Doğal seleksiyon, doğada sürekli bir yaşam mücadelesi olduğu ve bu mücadelede hayatta kalanların hep "güçlü ve doğal şartlara uygun" canlılar olacağı varsayımına dayanır...
Bu soruya 19. yüzyılda Charles Darwin “Türlerin Kökeni” adlı kitabıyla bir cevap getirmeye çalışmıştı. Darwin ve günümüzde bu fikri savunanlara göre canlılar bir tesadüfler zinciri içinde oluşmuş ve zaman içinde de birbirlerinden farklılaşmışlardır. Farklılaşmaların etkisi evrimciler tarafından şöyle açıklanmaktadır: Farklılaşmalar eğer bir canlıya yarar sağlarsa, bu canlı diğerlerine göre avantaj sağlayacak, onun nesli de aynı avantajı sürdürecektir. Böylece yeni bir tür ortaya çıkacaktır.
Doğa Seçim Yapamaz!
Bugün evrimciler canlılarda “gelişme” olarak nitelendirdikleri değişiklikleri iki mekanizmanın sağladığını iddia ederler. Bunlardan ilki “doğal seleksiyon” olarak adlandırılır.
Doğal seleksiyon, doğada sürekli bir yaşam mücadelesi olduğu ve bu mücadelede hayatta kalanların hep "güçlü ve doğal şartlara uygun" canlılar olacağı varsayımına dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanların tehdidi altında olan bir geyik sürüsü içinde, doğal olarak daha hızlı kaçabilen geyikler hayatta kalacaktır. Doğal olarak da bir süre sonra bu geyik sürüsü, hızlı koşabilen bireylerden ibaret hale gelecektir. Ancak dikkat edilirse bu süreç, ne kadar uzun sürerse sürsün, geyikleri bir başka canlı türüne dönüştürmez. Zayıf geyikler elenir, güçlüler hayatta kalır, ama sonuçta geyiklerin genetik bilgisinde bir değişiklik olmadığı için, bir "tür değişimi" gerçekleşmez. Geyikler ne kadar seleksiyona uğrarlarsa uğrasınlar, geyik olarak yaşamaya devam ederler. Geyik örneği tüm türler için geçerlidir.
Doğal seleksiyon sadece bir popülasyon içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireyleri ayıklar. Yeni canlı türleri, yeni genetik bilgi ya da yeni organlar ortaya çıkaramaz. Yani, evrimleştiremez. Darwin de bu gerçeği "faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz"(1) diyerek kabul etmiştir.
Dahası son yıllarda yapılan bazı araştırmalar, canlılar arasındaki fedakarlık ve özveri taşıyan davranışların tespiti konusunda doğal seleksiyon mekanizmasının geçersizliğini ortaya koymuştur. Bazı bakteriler, bir virüs tarafından işgal edildiklerinde, diğer bakterileri korumak için intihar etmektedirler.(2) Karınca ve termit kolonilerinin girişlerindeki nöbetçiler bir saldırı anında kendilerini imha ederek saldırıyı durdurmaya çalışmaktadır. Bu örnekler, doğal seleksiyonun temel varsayımı olan "mutlak yaşam mücadelesi" kavramını geçersiz kılmaktadır. Doğada rekabetin bulunduğu doğrudur, ama bu rekabetin yanında çok belirgin fedakarlık ve dayanışma örnekleri de vardır.
Öte yandan Darwin'den bu yana, doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir bulgu ortaya konamamıştır. Ünlü bir evrimci olan İngiltere Doğa Tarihi Müzesi Baş Paleontoloğu Colin Patterson, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir:
“Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün Neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur.”(3)
Evrim teorisini desteklemek için ortaya koyulan aldatıcı deliller, bunların giderek artan eleştirel incelemelere tabi tutulmalarına neden olmaktadır. Bu tip incelemelerde bulunanlardan biri de Gertrude Himmelfarb’dır. Himmelfarb ‘doğal seleksiyonun türlerin gelişimini açıklama konusunda kendi içinde çelişki taşıdığını’ şöyle dile getirir:
“Eğer doğal seleksiyon en basitten en karmaşığa, en aşağıda olandan en üst seviyedekine kadar tüm türlerin gelişimini açıklama niyetini taşıyor idiyse, o zaman, basit ve aşağıda olan türlerin varlıklarını açıklamaya nasıl teşebbüs edebilir ki?... Daha üstün olan veya daha yüksek formda bulunan türler niçin daha bayağı veya daha aşağı türleri alt etmemiş, onların yerini almamışlardır?”(4)
Bu sorunun cevabını bir örnekle açıklamak daha doğru olacaktır. Örneği Darwin’in kendisinden alalım; bal arılarının sahip olduğu üstün özellikler Darwin’in dikkatini çekmiş, doğal seleksiyonun arıların kabiliyetini arttırdığını ve yaşadıkları evrimsel sürecin onları ‘azıcık balmumu kullanarak peteğin gözeneklerini balla doldurabilecek’ hale getirdiğini iddia etmiştir. Darwin, “Türlerin Kökeni” isimli kitabında bal arıları ile birlikte yaban arılarını da ele almış ve bunların bal arıları kadar maharetli olmadıklarını gözlemlemiştir. Buna karşın yaban arısının niçin hayatta olduğunu, yeterince yetenekli olmamasına karşın niçin hayatını devam ettirdiğini açıklayamamıştır.(5) Darwin, gelişmiş olarak kabul ettiği türlerin yanında daha ilkel olarak kabul ettiği türlerin yan yana yaşaması ile ilgili tek bir şey söylemiştir. O da “Doğa, modelleri mükemmelleştirirken gerçekleştirdiği işlerden görünür izler bırakmıştır” demekle kısıtlıdır. Şüphesiz bu sözler mükemmel modellerin hep kazanacağı ve aynı derecede mükemmel olmayan akrabaların eleneceği iddiasıyla çelişmektedir. Yeryüzündeki bir çok canlı türü evrimsel süreçte daha demode sayılabilecekken yaşamlarını ve soylarını devam ettirebilmektedir. Bu durumun farkında olan Himmelfarb şu soruyu sormuştur: “Niçin bu varlıklar hala yaşıyor, niçin ölmediler? Doğal seleksiyon yerini daha iyilerin yer aldığı bu yetersiz modelleri niçin elemedi?”(6)
Jeremy Rifkin, Himmerfalb’ın bu sorularına kitabında şöyle cevap veriyor:
“Bu soruya hiçbir zaman cevap gelmedi, sözde doğal seleksiyon sayesinde daha üstün nesillerle aşıldığı düşünülen ve hayat oyunundan uysallıkla çekilmemiş olan bu demode varlıklar etrafta çok fazla şekilde mevcuttur. Öyleyse, sadece daha yeterli olan değil, onların yerini aldıkları daha az yeterli olanlar da hayatta kalmaktadırlar ki, bu gerçek de evrim teorisini tutarsız ve tuhaf hale getirmektedir.”(7)
Türler Sarsılmaz Bir İstikrara Sahiptir
İşte bu nedenlerle evrimciler doğal seleksiyonun yanına, genetik bilgiyi değiştiren bir etken olarak mutasyon mekanizmasını eklemek durumunda kalmıştır. Mutasyonlar, canlıların genlerinde oluşan tesadüfi kopmalar, yer değiştirmeler ve kaymalardır. Günümüzde yapay genetik düzenlemelerle hayvanların ya da tarım ürünlerinin biyolojik yapılarında bazı değişiklikler yapılabilmektedir. Daha güçlü kaslara sahip atlar ya da daha büyük lahanalar elde edilebilmektedir. Darwin de bazı melezleme çalışmaları görmüş ve bu tip değişikliklerle türlerin çeşitlenebileceğini düşünmüştü. Ancak bugün Darwin’in ne kadar yanlış düşündüğü ortaya çıkmış bulunuyor. Dünyanın önde gelen antropologlarından Loren Eisley bunu şöyle açıklıyor:
“Atların veya lahanaların kalitelerini yükseltmek için yapılan üretim şekli, sonsuz bir biyolojik değişime, yani evrime giden bir yol değildir. Bu tür yapay üretimlerin evrime kanıt olarak kullanılması gerçekten tuhaf bir durumdur.”(8)
Darwinci görüş üst üste gerçekleşen mikro değişimlerin, canlının türünün değişmesine neden olacak bir makro değişime yol açabileceği iddiasındadır. Üreticiler melez yetiştirme ve eleme yoluyla “bir tür içerisinde” önemli değişimler olabileceğini kabul ederler. Ancak Florida Üni.’de Hayvan Bilimci olan Edward S. Deevy bunun bile bir sınırının olduğunu şu sözleriyle belirtir: “Buğday yine buğdaydır, greyfurt değildir; domuzlara kanat takamayız, tavuklara silindir şeklinde yumurta yumurtlatamayız.”(9)
Geçtiğimiz yüzyılın en büyük üreticilerinden olan Luther Burbank, türler içindeki değişimi sınırlayan görünmez bir kanunun olduğu görüşündedir:
“Tecrübelerimden biliyorum ki, bir buçuk ile altı santimetre arasında bir erik yetiştirebilirim. Ama itiraf edeyim ki, bir bezelye kadar küçük veya bir greyfurt kadar büyük erik elde etme çabası başarıyla sonuçlanmayacaktır… Kısacası, muhtemel sanılan gelişmelerin sınırları vardır ve bu sınırlar bir kanuna tabidir… Bu, ilk hale yani ortalama (vasat) boyuta dönme kanunudur… Geniş çaplı deneyler daha önceden gözlemle tahmin ettiğimiz sonuçları onaylayan bilimsel deliller ortaya koymuştur. Yani bitkiler ve hayvanlar sonraki nesillerde vasat boyutlarına veya yapılarına geri dönmeye eğilimlidirler… Kısacası, tüm canlıları belirli bir sınırda bulunmaya zorlayan bir çekim kuvveti vardır.”(10)
Nitekim, hiçbir canlıda genetik bilgisini geliştirerek köklü bir mutasyon gözlemlenememiştir. Bu nedenle Fransız Bilimler Akademisi Eski Başkanı Pierre-Paul Grassé, mutasyonların yalnızca kalıtsal değişkenler olduğunu, merkez noktaya bağlı olarak sağa sola hareket eden bir sarkaç pozisyonunda olduklarını, ama hiçbir zaman evrimsel etkisi olan bir sonuç olmadıklarını, sadece daha önceden var olanı bir çeşit değişime uğrattıklarını(11) söyler.
Dr. Grassé evrim konusundaki problemin bazı çağdaş biyologların mutasyonu görür görmez evrimden bahsetmeye başlamalarından kaynaklandığını söyler. Ona göre bu kanı “gerçeklerle uyuşmaz; çünkü ne kadar çok sayıda olursa olsun, mutasyonlar herhangi bir evrim meydana getirmezler."(12)
Bilinen mutasyon örneklerinin hemen hepsi canlıları sakat ya da hasta bırakır, diğerleri ise etkisizdir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
“Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceklerini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.”(13)
Türlerin mutasyonlarla değiştirilemeyeceği konusunda verilebilecek en güzel örnek meyve sinekleri ile ilgilidir. Meyve sinekleri üzerinde yapılan mutasyonlar, doğadaki canlılara değişimin değil, bir dengenin hakim olduğunu göstermiştir.
Mutasyon deneylerinde, gebelik süresi çok kısa (12 gün) olduğu için çoğunlukla Meyve Sineği tercih edilmiştir. Bu deneylerde sineğin mutasyon oranını 15.000 kat arttırmak için röntgen ışınları kullanılmıştır. Bilim adamları bu yöntemle, normal şartlar altında milyonlarca yıl sürecek mutasyon sayısını çok kısa bir zaman diliminde gözlemleyebilmişlerdir.(14)
Bu kadar hızlı ve fazla gerçekleşen mutasyonlardan sonra ortaya çıkan hiç bir yeni tür yoktur. Bilim adamları yine meyve sineğinden başka bir şey elde edememişlerdir. Daha önemlisi bu deneylerin hepsinde meyve sineği biraz öyle biraz böyle değişime uğramış, ama belirli sınırların ötesinde bir farklılaşma gözlemlenememiştir.
Örneğin Ernst Mayr meyve sineği ile yapılan iki deneyle ilgili olarak şunları aktarmıştır:
Birinci deneyde sineğin kıllarının azaltılması, ikinci deneyde ise arttırılması hedeflenmişti. Ortalama 36 olan kıl sayısını 30 kuşak sonra 25’e kadar düşürmek mümkün oldu. Ama daha sonra kısırlık meydana geldi ve o seriden elde edilen sinekler nesil üretemez oldular. İkinci deneyde ise kıl sayısı 36’dan 56’ya çıkarıldı; bu defa da yine ilk deneyde olduğu gibi kısırlık baş gösterdi.(15)
Mayr yapılan bu deneylerden sonra şu sonucu çıkarmıştır:
“Belli ki seleksiyonla gerçekleştirilen zorlayıcı ıslahlar genetik çeşitliliğin kökünü kurutmaktadır… Tek taraflı seleksiyon, genel uyumda (çevreye uyumda) bir düşüşe neden olmaktadır. Bu da, neredeyse her üretim deneyinin baş belasıdır.”(16)
Görüldüğü gibi canlıların mutasyon yoluyla gelişebileceklerini düşünmek ve bunun bilimsel olduğunu iddia etmek son derece akıl dışıdır.
Evrimcilere göre canlılardaki değişim sürecini gerçekleştiren mekanizmalarda tetikleyici rol şans faktörüne aittir. Yani canlıların genetik yapılarında tamamen tesadüfi nedenlerle değişiklikler olmakta, bunlardan gelişmeye yönelik olanlar bir sonraki nesile aktarılmaktadır.
Daha önce hücre hakkında edindiğimiz kısa bilgiyi göz önüne alıp şu soruyu soralım: Bazılarının yaşamın en basit formu olarak nitelendirdiği hücre iddia edildiği gibi tesadüfen oluşmuş olabilir mi? Hücre biyolojisi konusunda uzman olan Profesör Roger J. Gautheret (Paris Bilimler Akademisi’nin başkanlarından) bu soruyu şöyle cevaplar:
“Hayat hücre organizasyonuna bağlıdır. Bir hücre çok sayıda değişik enzim içermektedir ve tek bir enzimin yokluğu dahi bütün oluşumun önünü kesebilir. Böyle bir sistemin şans eseri ortaya çıkmış olması neredeyse imkansızdır ve bu sistemin ortaya çıkmasındaki faktör eğer şans değilse başka bir şey olmalıdır.”(17)
Tek bir hücrenin bir dizi tesadüfi değişikliklerle ortaya çıkacağına inanmak, havaya atılan yap-boz parçalarının masa üzerinde tam bir resmi oluşturabileceğine inanmaktan farklı değildir. Kaldı ki bir hücreyi oluşturan parçaların sayısı, herhangi bir yap-boz oyunundaki parçalardan kıyas edilemeyecek kadar fazladır. Üstelik yap-boz parçaları bir kez yere düştüğünde niteliklerini kaybetmez, tekrar tekrar kullanılabilirler. Profesör Gautheret’nin de dediği gibi hücredeki enzimlerden birindeki eksiklik evrim geçirmesi gereken ilksel hücreyi hepten ortadan kaldırabilir. 1977 Nobel Kimya Ödülü sahibi Profesör Ilya Prigogine, “Hayatın başlangıcına dair klasik görüşte karşı karşıya kalınan temel zorluk, canlı varlıklarda bulduğumuz karmaşık düzenin kesinlikle “ihtimal-dışı” olmasıdır”(18) diyerek evrimin daha başlangıç aşamasında kilitlendiğini ifade etmektedir. Hayatın başlangıcına ilişkin çalışmaların önde gelen isimlerinden, Nobel ödüllü Organik Kimyacı Christian de Duve ise, “Tour of Living Cell” adlı kitabında şunları yazmıştır:
“Eğer siz bir bakteri hücresinin oluşma ihtimalini atomlarının rastlantısal olarak bir araya gelmesine bağlıyorsanız, sonsuzluk bile bir bakterinin oluşumu için yeterli olmayacaktır”(19)
Christian de Duve’un bahsettiği durum başta verdiğimiz yap-boz örneği ile büyük uyum içindedir. Bir yap-boz oyununda kullanılan tüm parçaların bir torbada durduğunu farz edelim. Torbadan istediğiniz herhangi bir parçayı seçme imkanınız var, üstelik parçayı istediğiniz biçimde konumlandırabiliyorsunuz da. Bu durumda bile başarılı olmanız zaman kıstasına bağlıdır. Eğer doğru parçayı doğru yere koyma konusunda yeterince hızlı değilseniz, resmi gerekli zamanda oluşturamaz ve başarısızlığa uğrarsınız.
Canlılık ve çevre ile büyük uyum sergileyen biyolojik özellikler, dış mekanik güçlerin yönlendirmesi ile ortaya çıkmamıştır. Tıpkı evrenin ortaya çıkışında olduğu gibi canlılığın ortaya çıkışında da bir amaç ve planlama vardır. Paris Üni. doktorlarından Alexander Favre, “De la Causalité à la Finalité Propos de la Turbulance” adlı çalışmasında Teleonomi olarak adlandırdığı bu durum hakkında şunları demiştir:
“…Atmosfer - hidrosfer - hayat ekosisteminin hareketlerini inceledik. Bu sistemde bir düzenleme olduğu görülüyor. Sistemlerin birbirlerine yaklaşma dereceleri de dahil olmak üzere bütün düzenleme, hayat için optimum fayda sağlıyor –ki bu sadece nedenselliğin değil teleonominin de bir karakteristiğidir.
Gözlemlere dair yapılan, her şeyi rastlantı temeline oturtan, düzensizlikten düzenin doğduğunu öne süren, sadece organizmaların yaşam koşullarına uyum sağlamalarına vurgu yapan ya da hem evreni hem de insan eylemlerini tanımlamak için determinizmden yapılan çıkarsamalara baş vuran izahatlar yeterli değildir. …Canlı organizmaların, özellikle de en basit organizmaların kendi kendilerine, nedensellik yasalarını takip ederek teleonomik davranışlar sergilemelerinin mümkün olduğuna inanmak benim için biraz zor bir şey. Cansız maddenin (hava ve su gibi) kendi kendine atmosfer, hidrosfer sisteminde hayat lehine teleonomik davranışlar sergileyeceğine inanmak benim için daha da zor bir şey”(20)
Evrim teorisi bu kadar zayıf ve bilimsellikten uzak olmasına karşın neden tek gerçekmiş gibi sunulmaya çalışılmaktadır? Bu sorunun cevabını, 1973 yılında Nobel Tıp Ödülü alan Nörofizyolog, Doktor Sir john Eccles’ın bir makalesindeki satır aralarında bulmak mümkün. Eccles evrim teorisini savunmayı, uydurma bir dinin peygamberi olma iddiası ile eş tutmaktadır:
“Eğer her şeyde bir amaç ve tasarımın hakim olduğuna inanmazsanız o zaman her şeyin sadece şans ve gereklilikten ibaret olduğunu öne sürebilirsiniz. Ama varoluşunuzu açıklamak için şans ve gerekliliğe bağlı kalmak aptalca bir şeydir. Diğer yandan natüralistlerse bu düşüncenin liderleri, çağın peygamberleri olmak istiyorlar ve aynı zamanda da kendilerini bu sürecin dışında bırakmak istiyorlar. Bence bu insanların biraz daha mütevazı olmaya ihtiyaçları var. Hepimizin bunun bir parçası olduğumuzu düşünmeleri için biraz mütevazı olmaları gerekiyor. Bütün hayat ve elbette bütün insanlar kusursuz bir yaratılış planının parçasıdır.”(21)
Yeryüzü Darwin'in Evrim teorisini yıkan canlı sistemleri ile doludur. Üstelik bu sistemler yalnızca bir balığın yüzgeci ya da insanın kalbi ile sınırlı değildir. Bir virüsün bedeninden kıyıları dolaşan okyanus akıntılarına kadar her yerde üstün bir plan ve ahenge şahit olabilirsiniz. Çünkü bir bütün olarak doğanın kendisi başlı başına bir delildir. Doğayı üstün bilgi sahibi olan Allah yaratmıştır.
(1) Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 177
(2) Andy Coghian "Suicide Squad", New Scientist, 10 Temmuz, 1999
(3) Colin Patterson, "Cladistics", Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 Mart 1982, BBC.
(4) Gertrude Himmelfarb, Darwin and Darwinian Revolution, New York, W. W. Norton, 1959, s.341.
(5) Charle Darwin, Türlerin Kökeni, Ankara, Onur Yayınları, 1996, s. 292-302
(6) Gertrude Himmelfarb, Darwin and Darwinian Revolution, New York, W. W. Norton, 1959, s.342.
(7) Jeremy Rifkin, Darwin’in Çöküşü, Ufuk Kitapları, İstanbul 2001, s.116-117.
(8) Norman Macbeth, Darwin Retried, Boston. Gambit INC., 1971, ss.35-36.
(9) Edward S. Deevy, “The Reply: Letter from Birnam Wood”, Yale Review, 56 (1967), s.636.
(10) Norman Macbeth, Darwin Retried, Boston, Gambit INC., 1971, s.36.
(11) Garry E. Parker, Creation: The Facts of Life, San Diego, Creation of Life Publishers, 1980, s.76
(12) Pierre-Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, p. 88
(13) G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988
(14) R. L. Wysong, Creation-Evolution Controversy, Midland-Michigan, Inquiry Press, 1976, s.274.
(15) Ernst Mayr, Animal Species and Evolution, Cambridge, Harvard University Pres, 1963, ss.285-286.
(16) Ernst Mayr, Animal Species and Evolution, Cambridge, Harvard University Pres, 1963, ss.290.
(17) Henry Morgenau & Roy Abraham Varghese, Kosmos Bios Teos, Gelenek Yayıncılık, Ekim 2002, İstanbul, s.175.
(18) Henry Morgenau & Roy Abraham Varghese, Kosmos Bios Teos, Gelenek Yayıncılık, Ekim 2002, İstanbul, s.178.
(19) Christian de Duve, Tour of Living Cell, W H Freeman & Co.; Kasım 1984.
(20) Henry Morgenau & Roy Abraham Varghese, Kosmos Bios Teos, Gelenek Yayıncılık, Ekim 2002, İstanbul, s.61.
(21) Henry Morgenau & Roy Abraham Varghese, Kosmos Bios Teos, Gelenek Yayıncılık, Ekim 2002, İstanbul, s.165.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder