlerin ön gördüğü gibi bir etkisi olmadığı, yani yeni canlı türleri meydana getirmelerinin imkansız olduğu anlaşılmıştır.

Alg İle Bakteri Ortak Yaşıyor 

Dünyanın atmosferindeki karbon oranını dengeleyen alglerin, yaşamak için B12 vitaminine ihtiyacı vardır. Vücutlarında bu vitamini üretecek bir donanım bulunmadığı için, ihtiyaçlarını dışarıdan karşılamak zorundadırlar.

Alglerin üzerinde yaşayan bir çeşit bakteri, algler için B12 vitamini üretmektedir. Alglerin ihtiyacı olan yüksek miktarda B12 vitaminini ileri teknoloji laboratuvar ortamlarında bile karşılamak neredeyse imkânsızdır. Ancak bakteri, son derece kompleks kimya işlemleri gerçekleştirerek, adeta bir mikro laboratuvar gibi çalışır ve tam olarak alglerin ihtiyaç duyduğu miktarda B12 vitaminini üretebilir.

Bakterinin bu fedakâr davranışına karşılık alg, bakteriyi fotosentez yoluyla elde ettiği karbon ile besler ve yaşamasına yardımcı olur.

Bu iki takım arkadaşı arasındaki en ufak bir anlaşmazlık ya da uyumsuzluk, dünyadaki tüm karbon dengesinin bozulması ve canlılığın sona ermesi demektir. (The Secret Life Of Algae) Ancak böyle bir olay asla gerçekleşmez.

Şüphesiz alglerin ve bakterilerin bilimsel olarak açıklanamayan bu kusursuz uyumu ve fedakarlıkları, evrim teorisi için büyük bir açmazdır.

Nur Talebesi Kardeşlerimizden, Cevabını Öğrenmek İstediğimiz Sorular


1.    İSTİKBAL-İ DÜNYEVİYEDE (dünyanın geleceğinde) 1400 SENE SONRA GELECEK bir HAKİKATİ asırlarında KARİB (yakın)ZANNETMİŞLER. (Sözler, s. 318)

•    Üstad Said Nursi Hazretleri , ”dünyanın geleceğinde Hicri 1400 sene sonra gelecek bir hakikat” derken sizce Üstad Hicri 1400 yılındaki hangi hakikate dikkat çekmektedir?
•    Kendi zamanı Hicri 1300 olduğuna göre; burada kendinden bir yüzyıl sonrasını işaret ederek Hicri 1400’de zuhur edecek Hz. Mehdi (a.s.)’yi mi kasdetmektedir?

2.    HAKİKİ BEKLENİLEN ve BİR ASIR SONRA GELECEK O ZAT dahi bu zamanda gelse... (Kastamonu Lahikası, s. 57)

•    Hz. Mehdi (a.s.)’nin Hicri 1400’de geleceği Peygamberimiz (s.a.v.)’den rivayet edilen birçok hadisle bildirilmiştir. Üstad da bu sözünde kendisinden bir asır yani 100 sene sonra geleceği beklenilen bir kişiden bahsetmektedir. Bu ifadeyle sizce Üstad kimi kastetmiştir?
•    Üstad’ın yaşadığı yüzyıl Hicri 1300, ondan bir asır sonrası da Hicri 1400 yani Hz. Mehdi (a.s.)’nin çıkış vakti olduğuna göre Üstad bu sözüyle Hz. Mehdi (a.s.)’nin gelişini ifade etmiş değil midir?

3.    Ahir zamanın en büyük fesadı zamanında, elbette EN BÜYÜK BİR MÜÇTEHİD (ihtiyaç oluştuğunda ayetlerden hüküm çıkaran büyük İslam alimi) hem EN BÜYÜK BİR MÜCEDDİD (her yüzyıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük İslam alimi, yenileyen, yenileyici), hem HAKİM, hem MEHDİ hem MÜRŞİD (doğru yolu gösteren kişi) hem KUTB-U AZAM (Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan, zamanın en büyük mürşidi) olarak BİR ZAT-I NURANİYİ (nurlu bir zatı) GÖNDERECEK ve O ZAT da, EHL-İ BEYT-İ NEBEVİDEN(Peygamberimiz (sav)'in soyundan) OLACAKTIR. (Mektubat, s. 411-412)

Üstad Mektubat sf. 411-412’de, ahir zamanın en şiddetli döneminde, diğer yüzyıllarda gelen müceddidlerden, mürşidlerden daha farklı bir zatın zuhur edeceğini haber vermiştir. Bu şahıs Üstad’ın tanımlamasıyla ahir zamanın en büyük müçtehidi, müceddidi, hakimi, mürşidi, kutb-u azamı ve Mehdisi sıfatlarına sahip nurani bir şahsı olacaktır. Bu zatın diğer yüzyıllarda gelenlerden farklı ve özel bir şahıs olduğuna da “en büyük…” ifadesiyle dikkat çekmiştir. Ancak Üstad’a göre en önemlisi bu kişinin belirleyici özelliğinin seyyid yani Peygamberimiz (s.a.v.)’in soyundan olmasıdır. 

4.    BEN, KENDİMİ SEYYİD (Peygamberimiz (sav)'in soyundan)BİLEMİYORUM. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki AHİR ZAMANIN O BÜYÜK ŞAHSI AL-İ BEYT'TEN (Peygamberimiz (sav)'in soyundan) OLACAKTIR
(Emirdağ Lahikası, s. 247-250)

•    Sizce Üstad bu tanımlamayı ne için yapmıştır? Üstad kendisinin seyyid olmadığını risalelerin birçok yerinde (örneğin Emirdağ Lahikası sf. 247-250) açıkça belirttiğine göre bu tarifiyle Peygamberimiz (s.a.v.)’in soyundan olan ahir zamanın büyük Mehdi’sini tanımladığı açık değil midir?

Üstad Emirdağ Lahikası, sayfa 247-250’deki bu ifadesiyle kendisinin seyyid olmadığını net bir şekilde ifade etmiş ancak ahir zamanın büyük şahsı olan Hz. Mehdi (a.s.)’nin seyyid olacağını da özellikle belirtmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) de birçok hadisinde Hz. Mehdi (a.s.)’nin kendi soyundan yani ehl-i beytten olacağını ifade etmiştir. 

5.    Kıyametin kopması için zamanda sadece bir günden başka vakit kalmamış da olsa Allah BENİM EHL-İ BEYTİMDEN (SOYUMDAN) BİR ZATI (Hz. Mehdi'yi) gönderecek. 
(Sünen-i Ebu Davud, 5/92)

•    Peygamberimizden rivayet edilen bu konuyla ilgili onlarca hadise ve Üstad’ın bu izahına göre Hz. Mehdi (a.s.) seyyid mi olacaktır? 
•    Üstad seyyid olmadığına göre Peygamberimiz (s.a.v.)’in sözlerine ve Üstad’ın kendi açıklamalarını esas alarak, Üstad için ”Seyyid olmadığına göre aynı zamanda ahir zamanın Büyük Mehdisi de değildir çünkü Hz. Mehdi (a.s.) ehl-i beytten olacaktır’ dememiz doğru olmaz mı? 

6.    SEYYİD OLMAYAN SEYYİDİM VE SEYYİD OLAN DEĞİLİM DİYENLER, İKİSİ DE GÜNAHKAR VE DUHUL VE HURUC (İSYAN) HARAM OLDUKLARI GİBİ... hadis ve Kuran'da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu'dur (yasaklanmıştır). 
(Muhakemat, s. 52)

•    Üstad Said Nursi Hazretleri, Muhakemat, sayfa 52 de geçen; “Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkar ve duhul ve huruc haram oldukları gibi…” ifadesiyle Külliyat okuyucularına Peygamberimiz (s.a.v.)’in soyundan gelmeyen yani seyyid olmayan bir kişinin ben seyyidim demesinin ya da seyyid olduğu halde ben seyyid değilim diyerek durumunu reddetmesinin ayrı ayrı günah ve haram olduğunu ifade etmiştir. Bu açıklamasına göre seyyid olmadığını söyleyen birinin konumu Üstad Hazretleri’nin  açıklamasına göre ne şekilde olmaktadır?
•    Said Nursi Hazretleri, çok samimi, Allah’tan çok korkan bir Müslüman olduğuna ve Allah’ın haramlarına helallerine çok titiz bir mümin olduğuna göre yalan söyleme gibi Kuran’da haram olduğu açıkça belirtilmiş bir eylem içine girmeyeceği de son derece açıktır. O zaman seyyid olan bir kişinin seyyid değilim dediği takdirde günaha gireceğini ifade eden Said Nursi Hazretler’nin, bu inancına ters düşecek bir ifade kullanması Nur talebelerine göre mümkün müdür? 

7.    İLERİDE GELECEK ACİB (şaşılan, hayret uyandıran, benzeri görülmeyen) ŞAHSIN… 
(Barla Lahikası, s. 162)

•    Üstad Barla Lahikası’nın 162. sayfasında, “ileride gelecek” bir kişi için; hayret uyandırıcı, daha önce gelen velilere, mehdilere hiç benzemeyen özel bir şahıs olduğunu belirtmiştir. Nur talebelerine göre Üstad bu sözünde kimi kastetmiştir? 
•    Üstad’ın; kendi vefatından sonra geleceğini ve kendisinin onu kabrinden seyredeceğini söylediği Hz. Mehdi (a.s.), Üstad’ın ileride geleceğini müjdelediği bu acib şahıs olabilir mi? 

8.    BEN BÖYLE BİR NURUN ZUHURUNA (ortaya çıkışını) ÇOK İNTİZAR ETTİM (gözledim) VE EDİYORUM. FAKAT ÇİÇEKLER BAHARDA GELİR.  ÖYLE İSE O KUDSİ ÇİÇEKLERE ZEMİN HAZIR ETMEK LAZIM GELİR. VE ANLADIK Kİ, BU HİZMETİMİZLE O NURANİ ZATLARA (nurlu şahıslara) ZEMİN İZHAR EDİYORUZ(hazırlıyoruz). 
(Mektubat, s. 371)

Üstad burada kendi döneminde zuhur etmesini beklediği ancak daha sonra kendi döneminde gelmeyeceğine kanaat getirdiği nurlu bir şahıstan bahsetmektedir. Sözünde Üstad, son bin yılın en büyük İslami eseri olan Risale-i Nur Külliyatı ile; çiçek olarak nitelendirdiği bu nurlu şahıslara ortam hazırlama gibi bir hizmette bulunduğunu fark ettiğini belirtmiştir.  
•    Üstad’ın bahsettiği bu kudsi çiçek, bu nurani şahıs; Üstad’ın yaşadığı Hicri 1300’den bir asır sonra geleceği Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından müjdelenen ve Üstad’ın da risalelerinde Peygamberimiz (s.a.v.)’in soyundan olduğunu söylediği Hz. Mehdi (a.s.) midir? 
•    Üstad sözünde çiçekler diye tanımladığı bu kişilerin kendi döneminde zuhur ettiklerine dair bir ifade ya da bir işaret  kullanmış mıdır?
•    Sizce Üstad, kudsi çiçekler tanımlamasıyla kimleri kastetmektedir?
•    “… Bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin hazırlıyoruz” ifadesiyle bu nurani zatların Üstad’dan daha sonra gelecekleri açıklanmış olmuyor mu? 
•    Üstad kendisini Hz. Mehdi (a.s.)’nin öncüsü ve hizmetkarı olarak ((Barla Lahikası, s. 162) tanımladığına göre zemin hazırladığını belirttiği bu kutsi çiçekler Hz. Mehdi (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.) olabilir mi?

9.    İLERİDE GELECEK ACİB (şaşılan, hayret uyandıran, benzeri görülmeyen) ŞAHSIN bir HİZMETKARI ve ONA YER HAZIR EDECEK BİR DÜMDARI (yardımcı kuvveti) ve O BÜYÜK KUMANDANIN PİŞDAR BİR NEFERİ (önden giden bir askeri) olduğumu zannediyorum. 
(Barla Lahikası, s. 162)

•    Üstad kendisinin; ileride gelecek bu acib şahsın hizmetkarı olduğunu söylemiş midir? 
•    Üstad, bu şahsa nasıl bir hizmette bulunacağını  belirtmiştir?
•    Üstad’ın hizmeti; hazırladığı Risale-i Nur’u olabilir mi? Çünkü Üstad Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9’da; 

10.    ... Bu hakikatdan anlaşılıyor ki;  SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT RİSALE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞR VE TATBİK EDECEK (yazma ve dağıtma yoluyla yayacak ve uygulayacak).

Şeklinde belirterek kendisinden sonra gelecek olan bu mübarek kişinin Risale-i Nur’u neşr ve tatbik edeceğini bildirmiştir. Bu ifadesi düşünüldüğünde, Üstad’ın kendisinden sonra gelecek nurani şahsa yaptığı bu değerli hizmeti Risale-i Nur’u hazırlamış olması olabilir mi? 
•    Üstad Risale-i Nur’u hazırlayarak Hicri 1400’de zuhur edecek bu değerli kişiye yardımcı olmuş (büyük bir hizmette bulunmuş) ve onun öncülüğünü(pişdar neferliğini) yapmış olmuyor mu? 
•    Sizce Barla Lakihası, sf. 162’de Üstad “O BÜYÜK KUMANDANIN…” derken Hz. Mehdi (a.s.)’yi mi kastedmiştir?
•     Üstad'ın kendisi bu sözünde ifade ettiği gibi büyük kumandanlık görevi gibi bir görev yapmış mıdır? 
•    Böyle bir kumandanlık görevi yapmadığına göre; Üstad’ın burada kastettiği“ileride gelecek büyük kumandan” Hz. Mehdi (a.s.) midir?


11.    RİSALE-İ NUR'UN ŞAHS-I MANEVİSİNİ HAKLI OLARAK HZ. MEHDİ TELAKKİ EDİYORLAR (olarak kabul ediyorlar). O şahs-ı manevinin de bir mümessili (temsilcisi), Nur şakirdlerinin (talebelerinin) tesanüdünden (dayanışmasından) gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviden bir nevi mümessili (temsilcisi) olan BİÇARE TERCÜMANINI ZANNETTİKLERİNDEN, BAZEN O İSMİ (Hz. Mehdi ismini) ONA VERİYORLAR. Gerçi bu, BİR İLTİBAS (karıştırma) BİR SEHİVDİR (hatadır, yanılmadır)... 
(Emirdağ Lahikası, s. 266)

•    Üstad talebelerinin kendisine Hz. Mehdi (a.s.) sıfatı vermeye, Risale-i Nurların şahsı manevisini de yine Mehdi olarak görmeye çalıştıklarını oysa bunun bir karıştırma, bir hata ve bir yanılgı olduğunu ifade etmiştir. Burada Üstad’ın kastettiği ve bazı Nur talebelerinin yaptığı hata ve içine düştükleri yanılgı nedir?  
•    Üstad kendisine talebeleri tarafından Mehdi olduğu yönündeki bakış açısını doğru bulmadığını, bu düşüncelerinde yanıldıklarını; “…bu, BİR İLTİBAS (karıştırma) BİR SEHİVDİR (hatadır, yanılmadır)...” sözüyle ifade etmiş midir etmemiş midir?
•    Üstad burada bazı Nur talebelerinin ne konuda bir iltibas bir sehiv yaptıklarını söylemektedir? 

12.    TA AHİR ZAMANDA, HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE (dünya çapında) ASIL SAHİPLERİ, YANİ MEHDİ VE ŞAKİRTLERİ (talebeleri), CENAB-I HAKK'IN İZNİYLE GELİR,  O DAİREYİ GENİŞLETİR ve O TOHUMLAR SÜMBÜLLENİR. BİZLER DE KABRİMİZDE SEYREDİP ALLAH'A ŞÜKREDERİZ. 
14. (Kastamonu Lahikası, s. 99)

•    Bu iki sözünde de Üstad kendisi vefat ettikten sonra gelecek olan Hz. Mehdi (a.s.) ve ona bağlı talebelerinden söz etmektedir. Siz Üstad’ın “Hz. Mehdi (a.s.) ve talebeleri” derken ayrı ayrı varlıkları olan şahısları mı yoksa bir şahsı maneviyi mi kasteddiği anlamını çıkarıyorsunuz? 
•    Üstad eğer bu sözünde bir insanı değil de bir topluluğu kastetmek isteseydi başka birçok konuda kullandığı şekilde Hz. Mehdi (a.s.) için de şahsı manevi ifadesini kullanmaz mıydı? 
•    Risalelerin herhangi bir yerinde Üstad’ın Hz. Mehdi (a.s.) için; sözde ”Hz. Mehdi (a.s.)  şahsı manevidir, bir şahıs, bir kişi değildir” dediği herhangi bir sözü, bir cümlesi var mıdır?
•    Üstad; ahir zamanın asıl sahipleri olarak belirttiği Hz. Mehdi (a.s.) ve talebelerinin İslam ahlakını tüm dünya çapında hakim edecekleri bir sırada kendisinin kabrinden bunları seyredeceğini ifade ederek Hz. Mehdi (a.s.)’nin zuhuru zamanında kendisinin hayatta olmayacağını söylemiş olmuyor mu?
•    “....bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.”ifadesi Hz. Mehdi (a.s.) zamanında Üstad'ın vefat etmiş olacağını ifade etmiyor mu? 
•    Üstad’a göre Üstad Hz. Mehdi (a.s.)’yi görecek mi? 
•    Üstad Hz. Mehdi (a.s.) zuhur ettiğinde vefat etmiş olacağına göre kendisinin ahir zamanda zuhur edecek olan Hz. Mehdi (a.s.) olması gibi bir durum söz konusu mudur?

13.    ... Bu hakikatdan anlaşılıyor ki;  SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT RİSALE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞR VE TATBİK EDECEK (yazma ve dağıtma yoluyla yayacak ve uygulayacak).
(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Üstad bu sözünde özellikle; “sonra gelecek o mübarek zat” şeklinde bir vurgulamada bulunmuştur. Ardından da bu mübarek kişinin Üstad’ın hazırlamış olduğu Risale-i Nur külliyatını eserlerinde düzenli olarak kullanarak ve anlatarak yayacağını ve uygulayacağını bildirmiştir. 
•    Nur talebelerine göre Üstad’ın kendisinden sonra geleceğini işaret ettiği ve onun külliyatını bir program şeklinde neşr ve tatbik edecek bu mübarek şahıs kim olacaktır?
•    Üstad 13. asrın müceddidi olduğuna ve kendisinden sonraki yüzyıl Hicri 1400 olup Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadislerinde ahir zamanın büyük Mehdi’sinin zuhur vakti olarak bildirildiğine göre, Üstad bu sözünde Hz. Mehdi (a.s.)’yi kastediyor olabilir mi?

14.    Ayrıca hem iki Deccal'in sıfatları ve halleri ayrı ayrı olduğu halde, mutlak gelen RİVAYETLERDE İLTİBAS OLUYOR(karıştırılıyor), BİRİ ÖTEKİ ZANNEDİLİR. HEM "BÜYÜK MEHDİ"NİN HALLERİ SABIK MEHDİLERE (önceki Mehdilere)İŞARET EDEN RİVAYETLERE MUTABIK (uygun) ÇIKMIYOR, hadis-i müteşabih (birçok anlama gelebilecek hadis) hükmüne geçer. 
(Şualar, s. 582)

Üstad Hz. Mehdi (a.s.)’nin yani Büyük Mehdi’nin özelliklerinin daha önceki veli ve mürşitlerden farklı olacağını söylemiştir. Insanların, bu yüzden Hz. Mehdi (a.s.)’yi başka şahıslarla karıştırdıklarını, başka insanları ahir zamanın büyük Mehdi’si zannettiklerini ifade etmiştir. Üstad bu sözünde Hz. Mehdi (a.s.)’yi bir şahıs olarak değerlendirmiş ve İslam tarihindeki diğer müceddidlerle karşılaştırmıştır. Bu sözün hiçbir yerinde Üstad Hz. Mehdi (a.s.)’nin şahsı manevi olduğu yönünde bir ifade kullanmamış aksine onun sahip olduğu mehdilik özelliklerinin ondan önce gelmiş diğer mehdilerde bulunmadığını belirtmiştir. 
Üstad “... HEM "BÜYÜK MEHDİ"NİN HALLERİ SABIK MEHDİLERE (önceki Mehdilere) İŞARET EDEN RİVAYETLERE MUTABIK (uygun) ÇIKMIYOR,...”ifadesiyle Hz. Mehdi (a.s.)’nin halinin ve ahir zamanda yapacağı faaliyetlerinin, Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadislerinde sabık mehdiler için ifade ettiği özelliklerden farklı olduğunu bildirerek de yine onun şahsı manevi değil bir insan, bir şahıs olduğunu açıkça ifade etmiştir. 
•    Nurculara göre Üstad da dahil olmak üzere her yüzyılda bir müceddid, bir Mehdi gelmiş midir? 
•    Bu mehdiler insan mı yoksa şahsı manevi olarak mı gelmişlerdir? 
•    Üstad 13. asrın müceddidi midir? 
•    Hicri 1400’de de; aynı 13., 12. ya da 11. ve daha öncesindeki her yüzyılda geldiği gibi bir Mehdi gelecek midir? 
•    Diğerleri insan olarak gelip görevlerini en güzel şekilde ifa ettiklerine göre Hicri 1400’ün Büyük Mehdi’sinin de insan olarak zuhur etmesi gerekmez mi?
•    Neden tam, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Hz. Mehdi (a.s.)’nin Hicri 1400 de çıkacağını söylediği bu yüzyılda bir anda Hz. Mehdi (a.s.)’nin şahsı manevi olduğu söylentileri ortaya atılmıştır sizce?
•    Neden diğer mehdilerin Mehdi olduğu kabul edilirken ahir zamanda beklenen Büyük Mehdi‘nin sözde şahsı manevi olduğu iddia edilmektedir? Bu iddiayı ortaya atanlar neyi delil olarak göstereceklerdir?
•    Hz. Mehdi (a.s.)’nin şahsı manevi olduğu Üstad’ın hangi sözünden çıkarılmaktadır? Bununla ilgili olarak Üstad’ın sözlerinden 2-3 örnek vermeniz mümkün müdür?

15.    Gerçi HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ, BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ. Fakat HER BİRİ ÜÇ VAZİFELERDEN BİRİSİNİ BİR CİHETTE (açıdan) YAPMASI İTİBARIYLA (nedeniyle) AHİR ZAMANIN BÜYÜK MEHDÎ UNVANINI ALMAMIŞLAR. (Emirdağ Lahikası, s. 260)


Üstad bu sözünde; Peygamberimiz (s.a.v.)’in vefatından sonra 14 yüzyıl boyunca insanların hidayetine vesile olan müceddidler, bir nevi Mehdi vazifesinde olan değerli veli şahısların gelmiş olduğunu ifade etmiştir. Ancak Üstad bu kişileri tanımlarken  “bir nevi Mehdi“ ifadesini kullanmıştır. Bu kelimeyi kullanmasının sebebi bu kişilerin ahir zamanda gelecek olan Hz. Mehdi (a.s.)’nin yapacağı 3 vazifeden sadece birini, bir açıdan yapmış olmalarıdır. Kimi bu görevlerden diyanet aleminde olanı, kimi saltanat aleminde olanı kimi ise siyaset aleminde olan görevini ve ancak bir yönünü gerçekleştirecek şekilde yerine getirmişlerdir. Bu 3 görevi bir arada tam olarak yerine getiren bir müceddid Hicri 1400 yılına kadar olmamıştır. Bu nedenle Üstad onlara ahir zamanın büyük Mehdi’si denemeyeceğini özellikle belirtmiştir.
•    Bu kişilere Üstad neden ahir zamanın büyük Mehdi‘si ünvanını vermemiştir?
•    Bu veliler arasında Hz. Mehdi (a.s.)’nin üç görevini bir arada yapan biri olmuş mudur? Yapan varsa bu  veli kimdir? Ne şekilde yapmıştır? 
•    Üstad bu sözünde Hz. Mehdi (a.s.)’nin üç görevini kimin bir arada yapacağını söylemiştir? 
•    Üstad bu sözünde “GERÇİ HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ, BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ ...” ifadesiyle kendi yaşadığı Hicri 1300’ü de bu sözün içine almıştır. Bu şekilde kendisinin de Hz. Mehdi (a.s.)’nin 3 vazifesinden sadece birini kısmen yaptığını ifade etmiştir. 
•    Üstad sözünün sonunda bu sebepten, söz konusu kişilerin ahir zamanın Büyük Mehdi’si ünvanını alamadıklarını belirterek Hz. Mehdi (a.s.)’nin kendi döneminde henüz zuhur etmediğini ifade etmiş olmuyor mu?
•    Burada Üstad diğer mehdilerden bahsederken bu kişilerin birer şahıs olduğu ve bu kişilerin saltanat, diyanet ve siyaset aleminde kısmen bazı vazifeler gördükleri anlaşılmaktadır. Üstad burada şahsı manevilerden değil bu kişilerin bizzat şahıslarından bahsetmektedir. Ahir zamanın büyük Mehdi’sinden bahsederken de farklı bir ifade ya da onun sözde bir şahıs değil de bir şahsı manevi olduğuna dair bir anlatım kullanmadığına göre Hz. Mehdi (a.s.)’nin bir şahıs olduğu açık değil midir?
•    Üstad’ın “… HER ASIRDA HİDAYET EDİCİ, BİR NEVİ MEHDÎ VE MÜCEDDİD GELİYOR VE GELMİŞ...”  ifadesine göre her dönemde bir müceddid gelmiş midir?
•    O zaman bu dönemin yani Hicri 1400’ün müceddidi kimdir?

16.    BÜYÜK MEHDİ'NİN ÇOK VAZİFELERİ VAR VE SİYASET ALEMİNDE, DİYANET ALEMİNDE SALTANAT ALEMİNDE, MÜCADELE ALEMİNDE ÇOK DAİRELERDE İCRAATLARI (işleri)OLDUĞU GİBİ...
(Şualar, s. 590)

•    Üstad bu sözünde büyük Mehdi ifadesiyle bir şahsı maneviden mi bahsetmiştir? Bu sözünde Hz. Mehdi (a.s.)’nin şahsı manevi olduğuna dair herhangi bir ifade bulunmakta mıdır?
•    Üstad "EUZÜ BİLLHİMİNŞEYTANİ VE SİYASEH” yani “ŞEYTANDAN VE ONUN RAZI OLDUĞU SİYASET ANLAYIŞINDAN ALLAH'A SIĞINIRIM" diyerek zaten siyasete girmediğini ve girmeyeceğini, bu alanda bir çalışmasının olmayacağını açıkça ifade etmiştir. 
Oysa Hz. Mehdi (a.s.) siyaset aleminde de icraatler yapacak bir zattır. O zaman Üstad Hz. Mehdi (a.s.)’nin bu vazifesinden uzak durduğuna göre; “Üstad Hz. Mehdi (a.s.) değildir” dememiz doğru olmaz mı?
•    Hz. Mehdi (a.s.) saltanat aleminde de icraatler yapacaktır. Üstad’ın saltanat aleminde her hangi bir icraati bir hizmeti olmadığına göre  bu nedenle de;“Üstad Hz. Mehdi (a.s.) değildir” diyebilir miyiz? 

17.    Hem bu ÜÇ VEZAİFİ (görevi) BİRDEN BİR ŞAHISTA YAHUT CEMAATTE BU ZAMANDA BULUNMASI VE MÜKEMMEL OLMASI VE BİRBİRİNİ CERHETMEMESİ (birbirine engel olmaması, zarar ve memesi) PEK UZAK, ADETA KABİL (mümkün) GÖRÜLMÜYOR. Ahir zamanda, AL-İ BEYT-İ NEBEVİ'NİN (A.S.M.)(Peygamberimiz (sav)'in soyunun) CEMAAT-İ NURANİYESİNİ(nurani cemaatini) TEMSİL EDEN HAZRET-İ MEHDİ'DE VE CEMAATİNDEKİ ŞAHS-I MANEVİDE ANCAK İÇTİMA EDEBİLİR(biraraya gelebilir, toplanabilir). (Kastamonu Lahikası, s. 139)

Üstad bu sözünde Hz. Mehdi (a.s.)’nin üç vazifesini kendi döneminde bir şahsın ya da bir cemaatin yapmasının, bunları başarıyla ve birbirlerine zarar vermeyecek şekilde yürütmesinin mümkün olmadığını açıkça ifade etmiştir. Yani Üstad yaşadığı dönemde ne kendisinin ne cemaatinin ne de başka bir kişi ya da cemaatin Hz. Mehdi (a.s.)’nin yapacağı vazifeleri yapamayacağını söylemiştir. Bu vazifelerin ancak ahir zamanda Peygamberimiz (s.a.v.)’in soyundan gelen yani seyyid olan Hz. Mehdi (a.s.) ve talebelerince yapılabileceğini ifade etmektedir. Ayrıca Üstad'ın ahir zamanda gelecek Hz. Mehdi (a.s.)’nin seyyid olduğunu söylemesi; Mehdi’nin bir şahsı manevi olmadığını aksine bir şahıs olduğunu açıkça ispatlayan önemli bir delildir. Çünkü bir şahsı manevi seyyid olamaz. Ancak, bir kişi, bir zat, bir insan seyyid olabilir. Hz. Mehdi (a.s.)’de seyyid olacağına göre bir şahsı manevi değil şahıs olduğu açıktır. Üstad seyyid değildir. Aynı zamanda kendisinin ve cemaatinin bu üç vazifeyi kendi dönemlerinde yapmalarının mümkün olmadığını da söylemektedir. 
•    O zaman Üstad’ın verdiği tüm bu kesin delillere rağmen hala; “Üstad ahir zamanın Büyük Mehdi’sidir.” demek Üstad’a saygıya uygun olur mu? Doğru bir iddia olur mu?
•    Üstad Allah’tan çok korkan, samimi bir Müslüman olduğuna göre bu nedenle de doğru olmayan birşeyi kesinlikle söylemeyeceğine, inanmadığı birşeyi söyleyip insanları yanıltması mümkün olmayacağına göre; “Üstad kesinlikle ahir zamanın Büyük Mehdi‘si değildir” dememiz en doğrusu olmaz mı?

18.    ÇOK DEFA MEKTUPLARIMDA İŞARET ETTİĞİM GİBİ, MEHDİ AL-İ RESUL'ÜN TEMSİL ETTİĞİ KUDSİ CEMAATİNİN ŞAHS-I MANEVİSİNİN ÜÇ VAZİFESİ VAR. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer (insanlar) bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler (Peygamberimiz (sav)'in soyundan gelenler) cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyyeden (Allah'ın rahmetinden) bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak. 
(Emirdağ Lahikası, sf. 259)

Üstad; üç vazifeyi yerine getirecek olan Hz. Mehdi (a.s.)’nin Peygamberimiz (s.a.v.)’in soyundan olacağını belirtmiş ve bu da Üstad’ın ahir zamanda zuhuru beklenen Hz. Mehdi (a.s.) olmadığının birinci delili olmuştur. Yine Hz. Mehdi (a.s.)’den “Hz. Mehdi al-i Resul’ün” şeklinde bahsetmesi yani Mehdi‘nin seyyid olacağını söylemesi yine Hz. Mehdi (a.s.)’nin şahıs olduğunun başka bir delilidir. Üstad Hz. Mehdi (a.s.)’nin ve cemaatinin üç vazifesi olduğunu belirtmiştir. 
•    Kastamonu Lahikası, s. 139’da; Üstad kendi döneminde -kendi şahsı ve cemaati dahil olmak üzere- kesinlikle bu vazifelerin tamamını birarada yapacak bir grubun olmadığını belirtmiş midir?
•    Hz. Mehdi (a.s.) üç vazifeyi de yapacağına göre, Üstad bu sözüyle aynı zamanda kendisinin Hz. Mehdi (a.s.) olmadığını açıkça beyan etmemiş midir?

19.    Birincisi: ...Fen ve felsefenin tasallutiyle (tesiriyle) ve MADİYYUN (MADDECİLİK) VE TABİYYUN (TABİATÇİLİK İNANCININ) BEŞER İÇİNDE İNTİSAR ETMESİYLE (YAYILMASIYLA) HER ŞEYDEN EVVEL FELSEFEYİ VE MADDİYUN FİKRİNİ (MADDECİ DÜŞÜNCEYİ) TAM SUSTURACAK BİR TARZDA İMANI KURTARMAKTIR. ."
(Emirdağ Lahikası, mektup sf. 337)

•    Üstad Hz. Mehdi (a.s.)’nin birinci vazifesinin; Maddiyun yani Materyalizm ve Tabiyyun yani Darwinizm fikrini tam olarak susturup, etkisiz hale getirmek olduğunu belirtmiştir. Bu vazifesiyle Hz. Mehdi (a.s.) insanların Allah’a iman etmelerine vesile olacaktır. 
•    Üstad’ın maddiyun ve Tabbiyun yani materyalizm ve Darwinizm ile böyle fikri mücadelesi olmuş mudur?
•    Üstad’ın yaşadığı Hicri 1300’de Üstad’ın vesilesiyle Darwinizm ve Materyalizm fikren etkisiz bir hale gelmiş  midir?
•    Hz. Mehdi (a.s.)’nin birinci görevi; Materyalizm ve Darwinizm felsefelerine karşı çok ciddi bir mücadele yapıp iki felsefeyi de insanların kafasında hiç soru işareti bırakmayacak şekilde tam olarak etkisiz hale getirmek olduğuna göre Üstad için Hz. Mehdi (a.s.) değildir çünkü Darwinizm ve Materyalizm ile ilgili böyle etkili bir mücadelesi ve kesin bir başarısı olmamıştır dememiz doğru olmaz mı?

20.    Ümmetin beklediği, AHİR ZAMANDA GELECEK ZATIN ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMMİ (önemlisi) VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETDARI (değerlisi) OLAN İMAN-I TAHKİKİYİ (gerçek imanı)NEŞR (yazma ve dağıtma yoluyla yaymak) VE EHL-İ İMANI (iman edenleri) DALALETTEN (sapkınlıktan) KURTARMAK...
(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Üstad Hz. Mehdi (a.s.)’nin birinci vazifesinin üç vazifesi arasında en önemlisi olduğunu, en kıymetli görevin 1. vazifesi olduğunu belirtmiştir. Bu görevle Hz. Mehdi (a.s.) Kuran ahlakına ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetine uygun olarak hazırladığı eserlerini yazıp dağıtarak iman ehlini dinsiz akımlardan kurtaracaktır. Bu büyük göreviyle Hz. Mehdi (a.s.) kesin bir başarı elde edecek ve  İslam ahlakını tüm dünyaya hakim edecektir. Bu Peygamberimiz (s.a.v.)’in sahih hadisleriyle bildirilmiştir. 
Üstad da Risaleleri vesilesiyle, iman ehlinin imanını delaletten kurtarmaya yönelik önemli bir gayret içinde olmuştur. Ancak onun döneminde Hz. Mehdi (a.s.)’nin tüm dünyaya İslam ahlakını hakim etmesi şeklinde sonuçlanacak olan bu vazife gerçekleştirilmemiştir. İslam ahlakı hakim olmamış, Müslümanlar Allah’a iman ettikleri için zulüm görmeye, baskı ve eziyete görmeye devam etmişlerdir. 

21.    "Ehl-i imanı dalâletten (iman ve İslamiyetten ayrılmak) muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat (incelemeler, araştırmalar) ile meşguliyeti iktiza ettiğinden (gerektiğinden), Mehdi'nin o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife (grup) bir cihette (bir yönüyle) görecek. O zat (Mehdi) o grubun uzun tasdikati (araştırmalar) ile yazdıkları eserleri kendine hazır bir program yapacak. Onun ile o birinci vazifesini tam yapmış olacak."
(Emirdağ Lahikası, mektup sf. 337)

Üstad, Hz. Mehdi (a.s.)’nin vaktini yoğun şekilde iman edenleri kötü yola sapmaktan ve İslam ahlakından uzaklaşmaktan korumakla, güzel ahlakın tüm dünyaya yayılmasında etkili olacak eserleri için inceleme ve araştırmalar yapmakla geçirmesi nedeniyle dünya işleriyle ilgili hemen herşeyden elini çekecektir. Bu vazifeler nedeniyle Hz. Mehdi (a.s.)’nin hali ve vakti müsait olmayacağından; kendisinden önce bu yönde araştırmalar yapmış, eserler hazırlamış olan bir grubun hazır çalışmalarından faydalanacağını ifade etmiştir. Hz. Mehdi (a.s.) bu hazır bilgi ve çalışmalardan yararlanarak birinci görevini tam ve mükemmel bir şekilde yerine getirecektir. 
Üstad da insanların imanını korumak ve Allah’a iman etmelerine vesile olmak için çok samimi gayret göstermiştir. Kendisi, neredeyse tüm hayatını Allah rızası için insanları samimi iman etmeye davet ederek, iman hakikatleriyle insanların Allah’ın yaratış gücünü fark etmelerini sağlayarak ve bu yönde çok değerli eserler hazırlayarak geçirmiştir. Dünyadan tamamen elini çekerek Allah’ın rızası için bu çalışmalarına vefatına kadar devam eden Üstad Hazretleri, son bin yılın en büyük müceddidi ve velisidir. Ancak Üstad’ın yerine getirdiği bu vazife, Hz. Mehdi (a.s.)’nin birinci vazifesinin sadece bir bölümüdür. Oysa Hz. Mehdi (a.s.) insanların Allah’a iman etmesine vesile olacaktır ancak bunun için Darwinizm ve Materyalizm gibi; döneminde insanlar üzerinde etkisini çok şiddetlendirmiş ve insanları açıkça Allah’ın yaratışını inkar etmeye sürükleyen bu iki felsefeyi fikren yerle bir ederek, etkisini tüm insanlık üzerinden tamamen kaldırarak bu görevini başarıyla yerine getirecektir. Ancak Üstad’ın bu yönde bir çalışması ve kesin sonuç elde ettiği bir başarısı olmamıştır.
•    Üstad’ın Materyalizm ve Darwinizm’le ilgili kesin sonuç elde ettiğini; bu iki felsefeyi tam susturduğunu gösteren bir çalışması var mıdır? 
•    Üstad döneminde Materyalizm ve Darwinizm tam olarak fikren etkisiz hale getirilmiş midir?
•    Üstad Hz. Mehdi (a.s.)’nin birinci vazifesinin tamamını yapmış mıdır?
•    Hz. Mehdi (a.s.)’nin 1. vazifesinin hangi kısmını Üstad yapmamıştır?
•    Bu durumda Üstad Hz. Mehdi (a.s.)’nin tamamını yerine getireceği 1. vazifesinin sadece bir kısmını yapmıştır demek doğru olmaz mı?

22.    Bazı ayet-ı kerime (ayetler) ve ehadis-i şerife (hadisler) AHİR ZAMANDA GELECEK BİR MÜCEDDİD-İ EKBERİ (en büyük müceddidi) mana-yı işari ile (işari anlamda) haber veriyorlar. FakatO GELECEK  ZATIN  VE  CEMİYETİNİN ÜÇ VAZİFESİNDEN en ehemmiyetlisi (önemlisi) olan ve zahiren (görünüşte) en küçüğü görünen imanı kurtarmak ve hakaik-i imaniyeyi (iman hakikatlerini) güneş gibi göstermek vazifesini Risale-i Nur ve şakirdlerinin (talebelerinin) şahs-ı manevisi tam yaptıklarından; O GELECEK ZATA dair HABERLERİ VE İŞARETLERİ, RİSALE-İ NUR'UN ŞAHS-I MANEVİSİNE HATTA BAZEN TERCÜMANINA DA TATBİKE (uydurmaya) ÇALIŞMIŞLAR ve Şeriatı ihya (Kuran ahlakının esaslarını hatırlatarak yeniden hayata geçirme) ve hilafeti tatbik olan ÇOK GENİŞ DAİREDE HÜKMEDEN BU MÜHİM VAZİFESİNİ NAZARA ALMAMIŞLAR (göz önünde bulundurmamışlar). (Tılsımlar Mecmuası, s. 168)

Üstad Tılsımlar Mecmuası sayfa, 168’de yer alan ifadesinde ahir zamanda gelecek olan zata “büyük müceddid-müceddid-i ekber” olarak hitap etmiştir. müceddid kelimesi “Yenileyici, Hadis-i sahihle bildirilen, her yüz yıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük âlim ve Peygamberin (A.S.M.) vârisi olan zât” anlamlarını taşır. Müceddid sıfatı insanlara verilen bir sıfattır. Bu nedenle müceddid denildiğinde karşı tarafta bir şahıs, bir insan olması gerekir. Şahsı maneviye müceddid denmesi olmaz. Üstad büyük müceddid derken bu kişinin ahir zamanda gelecek bir kişi olduğunu da ifade etmiştir. ayrıca ahir zamanda gelecek bu zattın 1. görevinin insanların imanını kurtarmak ve Allah’ın yaratış gücününün delillerinden olan iman hakikatlerini insanlara göstermek olduğunu da ifade etmiştir. bu görevleri kendisinin ve talebelerinin tam olarak yaptıklarını bu nedenle de kendisinin ahir zamanda gelecek olan büyükMehdi zannedildiğini belirtmiştir. Oysa Hz. Mehdi (a.s.)’nin birinci vazifesinin diğer bölümü olan Kuran ahlakının esaslarını insanlara hatırlatarak Kuran ahlakının tüm dünyada yeniden hayata geçmesi ve hakim olmasını sağlama görevini yapmamış olmasına rağmen Üstad’ın bu yönünün dikkate alınmadığını belirtmiştir. Oysa Hz. Mehdi (a.s.) zuhur ettiğinde birinci vazifesinin bu önemli kısmını yerine getirecek ve Kuran ahlakının tüm dünyaya hakim olmasını sağlayacaktır. 
•    Üstad Kuran ahlakının tüm dünyada hakim olmasına vesile olmuş mudur? 
•    O zaman ahir zamanda Hz. Mehdi (a.s.)’nin birinci vazifesinin bu önemli kısmını kim yerine getirecektir?
•    Şahsı manevi müceddid olarak adlandırılabilir mi?
•    Üstad müceddid-i ekber derken bir kişiden mi yoksa bir şahsı maneviden mi bahsetmektedir?

23.    İkinci vazifesi: Alem-i islam'ın vahdetini (İslam aleminin birliğini) nokta-i istinad edip (dayanak noktası yapıp) beşeriyeti (insanlığı) maddi ve mânevi tehlikelerden ve gadab-ı İlâhi'den (Allah'ın azabından) kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı (dayanak noktası) ve hadimleri (hizmetkarları), MİLYONLARLA EFRADI (fertleri) BULUNAN ORDULAR lazımdır. (Emirdağ Lahikası, mektup sf. 337)

24.    ZATIN İKİNCİ VAZİFESİ, ŞERİATI (Kuran ahlakının esaslarını ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetini) İCRA VE TATBİK ETMEKTİR (uygulamak ve yerine getirmektir). 
(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

25.    Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad (güçlü ve samimi bir iman) ve ihlas (yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu gözetme) ve sadakatle (kalpten bağlılıkla) olduğu halde, BU İKİNCİ VAZİFE, GAYET BÜYÜK MADDİ BİR KUVVET VE HAKİMİYET LAZIM Kİ, O İKİNCİ VAZİFE TATBİK EDİLEBİLSİN(yerine getirilebilsin). 
(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Hz. Mehdi (a.s.)’nin ikinci vazifesi çeşitli gruplar halinde dağınık bir halde olan aralarındaki kardeşlik, dostluk, sevgi bağları zayıflamış olan dünya Müslümanlarını birleştirip biraraya getirmek, İslam aleminde bu şekilde güçlü bir birlik oluşturarak müslümanların yaşadıkları baskı, zulüm, acı ortamının son bulması için maddi ve manevi büyük bir güç oluşturmaktır. Üstad; elde ettiği bu güçle müslümanların imanlarının kuvvetlenmesine, iman ehlinin inancının güçlenmesine vesile olacak olan Hz. Mehdi (a.s.)’nin, bu ikinci görevini yerine getirmesi için ahir zamanda milyonlarca insandan müteşekkil güçlü orduların onun hizmetinde olacağını ifade etmiştir. Bu güç İslam Birliği’yle oluşan doğal bir güçtür. Tüm bunların sonucunda Hz. Mehdi (a.s.) İslam ahlak ve faziletini ve Peygamberimiz (sav)'in gerçek sünnetini canlandıracak ve bid'atleri yani İslam dinine sonradan eklenmiş adetleri ve batıl inançları Allah’ın izniyle ortadan kaldıracaktır.
•    Üstad, Hicri 1300’de böyle bir İslam birliği oluşturup bu birlikten iman ehlinin güçlenmesine vesile olacak şekilde maddi ve manevi bir güç almış mıdır?
•    Üstad, İslam birliği vesilesiyle dünyada yaşayan milyonlarca Müslümanın yaşadığı acı, zulüm ve baskıyı üzerlerinden kaldırma görevini yerine getirmiş midir?
•    Üstad’ın zamanında; İslam birliği vesilesiyle birlik olup, İslam ahlakının yayılması için hizmet veren milyonlarca kişiden oluşan bir güç birliği oluşmuş muydu? Bu birlik Üstad'ın manevi komutası altına girmiş miydi?

26.    "Üçüncü Vazifesi: İnkilabat- zamaniye (zamanın değişmesi) ile çok ahkam- Kur'aniyenin (Kuran hükümlerinin) zedelenmesiyleZAT BÜTÜN EHL-İ İMANIN (iman edenlerin) MANEVİ YARDIMLARIYLA ve İTTİHAD-I İSLAM'I MUAVENETİYLE (İslam Birliği'nin yardımlaşmasıyla) ve BÜTÜN ULEMA VE EVLİYANIN(alimlerin ve velilerin) ve bilhassa AL-İ BEYT'İN NESLİNDEN(Peygamberimiz (sav)'in soyundan) HER ASIRDA KUVVETLİ VE KESRETLİ (çok sayıda) BULUNAN MİLYONLAR FEDAKAR SEYYİDLERİN İLTİHAKLARIYLA (Peygamber soyundan gelen fedakar kimselerin katılımlarıyla) O VAZİFE-İ UZMAYI (büyük görevi) YAPMAYA ÇALIŞIR. 
(Emirdağ Lahikası, mektup sf. 337)

27.    ZATIN üçüncü vazifesi, HİLAFET-İ İSLAMİYE'Yİ (İslam halifeliğini) İTTİHAD-I İSLAM'A BİNA EDEREK (İslam Birliği üzerine kurarak), İSEVİ RUHANİLERİYLE (dindar Hristiyanlarla ve Hıristiyan alimleriyle) İTTİFAK EDİP (iş birliği ve dayanışma içerisine girerek) DİN-İ İSLAM'A (İslam dinine) HİZMET ETMEKTİR.
BU VAZİFE, PEK BÜYÜK BİR SALTANAT ve KUVVET veMİLYONLAR FEDAKARLARLA (MİLYONLARIN FEDAKARANE KATILIMIYLA) TATBİK EDİLEBİLİR (yerine getirilebilir).
 (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9)

Üstad Hz. Mehdi (a.s.)'nin üçüncü vazifesinin; bütün İslam alimlerinin ve velilerin özellikle de milyonlarca fedakar seyyidlerin katılımı ve Müslüman devletlerin manen birleşmesiyle kurulacak İslam-Birliği’nin yardımı ve desteği ile gerçekleşecek büyük bir görev olduğunu söylemiştir. Bu büyük görev sırasında Hz. Mehdi (a.s.)’nin Hıristiyan alimleri ve dindar Hıristiyanlarla da işbirliği ve dayanışma ruhu içinde İslam’a hizmet edeceğini söylemiştir. Bir de Hz. Mehdi (a.s.)’nin bu görevi ifa etmek için büyük bir saltanat ve milyonlarca kişinin desteği ve katılımı ile kuvvet bulacağını da özellikle belirtmiştir. Hz. Mehdi (a.s.), bulacağı bu büyük saltanat ve kuvvet ile Kuran ahlakını ve faziletini ve Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetini yeniden canlandıracaktır. 
Oysa ki Üstad’ın döneminde, Hz. Mehdi (a.s.)’nin 3. vazifesini yerine getirmesi için mutlaka gerekli olan İslam Birliği kurulmamıştır. İslam Birliği’nin kurulmasına yönelik hareketlenmeler, içinde bulunduğumuz ve Hz. Mehdi (a.s.)’nin zuhur çağı olan Hicri 1400’de açık bir şekilde hissedilmeye başlamıştır. Müslüman ülkeler arasında ciddi bir birlik ruhu, bir kaynaşma, hamiyet artışı ve yakınlık bu yüzyılda görülmeye başlamıştır. 
•    Üstad ‘ın döneminde Hz. Mehdi (a.s.)’nin üçünçü vazifesini yerine getirmesi için mutlak surette gerekli olan İslam Birliği kuruldu mu?
•    Üstad’a sayıları milyonları bulan fedakar seyyidler iltihak etmişler (katılmışlar) mıdır?
•    Üstad yaşadığı Hicri 1300’de; Hz. Mehdi (a.s.) zamanında olacağı gibi; saltanat kurma ve milyonlarca kişiden oluşan büyük bir desteğe sahip olma gibi ciddi bir manevi güç kazanmış mıdır?
•    Üstad'ın Sikke-i Tasdik-i Gaybi sayfa 9. da ifade ettiği gibi, Hz. Mehdi (a.s.)’nin üçüncü vazifesini yerine getirmesi için dindar Hıristiyanlarla ve Hıristiyan alimlerle mutlaka yapılması gereken ittifakı kendi yaşadığı Hicri 1300’de sağlayabilmiş midir?
•    Hz. Mehdi (a.s.)’nin üçüncü görevindeki bu önemli hususları yerine getirmeyen bir zata; “Bu kişi ahir zamanın beklenen Büyük Mehdi‘sidir.”denebilir mi?

28.    Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mana budur ki: ahir zamanda dinsizliğin iki cereyanı (akımı) kuvvet bulacak: Birisi: Nifak perdesi altında (inkarcı olduğu halde  Müslüman gibi görünerek) Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) (Peygamberimiz (sav)'in elçiliğini ve yolunu) inkar edecek SÜFYAN NAMINDA (adında) MÜDHİŞ BİR ŞAHIS ehl-i nifakın (münafık karakterli kimselerin) başına geçecek, Şeriat-ı İslamiyenin (İslam dininin) tahribine (yıkılmasına) çalışacaktır. Ona karşı  AL-İ BEYT-İ NEBEVİNİN SİLSİLE-İ NURANİSİNE (Peygamberimiz (sav)'in nurani soyuna) BAĞLANAN EHL-İ VELAYET (velilerin) VE EHL-İ KEMALİN (kamil iman sahiplerinin) BAŞINA GEÇECEK AL-İ BEYT'TEN (Peygamberimiz (sav)'in soyundan) MUHAMMED MEHDİ İSMİNDE BİR ZAT-I NURANİ (nurlu bir şahıs) O SÜFYANIN ŞAHS-I MANEVİSİ OLAN CEREYAN-I MÜNAFİKANEYİ(münafıklık akımını) YOK EDİP DAĞITACAKTIR. 
(Mektubat, s. 53)

Hz. Mehdi (a.s.) ahir zamanda Allah’ın izniyle din ahlakına ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetine karşı münafıkane yani sinsice ve kendini dindarmış gibi göstererek mücadele verecek olan süfyanın şahsı manevisi olan münafık cereyanını tamamen dağıtacaktır. Ancak Üstad kendi ifadesiyle; “cerayan-ı münafıkaneyi yok edip dağıtacak şekilde kesin ve net bir sonuç elde edememiştir. Üstad bu yapıyla fikri bir mücadele içine girmiş fakat din ahlakına karşı sinsi bir mücadele veren münafık cereyanı yok edip dağıtamamıştır.  
Üstad’ın Peygamberimiz (s.a.v.)’in soyundan geleceğini ve münafık cereyanı dağıtacağını belirttiği bu kişi kendisi olmadığına göre, geleceği sahih hadislerle bildirilmiş olan ve tüm İslam aleminin heyecan ve şevkle beklediği ahir zamanın büyük Mehdisi Üstad değildir dememiz doğru olmaz mı?

  29.    ... BAŞKUMANDANLARI OLAN "BÜYÜK MEHDİ"NİN KEMAL-İ ADALETİNİ (yüce adaletini) VE HAKKANİYETİNİ (haktan ve doğruluktan ayrılmayışını, doğruluğunu) DÜNYAYA GÖSTERMELERİ  gayet makul olmakla beraber, gayet lazım ve zaruri ve hayat-i içtimaiye-i insaniyedeki düsturların (cemiyet hayatına ait kuralların) muktezasıdır (gereğidir).
(Şualar, s. 456)

Üstad Şualar sf. 456’da ahir zamanda zuhur edecek olan Hz. Mehdi (a.s.)’nin tüm müslümanları Allah’ın Kitabına, Kuran ahlakına, Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetine uymaya yönlendiren, onlar arasında adalet ve hakkaniyetle tecelli eden, Müslümanları manen yönlendiren bir lider olacağını bildirmektedir. Oysa Üstad’ın böyle bir manevi kumandanlık görevi olmamıştır. Üstad’ın hayatının 30 yılıık çok büyük bir bölümü hapislerde ve sürgünde geçmiştir. Üstad Hazretleri’nin Hz. Mehdi (a.s.)’de olduğu gibi adaletini ve hakkaniyetini dünyaya gösterecek şekilde dünyaca bir tanınması da olmamıştır. Üstadımız ahir zamana yönelik verdiği çok değerli bilgilerle, güzel ahlakıyla, derin düşünme gücü, iman kuvveti, tefekkürleri, Allah’ın yaratış delillerini anlatmadaki müthiş samimiyeti, Allah’a olan derin sevgi ve korkusuyla bin yılın en büyük müceddididir. Ancak Üstadımızın sözünde bahsetiği ahir zamanın Büyük Mehdi’sinin üstleneceği bu manevi komutanlık göreviyle ilgili bir çalışması ve konumu olmamıştır. 
•    Bu durumda Üstad’ın bu sözünde bahsettiği “başkumandan olan büyük Mehdi’nin” kendisi olmadığını söylemek doğru olmaz mı?
•    O zaman ahir zamanın başkumandanı olan ve adalet ve hakkaniyetini tüm dünyaya gösterecek olan ahir zamanın Büyük Mehdi‘si onun zamanında henüz zuhur etmemiştir dememiz doğru olmaz mı?

30.    ... HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELAM, İSEVÎLİK ŞAHS-I MANEVÎSİNİ TEMSİL EDEREK DİNSİZLİĞİN ŞAHS-I MANEVÎSİNİ TEMSİL EDEN DECCAL'İ (fikren) yok eder...
(Mektubat, s. 6)

Hz. İsa (a.s.)’nin nüzulunden sonra deccali fikren yok ederek dinsizliğe karşı  büyük bir başarı kazanacaktır. Ancak kimi Müslümanlar Hz. İsa (a.s.)’nın nüzul ettiğini ve ardından da Müslümanların onu defnettiğini söylemektedirler. Oysa Hz. İsa (a.s.) yeniden dünyaya indiğinde gerçeklemesi gereken olaylar henüz meydana gelmemiştir. Örneğin Üstad’ın bu sözünde belirttiği gibi deccaliyet henüz fikren tam olarak mağlup edilmemiştir. Hz. İsa (a.s.), Hz. Mehdi (a.s.) ile birlikte ve onun arkasında namaz kılmamıştır. Hadislerde belirtilen haçı yani teslis inancını kaldırıp tek Allah inancını hıristiyanlar arasında hakim kılması, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. Bunların hiçbiri henüz gerçekleşmemiştir. Bu nedenle de Hz. İsa’nın nüzulünün ardından sözde vefat etmesi gibi bir durumun mümkün olmayacağı çok açıktır. Ayrıca bu Üstad’ın İsa (a.s.) ile ilgili tüm açıklamalarını reddeden, onun izahlarıyla tümüyle çelişen mantık dışı bir iddiadır. 
Üstad ayrıca bu sözünde Hz. İsa (a.s.)’dan bir şahıs olarak bahsetmiş ona Hz. demiştir. Üstad’ın Hz. İsa’nın şahsı manevi olduğuna dair tek bir ifadesi ya da iması olmamıştır. 
•    Bu sözünde Hz. İsa’nın bir şahsı manevi olduğuna yönelik Üstad’ın bir ifadesi olmuş mudur?
•    İsa (a.s.) nüzul ettiğinde meydana gelecek olaylar; haçı kırması, domuzu öldürmesi, cizyeyi kaldırması, Hz. Mehdi (a.s.)’nin arkasında namaz kılması, deccaliyetin fikren yok edilmesi gibi olaylar Üstad zamanında olmuş mudur? Bu olayların olduğuna dair herhangi bir alamet var mıdır?
•    O zaman sözde Hz. İsa (a.s.) nüzul etti ve vefat etti gibi bir düşünce tamamen yanlıştır dememiz doğru olmaz mı?

31.    Evet, hadis-i şerifin ifadesiyle HAZRET-İ İSA'NIN SEMAVİ NÜZULÜ (gökyüzünden inişi) KAT'İ (kesin) OLMAKLA BERABER; mana-yi işarisiyle (işaret ettiği manayla) başka hakikatleri (gerçekleri) ifade ettiği gibi bu hakikata da mucizane (mucizevi bir şekilde) işaret ediyor. 
(Kastamonu Lahikası, s. 50)

Üstad Kastamonu Lahikası sf. 50’de Hz. İsa (a.s.)’ın nüzulünün kesin olduğunu“HAZRET-İ İSA'NIN SEMAVİ NÜZULÜ (gökyüzünden inişi) KAT'İ ...” ifadesiyle bildirmektedir. Burada Üstad hazretleri bir şahsı maneviden değil bir şahıstan bahsetmektedir. Hz. İsa (a.s.)’ın gökten kesin olarak ineceğini söylerken burada göğe bedeniyle birlikte çekilen Hz. İsa (a.s.)’ın şahsından bahsetmekte ve aynı şekilde yeniden Allah’ın izniyle bedeniyle gökyüzünden ineceğini  söylemektedir. 
•    Bu sözünde Üstad Hz. İsa (a.s.)’ın şahıs olduğunu ve bu şekilde gökten ineceğini belirterek onun bir şahsı manevi değil bir insan olduğunu açık bir şekilde ifade etmiş midir?


32.    ... Hattâ, “HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM gelir, HAZRET-İ MEHDÎYE namazda iktida eder, tâbi olur” diye rivayeti, bu ittifaka ve hakikat-i Kur’âniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.
(Şualar, s. 493)

Üstad ahir zamanda gökten nüzul edecek ve Hz. Mehdi (a.s.)’ye namazda iktida edecektir. Ardından da Hz. Mehdi (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.)’ın vesilesiyle Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasında ittifak oluşacak ve Kuran ahlakı hakim olacaktır. Üstad namaz kılan iki kişiden bahsederek bu kişilerin yani Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Mehdi (a.s.)’nin birer kişi olduklarını açıkça bildirmiştir. Burada birlikte namaz kılacak kişilerin şahsı manevi değil şahıs oldukları çok açıktır. 
•    Üstad Hz. İsa (a.s.)’ın gökten nüzul edeceğini ve Hz. Mehdi (a.s.)’ye namazda iktida edeceğini söylerken burada şahsı manevilerden mi yoksa namaz kılan, namazda Allah’ın isimlerini tesbih eden, Allah’ın huzurunda namaz için kıyam duran, rükuya eğilen ve alnını secdeye varan kişilerden mi bahsetmektedir?
•    Namaz kılan bu iki mübarek kişi ahir zamanın nurlu zatları mıdır?
•    Üstad’ın döneminde böyle bir nüzul olmuş mudur ve Hz. İsa (a.s.) ile Hz. Mehdi (a.s.) birlikte namaz kılmışlar mıdır? 
•    Kuran ahlakı Üstad döneminde hakim olmuş mudur?
•    Üstad'ın yaşadığı Hicri 1300’de, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında Üstad’ın belirttiği şekilde bir ittifak oluşmuş mudur? 


33.    İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselam'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakiki İsevilik dini zuhur edecek (ortaya çıkacak), yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hal-i hazır Hıristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek (temizlenecek), hurafattan ve tahrifattan (hurafelerden ve tahriflerden) sıyrılacak, hakaik-i İslamiye (İslam gerçeği) ile birleşecek; manen Hıristiyanlık bir nevi İslamiyet'e inkılab edecektir (dönüşecektir). Ve Kuran'a iktida ederek (uyarak), o İsevilik  şahs-ı manevisi tabi (uyan) ve İslamiyet metbu (uyulan) makamında kalacak; din-i hak bu iltihak (katılma) neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır.
 (Mektubat s. 53-54)

Üstad Mektubat sf. 53-54 de ahir zamanda Hz. İsa (a.s.)’ın nüzulünün ardından isevilik dini gerçek yani tahrif edilmemiş haliyle ortaya çıkacaktır. Din hurafelerden ve gerçek hıristiyanlık dininde olmayan bidatlerden, uygulamalardan arınacaktır. Ardından da İslam dini ile birleşerek tüm Hıristiyanlar Müslüman olacaklar Hıristiyanlık da böylece müslümanlığa dönüşecek yani Üstad'ın ifade şekliyle “Hıristiyanlık bir nevi İslamiyet'e inkılab edecektir.” 
•    Üstad döneminde Hıristiyanlıkta böyle köklü bir değişim olmuş mudur? 
•    Ancak Hz. İsa (a.s.) nüzul ettiğinde gerçekleşecek olan bu değişim, halihazırda olmadığına göre sözde “Hz. İsa (a.s.) gelmiş ve vefat etmiştir. Bazı Müslümanlar kendisini defnetmiştir” yönündeki söz gerçek dışıdır dememiz doğru olmaz mı?
•    Eğer Üstad'ın döneminde Hz. İsa (a.s.) gelmiş olsaydı, şu an hıristiyanlığın örneğin batıl teslis inancı gibi gerçek Hıristiyanlıkta olmayan yanlış inançlardan temizlenmiş olması gerekmez miydi?
•    Şu an Hıristiyanlıkta teslis inancı ve hak dinde olmayacak diğer batıl  uygulamalar hala devam etmekte midir?
•    Eğer devam ediyorsa o zaman Hz. İsa (a.s.) henüz nüzul etmemiştir dememiz doğru olmaz mı?
•    Üstad döneminde bu büyük gelişme yaşanmadığına göre “Üstad Hz. Mehdi (a.s.) ‘dir” demek Üstad’ın kendi ifadesiyle tamamen çelişen yanlış bir açıklama olmaz mı?