Vicdan sahibi insan çevresindeki herşeyin bir iman delili olduğunu
bilir. Denizdeki avını yakalamak üzere suya doğru süzülen bir martının,
toprak üzerinde yürüyen küçük bir karıncanın, her sene kilolarca meyve
veren bir elma ağacının, tonlarca ağırlığına rağmen gökyüzünde duran
bulutların, kısacası gözünü çevirdiği yerde gördüğü herşeyin, Allah'ın
varlığının delilleri olduğunun farkındadır.
Kuran ayetlerinde, iman hakikatlerinin derinlemesine görülüp
anlaşılabilmesi için iki önemli özellikten daha bahsedilmektedir:
Düşünmek ve bilgi sahibi olmak...
Allah, Kuran'daki birçok ayetinde bildirdiği gibi yarattığı şeyler
üzerinde düşünmemizi ve bunlardan öğüt ve ibret almamızı ister. Nitekim
çevremizdeki canlı cansız tüm varlıklar da bizim Allah'ın sonsuz yaratma
gücünü, sanatını, ilmini derin derin tefekkür etmemiz için
yaratılmışlardır.
Allah iman hakikatlerinin düşünen insanlar için bir anlamı olduğunu
belirtmiştir. Ancak burada düşünmekten kastedilen bazı insanların
sandığı gibi "Allah ne kadar güzel yaratmış" veya "ne kadar muhteşem bir
canlı" gibi sadece sözde kalan ezberlenmiş tepkilerden ibaret değildir.
Yapılması gereken uzun uzun, derin ve kapsamlı bir şekilde Allah'ın
yarattıkları hakkında düşünmek, yaratılıştaki hikmet ve incelikleri
tespit etmek, böylelikle Allah'ın sonsuz ilmine, kudretine ve sanatına
şahit olarak Rabbimizi tanımaktır.
Bediüzzaman Mektubat isimli eserinde ise özellikle günümüzde iman
hakikatlerine sarılmanın önemi üzerinde durmuş, geçmişte yaşamış pek çok
İslam aliminin, eğer bu dönemde yaşasalar, en çok üzerinde duracakları
konunun da iman hakikatlerini öğretmek yoluyla insanların imanını
kurtarmak olacağını söylemiştir:
“Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmâm-ı Rabbânî
(R.A) Mektubât'ında demiş ki: "Hakaik-i îmaniyeden (iman
hakikatlerinden) bir mes'elenin inkişafını (meydana çıkmasını), binler
ezvak (zevkler) ve mevacid (vecd halleri) ve keramata (kerametlere)
tercih ederim." Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin (yolların) nokta-i
müntehası (son noktası), hakaik-i îmaniyenin vuzuh (açılması) ve
inkişafıdır (meydana çıkmasıdır)."...
Öyle ise tarîk-ı Nakşî'nin üç
perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya
hakaik-i îmaniyeye (iman hakikatlerine) hizmettir ki, İmâm-ı Rabbânî de
(R.A.) âhir zamanında (son döneminde) ona sülûk etmiştir (o yolu takip
etmiştir).. ”
“Mâdem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh
Abdülkadir-i Geylânî (R.A.) ve Şâh-ı Nakşibend (R.A.) ve İmâm-ı Rabbânî
(R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i
îmaniyenin (iman hakikatlerinin) ve akaid-i İslâmiye'nin (İslam
esaslarının) takviyesine sarf edeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin
medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye (ebedi
sıkıntıya, belaya) sebebiyet verir...” (Mektubat, 5. Mektup, s.
26-27-Sait Nursi, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996, s. 22-23)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder