Hümanizmin Temeli İnsan Sevgisi Değil Ateizmdir

“Hümanizm” kavramı çoğu insanın aklında, yanlış bir düşünce olarak olumlu mesajlar çağrıştırır. Ancak felsefi anlamda hümanizm, bu sözde olumlu düşüncelerin hiçbirini içermez. 

Hümanizm kavramı çoğu insanın aklında olumlu mesajlar çağrıştırır. Bu yanlış düşüncenin başında hümanizmin, “insan sevgisi”, “barış”, “kardeşlik” gibi değerleri kapsadığını sanmak vardır. Oysa hümanizm bu ifadelerin arkasına sığınan son derece tehlikeli bir felsefedir. Hümanizm, “insanlık” kavramını, insanların yegane amaç ve odak noktası haline getiren bir yanılgıdır. Bir başka deyişle, insanı, (Allah’ı tenzih ederiz) Yaratıcımız olan Yüce Allah’a iman etmemeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile meşgul olmaya yöneltir. Hümanizmin bu anlamı, özellikle de kelimenin Batı dillerindeki kullanımında belirgindir. Hümanizmin İngilizcedeki sözlük anlamı şu şekildedir: 

En iyi değerler, karakterler ve davranışların doğaüstü bir otoritede değil de, insanlarda olduğuna inanan düşünce sistemi. (Encarta World English Dictionary) 

Hümanizmin en açık tarifini ise, bu felsefeye inananlar yapmıştır. Yaşadığı dönemin önde gelen hümanist sözcülerinden biri olan Corliss Lamont, The Philosophy of Humanism (Hümanizm Felsefesi) adlı kitabında şöyle yazmıştır: 

Hümanizm, tüm gerçekliğin bizzat doğanın kendisinden ibaret olduğuna inanır, evrenin temel materyali, zihin değil madde-enerjidir... (Lamont, The Philosophy of Humanism 1977, s. 116) 

Görüldüğü gibi, hümanizmin temeli doğrudan ateizme dayanmaktadır. 

Hümanizm, Ateizmin Diğer İsmidir 

Hümanizmin aslında ateizm anlamına geldiği, hümanistler tarafından da açıkça kabul edilir. Geçtiğimiz yüzyılda hümanistler tarafından yayınlanan iki önemli “manifesto” yani beyanname vardır. Birinci manifesto 1933 yılında yayınlanmış, dönemin bazı ünlü isimleri tarafından imzalanmıştır. 40 yıl sonra, 1973’te yayınlanan II. Hümanist Manifesto ise, birincisini teyid etmiş, ancak aradan geçen zamanın gelişmelerine göre bazı ilaveler içermiştir. 

Bu manifestolar incelendiğinde, her ikisinde de en temel görüşün; (Allah’ı tenzih ederiz) evrenin ve insanın yaratılmadığı, kendi başına var olduğu, insanın kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu olmadığı gibi, bilinen ateist dogma ve propagandalar olduğu görülür. Bu beyannamelerde yer alan maddeler, materyalizm, Darwinizm, ateizm ve agnostisizm gibi isimler altında ortaya çıkan sapkın felsefelerin ortak ifadeleridir. 

Hümanist Manifestolar Sonrası Yaşanan Hüsran 

Birinci Hümanist Manifesto’nun birkaç maddesini kısaca değerlendirecek olursak; 

Bu maddelerde; insanın, evrim teorisinin öne sürdüğü gibi, yani yaratılmadan var olduğu yalanı öne sürülmektedir. İnsan ruhunun varlığı reddedilmekte, insanın maddeden ibaret olduğu iddia edilmektedir. “Kültürel evrim” iddiası öne sürülmekte ve insanın “fıtratının” (yaratılıştan gelen özelliklerinin) varlığı reddedilmektedir. 

1933 yılında yayınlanan I. Hümanist Manifesto’nun vaatlerinin boş çıkmasının üzerine yayınlanan II. Hümanist Manifesto’nun başlangıcında, hümanist vaatlerin boşa çıkmış olmasına bir açıklama getirilmeye çalışılıyordu. Bu açıklama son derece zayıf kalmasına rağmen, yine de hümanistlerin felsefelerine bağlılıkta direndikleri dikkat çekiyordu. Manifesto’nun en belirgin özelliği ise, 1933 yılındaki ilk manifestonun din aleyhtarı çizgisini aynen korumasıydı. 

Hümanist Manifestoların Dayanakları Bilimsel Olarak Çürütüldü 

Hümanizm, insanın “tesadüfen” var olduğu iddiasını, felsefesinin temel doktrini haline getirmiştir. I. Hümanist Manifesto’nun ilk iki maddesi, doğrudan bu doktrini ifade eder. Hümanistler, bu iddialarında bilimin kendilerini desteklediği iddiasındadırlar. Oysa yanılmaktadırlar. I. Hümanist Manifesto’nun yayınlanmasından bu yana, bu felsefenin hümanistlerce “bilimsel gerçek” gibi gösterilen iki dayanağı -yani sonsuzdan beri var olan evren fikri ve evrim teorisi- doğrudan bilim tarafından çürütülmüştür: 

Sonsuzdan beri var olan (yani yaratılmamış) evren fikri (Allah’ı tenzih ederiz.), I. Hümanist Manifesto’nun yazıldığı yıllarda başlayan bir dizi astronomik ve fiziksel bulgu ile çürümüştür. Evrenin genişlemesi, kozmik fon radyasyonu, hidrojen-helyum oranının hesaplanması gibi gelişmeler, evrenin bir başlangıcı olduğunu ve yaklaşık 15-17 milyar yıl önce “Büyük Patlama” (Big Bang) adı verilen dev bir patlama ile yoktan var edildiğini göstermiştir. Big Bang teorisi, hümanist ve materyalist felsefelerin bağlıları tarafından uzun süre kabul edilmese de, sonuçta onları da ikna edecek şekilde galip gelmiştir. Günümüzde, ortaya çıkan bilimsel kanıtlar nedeniyle, bilim dünyası “evrenin yaratılışı” anlamına gelen Big Bang’i kabul etmektedir ve bu bile, hümanistler için büyük yıkım olmuştur. Önceleri ateist olan fakat geçtiğimiz senelerde Allah’ın varlığına inandığını belirten Anthony Flew’un ifadesiyle, “Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını.” ( Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse, Cosmos, Bios, Theos. La Salle IL, Open Court Publishing, 1992, s. 241) (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı, 2006)) 

I. Hümanist Manifesto’nun en büyük sözde bilimsel dayanağı konumundaki evrim teorisi de yine Manifesto’nun kaleme alınmasından sonraki yıllardan itibaren tamamen çürütülmüştür. Hayatın kökeni hakkında 1930’larda Oparin ve Haldane gibi ateist (ve aynı zamanda hümanist) evrimciler tarafından ortaya atılan senaryoların hiçbir bilimsel niteliğinin olmadığı, canlılığın bu senaryolarda ileri sürüldüğü gibi cansız maddeden kendi kendine doğamayacağı bugün anlaşılmış durumdadır. Fosil kayıtları, canlıların bir evrim süreci içinde oluşmadıklarını, farklı yapılarıyla yeryüzünde aniden belirdiklerini göstermektedir ve bu gerçek 70’li yıllardan bu yana bizzat evrimci paleontologlar tarafından açıkça itiraf edilmektedir. Modern biyoloji, canlıların evrim teorisinin öne sürdüğü gibi sözde doğa kanunlarının ve rastlantıların ürünü olmadıklarını, her organizmada yaratılışı kanıtlayan delillerin bulunduğunu göstermektedir. 

Sonuç: Hümanizm İnkar Edenlerin Yüzyıllardır Süregelen Yanılgılarının Bir Örneğidir 

Din ahlakını anlamak için derin bir akıl ve kavrayış gerekir. Bunların başlangıç noktası ise, ön yargıdan uzak ve samimi olmaktır. Hümanizm ise, ilk baştan din ahlakına karşı çıkan insanların, bu ön yargılarını sözde bilimsel gibi gösterebilme çabasından başka bir şey değildir. Hümanistlerin, İlahi dinler hakkındaki tarifleri, aslında yeni bir fikir değil, binlerce yıldır inkarcılar tarafından ileri sürülen asılsız bir iddianın tekrarıdır. Allah Kuran’da bu inkarcı düşünceyi şöyle bildirir: 

“Sizin İlahınız tek bir İlah’tır. Ahirete inanmayanların kalpleri ise inkarcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır. Şüphesiz Allah, onların saklı tuttuklarını ve açığa vurduklarını bilir; gerçekten O, müstekbirleri sevmez. Onlara “Rabbiniz ne indirdi?” dendiğinde, “Eskilerin masalları” dediler.” (Nahl Suresi, 22-24) 

Ayetlerde, inkarcıların din ahlakını benimsememelerinin gerçek nedeninin kalplerindeki büyüklenme hissi (kibir) olduğu haber verilmektedir. “Hümanizm” adı verilen felsefe ise, ayette tarif edilen bu inkarcı düşüncenin sadece bu çağa ait bir tanımıdır. Bir başka deyişle hümanizm, bu felsefenin bağlılarının iddia ettiği gibi “yeni” bir düşünce değil, tarihin eski dönemlerinden beri inkarcıların “dünya görüşü” olmuş olan bir yanılgıdır.

Bu makale, İlmi Araştırma Dergisi 62. sayı (Ağustos 2009) 44. sayfada yayınlanmıştır.

Derin Denizlerdeki Canlıların Güç Yaşam Koşullarındaki Taktikleri


Zor koşullara rağmen, okyanusların derinliklerinde çeşitli balıklar, çok farklı omurgasız canlılar ve mikroorganizmalar yaşarlar...

21. yüzyılda dünya üzerinde keşfedilecek çok az detay kaldığı düşünebilir. Ancak denizin derinlikleri halen bilinmezliğini korumaktadır. Ortalama 4 kilometre derinliğindeki okyanuslar, dünyanın %70’ini kaplar. Bu nedenle derin denizler tüm doğal ortamlar içinde en geniş ve aynı zamanda barınılması en zor olanıdır. Ancak buna rağmen Rabbimiz’in bir rahmeti olarak çok soğuk, tamamen karanlık, genel olarak oksijen bakımından yetersiz ve yüzeydekinden 1000 kat daha fazla basınca sahip olan derin denizler pek çok canlı türüne ev sahipliği yapar. 

Derin okyanuslar hayat şartları bakımından en elverişsiz ortam olmasına rağmen, hala buralarda yaşamlarını sürdüren canlılar bulunmaktadır. Derin su köpekbalıkları, ürkütücü görünüme sahip olan ve gözlerinin altındaki lambalardan kırmızı ışınlar çıkan ejder balığı, ışıldayan balıklar, tarih öncesi coelacanth, deniz zambakları, kırmızı mürekkep balığı, karanlıkta ışıldayan vantuzları olan ahtapot, 13 metre uzunluğundaki dev bir mürekkep balığı olan Architeuthis, bakteriler, yumuşakçalar ve kabuklu canlılar bu derinliklerde Rabbimiz’in yarattığı kusursuz çeşitliliğe örnektir. 

Daha tam olarak keşfedilememiş olan bu derin dünyada yapılan her araştırma, derin denizlerdeki hayranlık uyandıran yaşamın tanınmasına vesile olmaktadır. 

Allah Derin Denizlerdeki Canlıların Rızkını Verendir 

Deniz altında araştırma yapan bilim adamları uzun yıllar boyunca 600 metreden daha derin yerlerde canlı yaşamı olmadığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü eğer derinlerdeki canlılar yalnızca yukarıdaki canlılardan arta kalan yiyecekler sayesinde yaşıyorlarsa, belli bir derinlikten sonra besinler tükenecek ve derinlerdeki canlılar yaşamlarını yitireceklerdi. Ancak ilerleyen yıllarda yapılan araştırmalar, okyanusların en derin yerlerinde bile canlıların yaşadığını göstermiştir. Çünkü okyanusların tabanı dev sualtı dağ zincirleri ve bunlar arasında kalan geniş bataklık ve çamurlu bir tabandan oluşur. Fakat bu çamurun büyük kısmı suyun üst yüzeyinde yaşayan planktonların veya kabuk değiştiren deniz kabuklularının ve tek hücreli canlıların kalıntılarının okyanus tabanlarında birikmesiyle oluşur. Dolayısıyla okyanusun tabanında kalker ve silis maddeleri içeren bu çamur tabakası derinlerde yaşayan canlıların önemli bir besin kaynağıdır. Okyanusların binlerce metre derinliklerinde, oksijenin dahi bulunmadığı çamur katmanında yaşayan bu gözle görülmeyen ve metanla beslenen arkebakteriler dünyanın dengesi için büyük bir öneme sahiptirler. Eğer bu mikroorganizmalar olmasaydı, açık denizlerin dibinde bulunan büyük miktardaki metan gazı atmosfere karışır, sera etkisi nedeniyle küresel ısınma baş gösterir, dünyanın her yerindeki iklim dengeleri bozulur ve dünya yaşayamayacağımız kadar sıcak bir gezegene dönüşürdü. 

En derin noktası 11.000 metre, ortalama derinliği ise 4.000-5.000 metre olan okyanuslarda, 100 metrenin altına güneş ışığı ulaşmaz. Dolayısıyla buralarda fotosentez imkanı yoktur. Yüksek bir basınç, 2-4°C gibi düşük bir sıcaklık ve sürekli karanlık vardır. Kıt besin kaynakları, sadece üst tabakalardan yağan atıklar ve organik maddelerden oluşur. Kısacası söz konusu olan, insanların alışkın olduğundan tamamen farklı bir ortamdır. Tüm bu zor koşullara rağmen, okyanusların derinliklerinde çeşitli balıklar, birbirlerinden çok farklı omurgasız canlılar ve mikroorganizmalar yaşarlar. 

Derin denizlerde bu bakteri türleri dışında yaşayan başka canlılar da vardır. Bu canlılar bakteriler gibi kendi besinlerini üretmezler, kendilerinden daha küçük canlıları avlarlar. Yüce Rabbimiz bu canlıların besinlerini kolaylıkla bulabilmeleri için oldukça uzun ve uçlarında koku alma organları bulunan yüzgeçler, iri bir ağız, çok keskin sivri dişler, koyu gri ya da siyah deri rengi ile kamuflaj ve basıncın çok yüksek değerlere ulaştığı bu derinliklerde yaşayabilmeleri için dışarıdan gelen basıncı, hücre sıvılarının oluşturduğu iç basınç ile mükemmel bir biçimde dengeleyen sistemler yaratmıştır. 

Okyanus derinliklerindeki besin kaynakları ve canlıların bu derinliklerde yaşamalarını sağlayan yaratılış özellikleri Rabbimiz’in sonsuz yaratma gücünün sergilendiği örneklerden yalnızca biridir. Yüce Allah’ın her yeri ilmi ile kuşattığı bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir: 

“Gaybın anahtarları O’nun Katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır.” (Enam Suresi, 59) 

Derin Denizlerdeki Karanlık Sorununu Canlılar Allah’ın Kendilerinde Ürettiği Işıklarla Çözmüştür 

Güneş’in canlılara büyük yarar sağlayan ışınları, denizlerde ancak 200-300 metre derinliğe kadar ulaşabilmektedir. Okyanus canlıları da bu nedenle bu aydınlık kuşakta yaşamayı tercih etmektedirler. Aydınlık kuşakta üretilen besinin ve canlı artıklarının bir bölümüyse zamanla okyanusun derinliklerine ulaşır ve daha aşağılardaki canlıların yaşamasını mümkün kılar. Günümüz teknolojisi ile yapılan ölçümlere göre güneş ışığının % 3-30’u deniz yüzeyinde yansıtılır. Derine doğru indikçe suyun rengi önce kırmızılaşır, ardından mora dönüşür ve daha sonra da portakal rengi olur. 100 metreye gelindiğinde artık sadece koyu bir mavilik söz konusudur. İlk 200 metredeyse ışık spektrumunun mavi ışığı en son olmak üzere 7 rengin tümü ardı ardınca emilir. 1000 metrenin altındaki derinliklerde ise artık hiçbir şekilde ışığa rastlamak mümkün değildir. Bu karanlık ortamlarda canlılar vücutları boyunca ışık saçan organlarla hareket ederler. Bu canlılar kimyasal bir reaksiyon sonucu vücutlarında ışık üretirler. Biyoluminesans adı verilen bu ışık, biri ışık üreten madde olan lusiferin, diğeri ise reaksiyonu başlatan lusiferaz enzimlerinin ortak çalışmasına oksijenin de eklenmesiyle ortaya çıkan kimyasal reaksiyon sonucu ortaya çıkar. Bazı canlılarda ise bu ışık, hayvanın derisinin üzerinde yaşayan bakteri kolonisinden kaynaklanır. Yüce Allah’ın üstün aklının bir sonucu olarak ışık saçan canlıların bu çok özel nimete sahip olmalarının pek çok nedeni vardır. Bu özellikler birkaç başlık altında toplanabilir.

Yiyecek bulma:
 Okyanustaki alacakaranlık kuşaklarında, bazı hayvanlar ışık yayma yeteneklerini yiyecek bulmak için kullanırlar. 

Avlanma: Olta balığı, çevredeki diğer balıkları kandırıp avının dikkatini çekmek için ışığını kullanır. 

Kamuflaj: Okyanusun karanlık kısımlarında, daha derin kesimleri görmek çok zordur. Fakat üst seviyedeki silüetleri görmek kolaydır. Bu nedenle bazı türler bedenlerinin alt kısmından parlak bir ışık yayarlar. Bu ışık balığın yukarıdan bakan biri için görüntüsünü bulanıklaştırır ve denizin içinde düşmanlarına kendisini sezdirmeden yüzmesini sağlar. 

Taklit: “Cookie-cutter” türü köpekbalığının gövdesinin altında ışık yayan bir bölüm vardır ve bu bölüm küçük bir balığı andırır. Balık, böylece küçük bir balık görüntüsüne bürünebilir ve onu yemeye gelen büyük balıkları avlayabilir. 

Savunma:
 Bazı hayvanlar yanlarına bir tehlike yaklaştığında mürekkep benzeri yoğun ve parlak bir sıvı çıkarır, bu şekilde onu avlamaya gelen balığın görüş açısını kapatır ve oradan hızla kaçarlar. Kimi ışık saçan canlılar ise kendilerini savunmak için saldırganları kör edebilecek seviyede parlak bir ışık yayarlar. Derinlerde yaşayan bir ahtapot türü ise tehlike anında tıpkı yüzey ahtapotu gibi davranır. Ancak türdeşinden farklı olarak tehlike anında düşmanının üzerine mürekkep yerine vücuduna yapışık olarak yaşayan ışıklı bakterileri gönderir 

Üreme: Yaydıkları ışıklarla karşı cinsin kendisini daha kolay tanımasını sağlar. 

Yol bulma:
 Bazı canlılar bu yeteneklerini karanlık sularda yollarını bulmak için kullanırlar. 

Yardım Çağırma:
 Bazı tek hücreli planktonlar ise rahatsız edildikleri zaman parlarlar. Örneğin; küçük bir balık planktonları yemeye başladığı zaman, rahatsız edilen plankton parlamaya başlar. Böylece bu ışık kendine av arayan ve planktonu rahatsız eden balığı avlamak isteyecek daha büyük bir balığın dikkatini bu yöne çeker. 

Her şeye kadir olan Yüce Allah, derin denizlerdeki karanlığa, canlılara ışık saçma özelliği vererek uyum sağlamalarına imkan vermiş ve bu canlıları da diğer tüm canlılar gibi kusursuz bir düzen içerisinde yaratmıştır. Rabbimiz bu gerçeği Kuran’da şöyle haber verir: 

“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.” (Haşr Suresi, 24) 

Günümüzde ulaşılan teknoloji ile yapılan araştırmalar sonucunda, uzun yıllar boyunca verimsiz olduğu düşünülen okyanusların derinliklerinde de yaşam olduğu belirlenmiştir. Güneş ışınlarının ulaşabileceğinden çok daha derinlerdeki bu yaşam, oldukça zorlu koşullara rağmen, Yüce Rabbimiz’in eşsiz yaratışı ile sürmektedir. 

Derin Denizlerdeki Canlıların Basınca Dayanıklılığı Bilim Adamlarını Hayrete Düşürmektedir 

Rabbimiz tarafından belirlenmiş bir ölçüyle deniz seviyesinde “bir atmosfer” olarak belirlenen ve insan yaşamı için ideal olan hava basıncı, denizin içinde, derine doğru gittikçe, her 10 metrede bir atmosfer daha artar. Örneğin 30 metre derinlikte su basıncı üç atmosferdir, yani bu derinlikteki bir dalgıcın vücudunun her santimetrekaresine suyun yaptığı basınç, yüzeye oranla üç kat fazladır. 

* İnsan hiçbir gereç kullanmadan 30 m. derinliğe indiğinde; 

* Akciğer kapasitesi dörtte birine düşer, 

* Kan basıncı artar, 

* Vücut ısısı düştüğünden, kalbin atış hızı artar, 

* Bilinç bulanıklaşır. 

Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30 metrenin altına inmek tehlikelidir. Oysa okyanusların binlerce metre derinliğinde yaşayan canlılar, çok yüksek basınç değerlerine Yüce Rabbimiz’in yarattığı özel sistemlerle dayanabilmektedirler: 

Hava keseleri: 

Allah bazı balık türlerinde suyun kaldırma kuvvetiyle kendi ağırlıklarını dengelemek ve su içinde yaşadıkları derinliği ayarlamak için içinde gaz bulunan keseler yaratmıştır. Kesenin içinden kanlarından gaz salgılayarak suyun üst kısımlarına çıkabilmekte, kesedeki gazı kanlarına geri emerek ise derinlere inebilmektedirler. Derinliklerde balıkların hava kesecikleri patlamaz, çünkü içindeki gazın çok yüksek olan basıncı ile dış basınç aynı değerdedir. 

Hücre zarlarında farklılıklar vardır: 

Rabbimiz bakteriler ve omurgasız canlıların hücre zarlarında farklılıklar yaratarak yüksek basınçlara karşı dayanıklılıklarını arttırmıştır. Hücre zarlarında, protein ve lipid (yağ) tabakaları mozaik şeklinde dizilmiştir. Bu şekilde hücreyi sınırlama ve korumanın yanında gıdaların, artık maddelerin giriş çıkışı ve moleküllerin sinyalizasyonu hücre zarının mükemmel fonksiyonu ile ayarlanır. Eğer zardaki yağlar çok sert ise kanallar kapanır. Yüksek basınçta ise yağ molekülleri sertleşir. Bu yüzden derin deniz canlılarının hücre zarları daha akışkan yağlardan yaratılmıştır. Bu canlılar dipten yukarı doğru çıkarıldığında hücre yağlarındaki basınç çok azaldığı için yağlar bir miktar sıvılaşır. Ayrıca Allah bu canlıların bedenlerinde metabolik enzimler yaratmıştır. Bu enzimler hacimde fazla bir değişikliğe yol açmadan kimyevî reaksiyonlara girer ve canlının basınç ile mücadele etmesine gerek kalmaz. 

Basınca dayanıklı sistemler ve organlar: 

Gagalı balinaların akciğerleri, denizin derinliklerindeki basınca uygun olarak yaratılmıştır. Bu nedenle 1900 metre gibi çok derinliklere dalabilirler. Söz konusu değer hava-soluyan memeliler arasında şimdiye kadar gözlemlenen en derin ve uzun süreli rekor dalıştır. Balinanın dalışa geçmeden önce suyun yüzüne çıkarak aldığı havanın içindeki oksijen ve azot gibi gazlar derin dalışlar sırasında dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar. Fakat yukarı çıkarken bu gazlar damarlarda süratle genleşir. İşte bu esnada akciğerler büzüşerek gazın özellikle de azotun kana karışmasını engelleyerek balinanın vurgun yeme riskini ortadan kaldırır. Akciğerlerin sahip olduğu bu özellik, kuşkusuz Yüce Allah’ın üstün yaratışının delillerinden biridir. Nitekim Yüce Allah’ın bu kusursuz yaratma gücü ve sanatı, bir Kuran ayetinde şöyle haber verilir: 

“Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 4) 

Sonuç: Derin Denizler Rabbimiz’in Çeşitlilik Sanatının Eserlerinden Biridir 


Dünyamız, uzaydan bakıldığında masmavi bir görünüme sahiptir. Sadece Pasifik Okyanusu’nun üzerinden uçakla geçmeye kalktığınızda, bu yolculuk tam 20 saat sürer. Yukarıdan bakıldığında engin maviliği ile göze çarpan okyanusların sırları ise derinliklerde saklanmaktadır. Kimi yerlerde Everest’in yüksekliğinden bile fazla olabilen bu sularda, diplere doğru indikçe rengarenk bir dünya ile karşılaşırız. 

Bu ortamda her biri birbirinden değişik milyonlarca canlı bulunmaktadır. Hepsinin farklı renkleri, avlanma taktikleri, kendilerini savunmak için kullandıkları yöntemler vardır. Bazen binlercesi aynı anda büyük bir hızla hareket eder. Bu kadar kalabalığa rağmen ne yönlerini kaybederler, ne de karışıklık olur. Şüphesiz ki bu balıkların ne yöne gitmeleri gerektiğine ya da yanındaki canlıların kendi cinslerinden olup olmadığına, hangi yöne giderlerse yaşanan uyumu bozmayacaklarına karar vermeleri mümkün değildir. Deniz altında yaşayan canlılardaki bu uyum ve organizasyon, onların yegane Yaratıcımız olan Allah’ın eseri olduğunun açık bir delilidir. Bu kadar çok canlıda bu kadar muazzam detayların var edilmesi bizlere Allah’ın sanatındaki mükemmelliği gösterir. 

Allah’ın ilmiyle her yeri kuşattığı Kuran’da şu şekilde bildirilmektedir: 

“Sizin İlahınız yalnızca Allah’tır ki, O’nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır.” (Taha Suresi, 98)

İlginç Bitkiler


Şuuru ve karar verme yeteneği olmayan bir bitkinin benzerlerinden farklı olarak etobur olmaya karar vermesi mümkün değildir...

İbrik Bitkisinin Tasarım Harikası Tuzağı 

Endonezya ormanlarında yaşayan Nepenthes alata isimli etobur ibrik bitkisi, çevresinde gezinen böcekler için merak uyandırıcı, ama tehlikeli bir keşif kaynağıdır. Bitki, ibriğinin ağzına konan böcekleri, son derece kaygan dokusu sayesinde doğrudan midesine indirebilmektedir. New Phytologist dergisinde yayınlanan araştırmalarında Laurence Gaume ve çalışma arkadaşları bitkinin böcek yakalama yeteneğini test ettiler. (New Phytologist, 156, 479489; 2002) 

Araştırmacılar, bu çalışmalarında uçma yeteneği olmayan bir tür meyve sineği ile karıncaları kullandılar. Bu iki canlı normalde yüzeylere çok etkili bir şekilde yapıştıkları halde bitkinin iç duvarında tutunmayı başaramadılar. Böcekler anında kayarak aşağı, bitkinin sindirim sıvısının bulunduğu bölüme düşerek bitkiye yiyecek oldular. 

Bitkinin yüzeyini elektron mikroskobu altında inceleyen bilim adamları, iç duvarların balmumu benzeri bir maddeyle kaplı olduğunu keşfettiler. Normalde en pürüzsüz yüzeylere bile kolaylıkla yapışabilen sineklerin bu balmumu malzemesinde tutunamamasının sırrının ise malzemenin kırılganlığında gizli olduğu ortaya çıktı. Meyve sineği veya karınca ilk başta sağlam bir yüzey gibi görünen balmumu duvara kondukları anda ayaklarının altındaki bölge mikroskobik parçacıklar halinde dökülüyor ve böylece ayağın yüzeyle temasını kesiyordu. (Harun Yahya, Bitkilerdeki Yaratılış Mucizesi) 

Şuuru ve karar verme yeteneği olmayan bir bitkinin benzerlerinden farklı olarak etobur olmaya karar vermesi bunun için de ibrik şekline girebilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde sineklerin ayaklarındaki yapışkan sistemi inceleyip onları kendi içine düşürecek malzemeyi tasarlayabilmesi ve böceğin tam düşeceği yerde sindirim sıvısı üretebilmesi de mümkün değildir. 

İbrik bitkisinin kendisine yaklaşan canlıları ustaca yakalayabilmesi ve bunları yakalamak için sahip olduğu muhteşem tasarım, sonsuz güç sahibi Rabbimiz'in üstün yaratışının göstergelerinden sadece bir tanesidir. 

"Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır." (Bakara Suresi, 164) 

İstilacı Bitkinin Sırrı

Bahar ve yaz aylarında geniş düzlükleri kaplayan istilacı bitkiler görürüz. Bu bitkiler, toprağın altından çıkan ordular gibi son derece hızlı ürer ve önlerine çıkan rakip bitkileri ortadan kaldırarak ilerlerler. 

Bunların en çok bilinenlerinden birisi Centaurea nigra adı verilen bir türdür. Bu bitki, yaşam alanı olan Kuzey Amerika'da milyonlarca hektar araziyi kaplar. 

Centaurea nigra'nın karşısına çıkan bitkileri yok ederek ilerlemesi yani istilacı gücü, donatıldığı kimyasal silahlardan ileri gelmektedir. C. Nigra ürettiği catechrin isimli kimyasaldan iki farklı formül elde eder ve bunlardan catechrin eksi isimli kimyasalı bitkileri, catechin artıyı ise topraktaki bakterileri yok etmek için kullanır. Bitkideki bu kimyasalları keşfeden Colorado Eyalet Üniversitesi Biyoteknoloji bölümünden Doç. Dr. Jorge Vivanco, bitkiden elde ettiği catechin eksi kimyasalını spreyle, birkaç çeşit yabani ot ve tahıl bitkisi üzerine püskürttü. Bu işlem sonunda bitkideki kimyasalın, çok kuvvetli ve zehirli bir bitki öldürücü olan 2,4 D ' kadar etkili olduğu ortaya çıktı. Ancak, aynı zamanda Vivanco'nun elde ettiği zehirli spreyin kullanışlı olmadığı da ortaya çıkmıştı. Çünkü Centaurea nigra normalde bu kimyasalı kökleri vasıtasıyla toprağa salarak çevresindeki bitkileri saf dışı bırakıyordu. Ancak Vivanco'nun yaptığı gibi, spreyle püskürtme bitkinin kendi yaprak dokusunu da öldürdü. 

Bu istilacı bitkinin diğer etkili silahı, catechin artı da kökler yoluyla salgılanıyor. Bu silahın hedefi ise toprakta yaşayan ve bitkiye zararlı olabilecek bakteriler. Catechin artı, bu bakterilere karşı son derece etkili bir antibiyotik olarak görev yapıyor. Yani bu silah, catechin eksi'nin aksine saldırıda değil, savunmada kullanılıyor. Vivanco, bitkiyle ilgili şu yorumu yapıyor: "Anlaşılan o ki, catechin eksi diğer bitkilere karşı bir saldırı bileşiği; artı ise bakterilere karşı bir savunma bileşiği olarak görev yapıyor. Bitkinin istilacı karakteri buna dayanıyor. Kendisini mikroplara karşı savunmada ve diğer bitkileri yenmede çok başarılı." (www.whyfiles.org) 

Vivanco'nun çalışmalarıyla ortaya çıkarılan bu kimyasallar araştırmacılara etkili zehirler üretmede ilham kaynağı da oluyor. Dr. Vivanco'nun araştırmalarına dayanılarak hazırlanan zehirler, yakın zamanda kullanılmak üzere birçok kimya firması tarafından üretim listesine alındı. 

Tüm bu kimyasal işlemleri, savunma ve saldırı sistemlerini kimya eğitimi almamış, aklı olmayan bir bitkinin yapamayacağı açıkça ortadadır. Şüphesiz bitkiye bu özellikleri veren, göklerin, yerin ve her ikisinin arasındakilerin yaratıcısı olan Yüce Allah'tır. 

Centaurea nigra isimli bitkide ortaya çıkan bu yaratılış gerçeği aslında, incelediğimiz tüm varlıklarda kendini farklı şekillerde göstermektedir. 

"O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir." (Haşr Suresi, 24) 




Su Hakkında Bilmediklerimiz


Suyun özellikle ısıyla ilgili özellikleri dünya üzerindeki canlı yaşamının sürekliliğinde büyük rol oynar...

Güneş Sistemi'ndeki diğer 63 gök cisminden hiç birinde yaşamın temel şartı olan suyun bulunmadığını biliyor muydunuz? Oysa yeryüzünün büyük bölümü sularla kaplıdır. Okyanuslar ve denizler Dünya yüzeyinin toplam dörtte üçünü meydana getirir. Öte yandan karalarda da sayısız göl ve nehir vardır. Yüksek dağların zirvelerini kaplayan kar ise suyun donmuş halidir. Dünya'daki suyun önemli bir bölümü de gökyüzündedir; bulutların her birinde binlerce, bazen milyonlarca ton su bulunur. Bu suların bir kısmı da zaman zaman damlalar halinde yere iner, yani yağmur olur. Şu an solumakta olduğunuz havanın içinde de mutlaka belirli miktarda su buharı vardır. 

Yağmurlar, denizler, nehirler, akarsular, okyanuslar, musluğu açtığınızda akan içilebilir su? İnsanlar suyun varlığına o kadar alışıktırlar ki yeryüzünün büyük bölümünün sularla kaplı olmasının önemini belki de hiç düşünmezler. Oysa su uzayda gerçekten de çok nadir rastlanan bir bileşimdir. Bu nedenle bilinen bütün gök cisimlerinin içinde yalnızca Dünya'da suyun bulunuyor olması, üstelik de bu suların içilebilir nitelikte olması son derece önemli bir konudur.

Suyun Şaşırtıcı Özellikleri 

Suyun özellikle ısıyla ilgili (termal) özellikleri dünya üzerindeki canlı yaşamının sürekliliğinde büyük rol oynar. Bunlardan birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz: 

Bilinen tüm sıvılar ısıları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim azalınca yoğunluk artar ve böylece soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Ama su, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+ 4 C dereceye) düşene kadar büzüşür, daha sonra birdenbire genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Yani buz, aslında "normal" fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, su üstünde yüzer. 

Suyun bu özelliği dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Eğer bu özellik olmasa, yani buz suyun üzerinde yüzmese, dünya üzerindeki suyun çok büyük bir bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam kalmayacaktı. 

Buz eridiğinde ya da su buharlaştığında, etraftan ısı çekilir. Bunun tersi gerçekleştiğinde ise, dışarıya ısı verilir. Bu, "gizli ısı" olarak bilinen kavramdır. Tüm sıvıların gizli ısıları vardır. Ancak suyun gizli ısısı, bilinen tüm sıvıların en yükseği sayılabilir. Ayrıca suyun "termal kapasitesi", yani suyun ısısını bir derece artırmak için gereken ısı miktarı, bilinen diğer sıvıların çok büyük bölümünden daha yüksektir. 

Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin diğer sıvılara göre çok yüksek olması da denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarını sağlar. Bu nedenle Dünya'da kara üzerindeki ısı farklılıkları en sıcak yer ile en soğuk yer arasında 140 C dereceye kadar çıkarken, denizlerin ısı farklılığı en fazla 15-20 C derece arasında değişir. Aynı durum gece-gündüz arasındaki ısı farkında da yaşanır. Karada gece ile gündüz arasındaki fark kurak ortamlarda 20-30 C dereceye kadar çıkarken, denizlerde en fazla birkaç derecelik bir ısı farkı olur. Sırf denizler değil, atmosferdeki su buharı da çok büyük bir denge sağlamaktadır. Gece-gündüz arasındaki ısı farkının, su buharının çok az bulunduğu çöllerde çok fazla, deniz iklimi yaşayan yerlerde ise çok daha az olması, bunun bir sonucudur. 

Bundan başka suyun termal iletkenliği, yani ısıyı iletebilme yeteneği de bilinen diğer herhangi bir sıvıdan en az dört kat daha yüksektir. Buzun ve karın termal iletkenlikleri ise düşüktür. Suyun bu özelliği de çok önemli bir işlev görmektedir. Buz, havadaki soğuğu, altındaki su tabakasına çok az iletir. Böylece dışarıdaki hava -50 C dereceyi bulsa bile, denizin üstündeki buz tabakası 1-2 metreyi geçmez. Foklar, penguenler ve diğer kutup hayvanları, bu sayede denizin üstündeki buzu delip alttaki suya ulaşabilirler. 

Suyun bu kendine özgü termal özellikleri sayesinde, kış ile yaz ya da gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarı karalara oranla daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak, karaların büyük kısmı çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı. Okyanusların varlığını düşünelim. Okyanuslar güneş ışınlarını karadan daha az yansıtır, böylece karalardan daha fazla güneş enerjisi alır, ama bu ısıyı kendi içinde karalara göre daha dengeli biçimde dağıtır. Bu sayede okyanuslar daha sıcak olan ekvator bölgelerini serinleterek aşırı sıcak olmalarını, kutup bölgelerinin soğuk sularını da ısıtarak aşırı soğuk olmalarını ve bunun sonucunda da tamamen donmalarını engeller. Eğer böyle olmasa ne olurdu? 

Su "Normal" Davransaydı Ne Olurdu? 

Su "normal" davransaydı, tüm diğer sıvılar gibi onun da ısı kaybına paralel olarak yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı ne olurdu?

Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su "normal" davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı. 

Suyun neden "normal" davranmadığı, yani 4 C dereceye kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir sorudur. 

Bir Zamanlar Biyolojik Bilgi Bilinmiyordu


DNA'nın keşfi, bilim tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak kabul edilir...

Tüm zamanların en popüler sinema yapımlarından biri olan The Matrix serisinin ikincisi olan The Matrix Reloaded'ı izleyenler, filmdeki figüranların birer "yazılım" (software) olarak gösterildiği sahneyi hatırlayacaklardır. Söz konusu sahne aslında her cismin bir yazılım olduğu "Matriks" ortamında geçmektedir. Bir kadına ilaç verilişi gösterilirken, hem kadının hem de ilacın birer yazılım olduğunu seyircilere daha iyi açıklamak için, hem kadının bedeni hem de ilaç, yeşil dijital rakam ve harflerden oluşan bir silüet olarak gösterilmektedir. The Matrix Reloaded'ın çeşitli sahnelerinde tekrarlanan bu animasyon, izleyicilere, gördükleri insanların aslında sadece birer yazılım olduğunu kavratmak için kullanılan etkili bir görsel anlatımdır.

The Matrix Reloaded'ı izleyen veya izlemeyen çoğu insanın farkında olmadığı gerçek ise, gerçek dünyadaki bedenlerin de aslında bir anlamda birer "yazılım" olduğudur.

Sizin bedeniniz de çok karmaşık bir yazılımdır. Eğer bu yazılımı kağıda dökmek isterseniz, büyükçe bir odanın duvarlarını kaplayacak kadar büyük bir kütüphane kurmanız gerekir. Eğer bu yazılımı, bildiğiniz başka yazılımlarla -örneğin bilgisayarınızın Windows veya Mac OS gibi işletim sistemiyle veya farklı programlarıyla- karşılaştırırsanız, sizdekinin kıyaslanamayacak kadar karmaşık ve üstün olduğunu görürsünüz. Dahası, bilgisayarınızın işletim sistemi sık sık kilitlenir, donar, yeniden başlatılması gerekir, hatta bazen tüm bilgilerini yitirecek biçimde çöker. Oysa bedeninizin yazılımına siz hayatta olduğunuz süre boyunca hiçbir şey olmaz. Bu yazılımda hata olursa, bunu düzeltmekle görevli olan başka yazılımlar sorunu giderir.

Peki nedir bedeninizdeki yazılım? The Matrix Reloaded'daki gibi yeşil, dijital rakamlar ve harfler mi?

Sizdeki yazılım dijital harf ve rakamlarla değil, moleküllerle yazılmıştır. Bu moleküller, vücudunuzu oluşturan trilyonlarca hücrenin her birinin çekirdeğinde yer alan "DNA" isimli dev molekül zincirinin parçalarıdır.

DNA, sizin bedeninizin bütün detaylarını içeren bir bilgi bankasıdır. Bu dev molekül, "nükleik asit" adı verilen dört farklı molekülün ardarda dizilmeleriyle oluşturulmuştur. Bu dört molekül, dört harfli bir alfabe gibi, vücutta üretilecek tüm organik moleküllerin bilgisini saklar. Yani bu moleküller rastgele değil, belirli bir bilgiye göre dizilmişlerdir. Bu bilgi kendi içinde cümlelere, paragraflara ayrılır. Bilim adamları bu parçalara "gen" adını verirler. Her gen, vücudunuzdaki farklı detayları -örneğin şeker yediğinizde bunu hücrelerin içine alacak olan insülin hormonunun formülünü veya gözünüzdeki şeffaf kornea hücrelerinin yapısını- tarif eder. 

DNA'nın keşfi, bilim tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak kabul edilir. Bu molekülün varlığı ve yapısı 1953 yılında Francis Crick ve James Watson adlı iki genç bilim adamı tarafından belirlenmiştir. O zamandan bu yana geçen yarım yüzyılda ise, bilim dünyasının önemli bir bölümü DNA'yı anlamaya, okumaya, çözümlemeye ve kullanmaya çalışmaktadır. Bu büyük çabadaki en önemli adımlardan biri ise 90'lı yıllarda başlayan ve 2001 yılında sonuçlanan "İnsan Genomu Projesi"dir. Bu projeyi yürüten bilim adamları, "insan genomu"nu (yani insanın tüm genlerinin toplamını) okuyarak bunun eksiksiz bir "dökümünü" çıkarmışlardır.

İnsan Genomu Projesi'nin elbette başta tıp ve genetik mühendisliği olmak üzere çeşitli alanlarda insanlığa büyük yararları olabilecektir. Ama bir o kadar, hatta daha da önemli bir sonucu ise, DNA'nın kökeni hakkında bize bir mesaj vermesidir. Bu mesaj, bizzat genomu keşfedenlerden biri, yani projeyi yürüten Celera şirketinin görevlendirdiği bilim adamlarından Gene Myers tarafından açıklanmıştır.

Myers, San Francisco Chronicle gazetesinde "İnsan Genomu Haritası Bilim Adamları Yaratıcı'dan Söz Ediyor" (Human Genome Map Has Scientists Talking About the Divine) başlığıyla verilen haberde şu yorumu yapmıştır:

    Moleküler düzeyde mükemmel bir biçimde kompleksiz... Henüz kendimizi bile anlayamıyoruz ki, bu çok ilginç. Burada metafizik bir element var... Beni asıl şaşırtan şey ise yaşamın mimarisi... Sistem çok kompleks. Sanki dizayn edilmiş gibi... Burada (genomda) muazzam bir akıl var.(1)

DNA'da yer alan bu bilgi, yaşamı rastlantıların ürünü sayan Darwinizm'i çürütmektedir. Çünkü bu bilgi, Darwinizm'in de temeli materyalist "indirgemeciliği" yıkmaktadır.

----------------------

1- Tom Abate, San Francisco Chronicle, 19, Şubat 2001. http://www.sfgate.com/cgi-bin/article.cgi?file=/chronicle/archive/2001/02/19/BU141026.DTL