Vicdan sahibi insan çevresindeki herşeyin bir iman delili olduğunu
bilir. Denizdeki avını yakalamak üzere suya doğru süzülen bir martının,
toprak üzerinde yürüyen küçük bir karıncanın, her sene kilolarca meyve
veren bir elma ağacının, tonlarca ağırlığına rağmen gökyüzünde duran
bulutların, kısacası gözünü çevirdiği yerde gördüğü herşeyin, Allah'ın
varlığının delilleri olduğunun farkındadır.
Kuran ayetlerinde, iman hakikatlerinin derinlemesine görülüp
anlaşılabilmesi için iki önemli özellikten daha bahsedilmektedir:
Düşünmek ve bilgi sahibi olmak...
Allah, Kuran'daki birçok ayetinde bildirdiği gibi yarattığı şeyler
üzerinde düşünmemizi ve bunlardan öğüt ve ibret almamızı ister. Nitekim
çevremizdeki canlı cansız tüm varlıklar da bizim Allah'ın sonsuz yaratma
gücünü, sanatını, ilmini derin derin tefekkür etmemiz için
yaratılmışlardır.
Allah iman hakikatlerinin düşünen insanlar için bir anlamı olduğunu
belirtmiştir. Ancak burada düşünmekten kastedilen bazı insanların
sandığı gibi "Allah ne kadar güzel yaratmış" veya "ne kadar muhteşem bir
canlı" gibi sadece sözde kalan ezberlenmiş tepkilerden ibaret değildir.
Yapılması gereken uzun uzun, derin ve kapsamlı bir şekilde Allah'ın
yarattıkları hakkında düşünmek, yaratılıştaki hikmet ve incelikleri
tespit etmek, böylelikle Allah'ın sonsuz ilmine, kudretine ve sanatına
şahit olarak Rabbimizi tanımaktır.
Bediüzzaman Mektubat isimli eserinde ise özellikle günümüzde iman
hakikatlerine sarılmanın önemi üzerinde durmuş, geçmişte yaşamış pek çok
İslam aliminin, eğer bu dönemde yaşasalar, en çok üzerinde duracakları
konunun da iman hakikatlerini öğretmek yoluyla insanların imanını
kurtarmak olacağını söylemiştir:
“Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmâm-ı Rabbânî
(R.A) Mektubât'ında demiş ki: "Hakaik-i îmaniyeden (iman
hakikatlerinden) bir mes'elenin inkişafını (meydana çıkmasını), binler
ezvak (zevkler) ve mevacid (vecd halleri) ve keramata (kerametlere)
tercih ederim." Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin (yolların) nokta-i
müntehası (son noktası), hakaik-i îmaniyenin vuzuh (açılması) ve
inkişafıdır (meydana çıkmasıdır)."...
Öyle ise tarîk-ı Nakşî'nin üç
perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya
hakaik-i îmaniyeye (iman hakikatlerine) hizmettir ki, İmâm-ı Rabbânî de
(R.A.) âhir zamanında (son döneminde) ona sülûk etmiştir (o yolu takip
etmiştir).. ”
“Mâdem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh
Abdülkadir-i Geylânî (R.A.) ve Şâh-ı Nakşibend (R.A.) ve İmâm-ı Rabbânî
(R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i
îmaniyenin (iman hakikatlerinin) ve akaid-i İslâmiye'nin (İslam
esaslarının) takviyesine sarf edeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin
medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye (ebedi
sıkıntıya, belaya) sebebiyet verir...” (Mektubat, 5. Mektup, s.
26-27-Sait Nursi, Envar Neşriyat, İstanbul, 1996, s. 22-23)
▼
Yüce Allah'ın Bahşettiği Değerli Bir Maden: Altın
Altın nasıl oluşur?
Süs eşyası olması dışında altının kullanım alanları nelerdir?
Altın, oluşumundaki zorluklar nedeniyle aslında dünyada bol miktarda bulunmaması gereken bir elementtir. Fakat Allah’ın bir mucizesi olarak altın madenleri binlerce yıldan beri işletilmekte ve çeşitli biçimlerde insanlara fayda sağlamaktadır. Altını ilginç yapan özelliklerin başında altının tıpkı demir gibi dünya dışından yani dış uzaydan gelmiş olmasıdır.
Altının Oluşumu Yüce Rabbimiz’in Dilemesiyle Gerçekleşir
Bilim adamlarına göre altın, platin gibi ağır metallerin oluşabilmesi için Güneş’ten dört kat ya da daha büyük yıldızlara gereksinim vardır. Nötron yıldızı adı verilen bu yıldızların çarpışmaları sonucu oluşan patlamayla ağır metaller uzaya saçılırlar.İki nötron yıldızının çarpışmasıyla, uzaya, sadece muazzam bir enerji yayılmakla kalmaz aynı zamanda iki nötron yıldızı birleşip bir karadelik oluştururlar. Fakat daha önce içlerindeki maddenin küçük bir bölümünü uzaya saçarlar.
Bu kül hala çok sıcak olduğundan (yaklaşık 1 milyar kelvin) içinde nükleer tepkimeler sürer. Nötron yıldızlarının sert kabuklarını oluşturan demir gibi orta ağırlıkta elementler, ortam içinde hızla nötron toplayarak altın ve platin gibi ağır elementlere dönüşür. Bu elementler adeta bir yağmur biçiminde uzaya saçılırken çekim gücü daha yüksek olan gezegenlerde daha çok birikirler. Ay’daki altın ve diğer değerli elementlerin oranının Dünya’ya kıyasla 1200 misli daha az olmasının nedeni de budur. Yani altın gibi ağır elementler Ay’ın kütle çekimine yakalanmayacak kadar büyük olduklarından Dünya’ya düşmüşlerdir. Yüce Allah eğer Dünya’daki çekim gücünü daha az Ay’ınkini daha fazla yaratmış olsaydı, Dünya bu kadar zengin altın rezervlerine sahip olmazdı.
Rabbimiz’in bir lütfu ve ikramı olarak sunulan bu değerli maden süs eşyası olarak insanlara büyük zevk verir. Nitekim Kuran’da pek çok ayette altının insanlar üzerindeki etkisi önemle vurgulanır:
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır.” (Al-i İmran Suresi, 14)
Yüce Allah cennette de bu değerli süs eşyasını kullarına bir güzellik olarak sunmakta ve birçok eşyayı bu değerli madenden yaratacağını müjdelemektedir:
“Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır, orada altın bileziklerle süslenirler, hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanırlar. (Bu,) Ne güzel sevap ve ne güzel destek.” (Kehf Suresi, 31)
“Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı her şey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız.” (Zuhruf Suresi, 71 )
Ancak Yüce Rabbimiz’in altın üzerindeki lütuf ve ikramı sadece süs eşyası olarak kullanılması ile sınırlı değildir. Altın tıp, teknoloji, uzay ve havacılık, nanoteknoloji gibi pek çok alanda insanlara fayda sağlar.
Altının sahip olduğu özellikler ve insanlara sunduğu kullanım çeşitliliği bize bu olağanüstü düzeni yaratmış olan Allah’ın benzersiz sanatını ve gücünün sınırsızlığını tanıtan ayetlerden, yani delillerdendir. Önemli olan bu ayetleri görebilmek ve Allah’ın yüceliğini, büyüklüğünü takdir edebilmektir. Allah bunu takdir edemeyen kişilerin durumunu ayetlerinde şöyle haber vermektedir:
“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah’a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar.” (Yusuf Suresi, 105-106)
Altının Kullanım Alanlarının Geniş Olması Yüce Allah’ın Lütfu ve İkramıdır
Yüzyıllar boyunca değerini ve önemini arttırarak koruyan altın, insanların en çok kullandığı en eski metallerden biridir. Geçmişte zenginlik ve ihtişamın simgesi olarak kullanılan altın, günümüzde oldukça yaygın bir kullanım alanına sahiptir.
Altının Tıp Alanındaki Kullanımı:
Yapılan arkeolojik çalışmalar ve geçmiş dönemlerdeki yaşantıyı anlatan resimler, Eski Mısır, Hint ve Çin uygarlıklarında altının tıbbi tedavi malzemesi olarak kullanıldığını göstermektedir.
Kanser tedavisi: Altın X ışınlarını geçirmemesi nedeniyle kanserli hücrelere yönelik radyasyon dozunun ayarlanmasında kullanılır. Ayrıca nanoteknoloji ile hazırlanan ilaçlı altın kapsüllerin kemoterapi ilacı olarak sağlıklı hücreleri öldürmeden kanserli hücreleri yok etmesi bu alanda da altın kullanımını arttırmıştır.
Eklem İltihabı Tedavileri: Altın ve altın bileşiklerinin, yanmayı ve tahrişi önleyen özelliği eklem iltihabı tedavisinde bu madenin kullanılmasını sağlamıştır. Bilim adamları altının, kıkırdak ve kemikte oluşan hasarları nasıl azalttığını bilememelerine karşın faydasını kanıtlamışlardır.
İmplantlar: Altın, vücuda yerleştirilen madde anlamına gelen implantlarda dayanıklılığı ve güvenilirliği için tercih edilir. Tıbbi cihazlardaki elektronik parçalar, stent solunum cihazı, kalp pilleri birçok tıbbi tedavi yöntemi eğer altının dayanıklılık özelliği olmasaydı günümüzdeki kadar başarılı sonuçlar vermezdi. Ayrıca altın, bakteri üremesine karşı yüksek direnç gösterdiği için, kulak içi enfeksiyon riski olan yerlerde, yüz felci geçiren hastalarda sıklıkla rastlanan ve tedavi altına alınmadığında sonuçları göz kaybına kadar varabilen göz kapağı problemlerinde de kullanılır.
Laboratuvar Testleri: Koloidal altın (nanoaltın), rapid (hızlı) testlerde kullanılır. Bu testin kullanım alanı gebelik testi, tüp bebek, tümör varlığı, toksikoloji, alerji alanları gibi oldukça geniştir. Bu testler altın olmasaydı hızlı bir biçimde gerçekleştirilemezdi.
Dişçilikte: Altın 3000 yıldan beri diş alanında kullanılmaktadır. Altının diş uygulamalarında kullanılması biyolojik yapıya mükemmel uyum sağlamasıyla ilgilidir. Kolay şekil alması, bozulmaya karşı gösterdiği direnç, vücuda yerleştirildiğinde zararlı etkisinin olmaması diş dolgusu ve diş köprülerinde güvenle kullanılmasını sağlar.
Altının Elektronik Alanında Kullanımı:
Altının bozulmaya karşı dayanıklılığı, yüksek elektrik iletkenliği, çevresine bağlanma kolaylığı sebebiyle cep telefonlarında, kontaklarda, açma/kapama anahtarlarında (switch), rölelerde ve konektörlerde (devre bağlayıcıları), transistörler ve entegre devreler gibi yarı iletken elemanların iç yapımındaki bağlantılarda, güvenli bağlantıya ihtiyaç duyulan elektronik baskılı devrelerde, bilgisayarlarda, otomotiv elektroniğinde, savunma sistemlerinde kullanılır.
Altının Uzay ve Havacılık Alanında Kullanımı:
Altın etkili bir yansıtıcı olduğundan Güneş’in yakıcı ısısını yansıtır. Ayrıca radyasyon kalkanı olarak uzay mekiklerinde ve astronotların altın kaplı başlıklarında kullanılır. Yüksek ısılara karşı koruma sağlar. Altının bu özellikleri olmasaydı uzay araştırmaları yapılamaz ve Ay’a gidilemezdi.
Altının Hava Arıtımında ve Çevre Teknolojilerinde Kullanımı:
Altın, Yüce Allah’ın bahşettiği kimyasal özelliklerinden dolayı, kirliliği ve enerji tüketimini azaltıcı bir etkiye sahiptir. İtfaiyecileri ve madencileri acil durumlarda karbon monoksit zehirlenmesinden korumak için gaz maskelerinde, termik santrallerde havaya salınan civanın giderilmesinde, hava temizleme cihazlarında, su arıtımı, civa kontrolü ve dizel sürümü gibi hava arıtım ve çevre teknolojilerinde kullanılır.
Altının Mühendislik Alanında Kullanımı:
Lehimli alaşımlar, tabaka yağlama ve potansiyometreler ile bujiler, hassas optik kaplama gerektiren aletler, özel camlar gibi alanlarda yaygın olarak altın kaplama kullanılır.
Altının Nanoteknoloji Alanında Kullanımı:
Altın yalnızca belirli alanlara bağlandığı için nanoteknoloji alanında oldukça geniş bir kullanım alanına sahiptir. Rapid test ve biyomedikal tahlillerde, anti kanser ilaçlarının vücutta hedeflenen yerlere dağıtımında ve kanserli hücrelerin yok edilmesinde, gelişmiş dekoratif kaplamalarda, yeni estetik özellikler sergileyen boyalar ve tekstil ürünlerinde, yakıt pillerindeki elektro katalizörlerde, işaretleme ve görüntülemede altın nano parçacıklar kullanılır.
Hz. Mehdi (a.s.) Yeryüzünün Hazinelerini Ortaya Çıkaracaktır
İçinde bulunduğumuz dönemde Allah’ın izniyle Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in 1400 yıl önce müjdelediği Hz. Mehdi (a.s.) zuhur edecektir. Hadislerde bildirildiğine göre Hz. Mehdi (a.s.) petrol, altın, gümüş gibi yeryüzündeki tüm yeraltı zenginliklerinin ortaya çıkarılmasına ve bunların insanlığın refahı ve konforu için kullanılmasına vesile olacaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Mehdi (a.s.)’ın bu özelliğini şu şekilde haber vermektedir:
“O’NUN (HZ. MEHDİ (A.S.)) ZAMANINDA YER ALTINDAKİ HAZİNELER, SERVETLER VE DİĞER MADENLER ÇIKARILACAK.” (El-Mehdiyy-il Mev’ud, c. 1, s. 264, 275, 277, 285, 287, 288, 311, 318, c. 2, s. 11)
“… ARZ, İÇERİSİNDE GİZLEDİĞİ BÜTÜN ZENGİNLİKLERİNİ, ALTINDAN VE GÜMÜŞTEN SÜTUNLAR HALİNDE DIŞARI ATACAK.” (İmam Şa’rani, Ölüm Kıyamet Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, s. 464)
Altın yeryüzündeki kusursuz yaratılışın apaçık bir delilidir. Bu maden sahip olduğu özellikler ile kendilerini yaratan Allah’ın sonsuz ilminin, kusursuz yaratışının, üstün aklının ve kudretinin delilidir. Bu yüzden insan yeryüzünün neresine giderse gitsin Yaratılış gerçeğinin örnekleri ile karşı karşıya kalacaktır. İster bulunduğu yerden şöyle bir etrafına göz gezdirsin, ister binlerce metre yükseklikteki dağlara ulaşsın, isterse okyanusların derinliklerini incelesin… Allah gördüklerini görmezlikten gelmeyen ve bunlar üzerinde düşünen kulları için yeryüzünün her santimetrekaresinde ihtişamlı bir sanat sergilemektedir. Kuran’da bu gerçek şöyle haber verilmiştir:
“Şüphesiz, mü’minler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 3-4)
Kerim Olan (Keremi Bol, Cömert Olan) Allah Dünyadaki Tüm Madenleri İnsanların Hizmetine Sunar
Yüce Allah’ın bir hikmet üzere uzayda yarattığı ve yeryüzüne ulaştırdığı altın gibi değerli madenler yer altında gizli kalmazlar. Yüce Allah insanlara ilham ettiği çeşitli yöntemlerle bu değerli madeni çıkarttırmakta ve böylece, belki de asla ulaşamayacağımız bu madenden, günlük hayatta ve sanayide yoğun olarak yararlanabilmekteyiz.
Yüce Allah, dünyadaki herşey gibi altını da üstün bir düzen ve hassas bir denge üzerinde, “tam ve uygun şartlar” altında yaratmıştır. İnsanın görevi de Allah’ın bu üstün yaratışını görmek ve O’nun ayetlerini bilmektir. Böylece, kendisinin ve tüm diğer varlıkların Yaratıcısı olan Rabbimiz Allah’ı tanıyacak, O’na yakınlaşacak, varlığının ve hayatının anlamını çözecek ve kurtuluşa ulaşacaktır:
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün artarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) ‘Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru’.” (Al-i İmran Suresi, 190-191)
Süs eşyası olması dışında altının kullanım alanları nelerdir?
Altın, oluşumundaki zorluklar nedeniyle aslında dünyada bol miktarda bulunmaması gereken bir elementtir. Fakat Allah’ın bir mucizesi olarak altın madenleri binlerce yıldan beri işletilmekte ve çeşitli biçimlerde insanlara fayda sağlamaktadır. Altını ilginç yapan özelliklerin başında altının tıpkı demir gibi dünya dışından yani dış uzaydan gelmiş olmasıdır.
Altının Oluşumu Yüce Rabbimiz’in Dilemesiyle Gerçekleşir
Bilim adamlarına göre altın, platin gibi ağır metallerin oluşabilmesi için Güneş’ten dört kat ya da daha büyük yıldızlara gereksinim vardır. Nötron yıldızı adı verilen bu yıldızların çarpışmaları sonucu oluşan patlamayla ağır metaller uzaya saçılırlar.İki nötron yıldızının çarpışmasıyla, uzaya, sadece muazzam bir enerji yayılmakla kalmaz aynı zamanda iki nötron yıldızı birleşip bir karadelik oluştururlar. Fakat daha önce içlerindeki maddenin küçük bir bölümünü uzaya saçarlar.
Bu kül hala çok sıcak olduğundan (yaklaşık 1 milyar kelvin) içinde nükleer tepkimeler sürer. Nötron yıldızlarının sert kabuklarını oluşturan demir gibi orta ağırlıkta elementler, ortam içinde hızla nötron toplayarak altın ve platin gibi ağır elementlere dönüşür. Bu elementler adeta bir yağmur biçiminde uzaya saçılırken çekim gücü daha yüksek olan gezegenlerde daha çok birikirler. Ay’daki altın ve diğer değerli elementlerin oranının Dünya’ya kıyasla 1200 misli daha az olmasının nedeni de budur. Yani altın gibi ağır elementler Ay’ın kütle çekimine yakalanmayacak kadar büyük olduklarından Dünya’ya düşmüşlerdir. Yüce Allah eğer Dünya’daki çekim gücünü daha az Ay’ınkini daha fazla yaratmış olsaydı, Dünya bu kadar zengin altın rezervlerine sahip olmazdı.
Rabbimiz’in bir lütfu ve ikramı olarak sunulan bu değerli maden süs eşyası olarak insanlara büyük zevk verir. Nitekim Kuran’da pek çok ayette altının insanlar üzerindeki etkisi önemle vurgulanır:
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır.” (Al-i İmran Suresi, 14)
Yüce Allah cennette de bu değerli süs eşyasını kullarına bir güzellik olarak sunmakta ve birçok eşyayı bu değerli madenden yaratacağını müjdelemektedir:
“Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır, orada altın bileziklerle süslenirler, hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanırlar. (Bu,) Ne güzel sevap ve ne güzel destek.” (Kehf Suresi, 31)
“Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı her şey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız.” (Zuhruf Suresi, 71 )
Ancak Yüce Rabbimiz’in altın üzerindeki lütuf ve ikramı sadece süs eşyası olarak kullanılması ile sınırlı değildir. Altın tıp, teknoloji, uzay ve havacılık, nanoteknoloji gibi pek çok alanda insanlara fayda sağlar.
Altının sahip olduğu özellikler ve insanlara sunduğu kullanım çeşitliliği bize bu olağanüstü düzeni yaratmış olan Allah’ın benzersiz sanatını ve gücünün sınırsızlığını tanıtan ayetlerden, yani delillerdendir. Önemli olan bu ayetleri görebilmek ve Allah’ın yüceliğini, büyüklüğünü takdir edebilmektir. Allah bunu takdir edemeyen kişilerin durumunu ayetlerinde şöyle haber vermektedir:
“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler. Onların çoğu Allah’a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar.” (Yusuf Suresi, 105-106)
Altının Kullanım Alanlarının Geniş Olması Yüce Allah’ın Lütfu ve İkramıdır
Yüzyıllar boyunca değerini ve önemini arttırarak koruyan altın, insanların en çok kullandığı en eski metallerden biridir. Geçmişte zenginlik ve ihtişamın simgesi olarak kullanılan altın, günümüzde oldukça yaygın bir kullanım alanına sahiptir.
Altının Tıp Alanındaki Kullanımı:
Yapılan arkeolojik çalışmalar ve geçmiş dönemlerdeki yaşantıyı anlatan resimler, Eski Mısır, Hint ve Çin uygarlıklarında altının tıbbi tedavi malzemesi olarak kullanıldığını göstermektedir.
Kanser tedavisi: Altın X ışınlarını geçirmemesi nedeniyle kanserli hücrelere yönelik radyasyon dozunun ayarlanmasında kullanılır. Ayrıca nanoteknoloji ile hazırlanan ilaçlı altın kapsüllerin kemoterapi ilacı olarak sağlıklı hücreleri öldürmeden kanserli hücreleri yok etmesi bu alanda da altın kullanımını arttırmıştır.
Eklem İltihabı Tedavileri: Altın ve altın bileşiklerinin, yanmayı ve tahrişi önleyen özelliği eklem iltihabı tedavisinde bu madenin kullanılmasını sağlamıştır. Bilim adamları altının, kıkırdak ve kemikte oluşan hasarları nasıl azalttığını bilememelerine karşın faydasını kanıtlamışlardır.
İmplantlar: Altın, vücuda yerleştirilen madde anlamına gelen implantlarda dayanıklılığı ve güvenilirliği için tercih edilir. Tıbbi cihazlardaki elektronik parçalar, stent solunum cihazı, kalp pilleri birçok tıbbi tedavi yöntemi eğer altının dayanıklılık özelliği olmasaydı günümüzdeki kadar başarılı sonuçlar vermezdi. Ayrıca altın, bakteri üremesine karşı yüksek direnç gösterdiği için, kulak içi enfeksiyon riski olan yerlerde, yüz felci geçiren hastalarda sıklıkla rastlanan ve tedavi altına alınmadığında sonuçları göz kaybına kadar varabilen göz kapağı problemlerinde de kullanılır.
Laboratuvar Testleri: Koloidal altın (nanoaltın), rapid (hızlı) testlerde kullanılır. Bu testin kullanım alanı gebelik testi, tüp bebek, tümör varlığı, toksikoloji, alerji alanları gibi oldukça geniştir. Bu testler altın olmasaydı hızlı bir biçimde gerçekleştirilemezdi.
Dişçilikte: Altın 3000 yıldan beri diş alanında kullanılmaktadır. Altının diş uygulamalarında kullanılması biyolojik yapıya mükemmel uyum sağlamasıyla ilgilidir. Kolay şekil alması, bozulmaya karşı gösterdiği direnç, vücuda yerleştirildiğinde zararlı etkisinin olmaması diş dolgusu ve diş köprülerinde güvenle kullanılmasını sağlar.
Altının Elektronik Alanında Kullanımı:
Altının bozulmaya karşı dayanıklılığı, yüksek elektrik iletkenliği, çevresine bağlanma kolaylığı sebebiyle cep telefonlarında, kontaklarda, açma/kapama anahtarlarında (switch), rölelerde ve konektörlerde (devre bağlayıcıları), transistörler ve entegre devreler gibi yarı iletken elemanların iç yapımındaki bağlantılarda, güvenli bağlantıya ihtiyaç duyulan elektronik baskılı devrelerde, bilgisayarlarda, otomotiv elektroniğinde, savunma sistemlerinde kullanılır.
Altının Uzay ve Havacılık Alanında Kullanımı:
Altın etkili bir yansıtıcı olduğundan Güneş’in yakıcı ısısını yansıtır. Ayrıca radyasyon kalkanı olarak uzay mekiklerinde ve astronotların altın kaplı başlıklarında kullanılır. Yüksek ısılara karşı koruma sağlar. Altının bu özellikleri olmasaydı uzay araştırmaları yapılamaz ve Ay’a gidilemezdi.
Altının Hava Arıtımında ve Çevre Teknolojilerinde Kullanımı:
Altın, Yüce Allah’ın bahşettiği kimyasal özelliklerinden dolayı, kirliliği ve enerji tüketimini azaltıcı bir etkiye sahiptir. İtfaiyecileri ve madencileri acil durumlarda karbon monoksit zehirlenmesinden korumak için gaz maskelerinde, termik santrallerde havaya salınan civanın giderilmesinde, hava temizleme cihazlarında, su arıtımı, civa kontrolü ve dizel sürümü gibi hava arıtım ve çevre teknolojilerinde kullanılır.
Altının Mühendislik Alanında Kullanımı:
Lehimli alaşımlar, tabaka yağlama ve potansiyometreler ile bujiler, hassas optik kaplama gerektiren aletler, özel camlar gibi alanlarda yaygın olarak altın kaplama kullanılır.
Altının Nanoteknoloji Alanında Kullanımı:
Altın yalnızca belirli alanlara bağlandığı için nanoteknoloji alanında oldukça geniş bir kullanım alanına sahiptir. Rapid test ve biyomedikal tahlillerde, anti kanser ilaçlarının vücutta hedeflenen yerlere dağıtımında ve kanserli hücrelerin yok edilmesinde, gelişmiş dekoratif kaplamalarda, yeni estetik özellikler sergileyen boyalar ve tekstil ürünlerinde, yakıt pillerindeki elektro katalizörlerde, işaretleme ve görüntülemede altın nano parçacıklar kullanılır.
Hz. Mehdi (a.s.) Yeryüzünün Hazinelerini Ortaya Çıkaracaktır
İçinde bulunduğumuz dönemde Allah’ın izniyle Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in 1400 yıl önce müjdelediği Hz. Mehdi (a.s.) zuhur edecektir. Hadislerde bildirildiğine göre Hz. Mehdi (a.s.) petrol, altın, gümüş gibi yeryüzündeki tüm yeraltı zenginliklerinin ortaya çıkarılmasına ve bunların insanlığın refahı ve konforu için kullanılmasına vesile olacaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Mehdi (a.s.)’ın bu özelliğini şu şekilde haber vermektedir:
“O’NUN (HZ. MEHDİ (A.S.)) ZAMANINDA YER ALTINDAKİ HAZİNELER, SERVETLER VE DİĞER MADENLER ÇIKARILACAK.” (El-Mehdiyy-il Mev’ud, c. 1, s. 264, 275, 277, 285, 287, 288, 311, 318, c. 2, s. 11)
“… ARZ, İÇERİSİNDE GİZLEDİĞİ BÜTÜN ZENGİNLİKLERİNİ, ALTINDAN VE GÜMÜŞTEN SÜTUNLAR HALİNDE DIŞARI ATACAK.” (İmam Şa’rani, Ölüm Kıyamet Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, s. 464)
Altın yeryüzündeki kusursuz yaratılışın apaçık bir delilidir. Bu maden sahip olduğu özellikler ile kendilerini yaratan Allah’ın sonsuz ilminin, kusursuz yaratışının, üstün aklının ve kudretinin delilidir. Bu yüzden insan yeryüzünün neresine giderse gitsin Yaratılış gerçeğinin örnekleri ile karşı karşıya kalacaktır. İster bulunduğu yerden şöyle bir etrafına göz gezdirsin, ister binlerce metre yükseklikteki dağlara ulaşsın, isterse okyanusların derinliklerini incelesin… Allah gördüklerini görmezlikten gelmeyen ve bunlar üzerinde düşünen kulları için yeryüzünün her santimetrekaresinde ihtişamlı bir sanat sergilemektedir. Kuran’da bu gerçek şöyle haber verilmiştir:
“Şüphesiz, mü’minler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 3-4)
Kerim Olan (Keremi Bol, Cömert Olan) Allah Dünyadaki Tüm Madenleri İnsanların Hizmetine Sunar
Yüce Allah’ın bir hikmet üzere uzayda yarattığı ve yeryüzüne ulaştırdığı altın gibi değerli madenler yer altında gizli kalmazlar. Yüce Allah insanlara ilham ettiği çeşitli yöntemlerle bu değerli madeni çıkarttırmakta ve böylece, belki de asla ulaşamayacağımız bu madenden, günlük hayatta ve sanayide yoğun olarak yararlanabilmekteyiz.
Yüce Allah, dünyadaki herşey gibi altını da üstün bir düzen ve hassas bir denge üzerinde, “tam ve uygun şartlar” altında yaratmıştır. İnsanın görevi de Allah’ın bu üstün yaratışını görmek ve O’nun ayetlerini bilmektir. Böylece, kendisinin ve tüm diğer varlıkların Yaratıcısı olan Rabbimiz Allah’ı tanıyacak, O’na yakınlaşacak, varlığının ve hayatının anlamını çözecek ve kurtuluşa ulaşacaktır:
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün artarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) ‘Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru’.” (Al-i İmran Suresi, 190-191)
Dünyadaki Zulmün Durması için Çok Dua Etmeliyiz
Dünyadaki zulmün durmasını isteyen Müslümanların yapmaları gereken can-ı gönülden İttihad-ı İslam'ı istemektir
Allah Kuran’ın pek çok ayetinde müminlerin birbirlerinin velileri olduklarını bildirmiştir. “Veli” kelimesinin anlamı dost, koruyucu, yardımcı ve destekçidir. Buna göre Müslümanların birbirlerini dost edinmeleri, birbirlerini korumaları ve birbirlerine destek olmaları Allah’ın onlara bir emridir.
Allah bir ayetinde müminlerin birbirlerini veli edinmeleri geretiğini şöyle belirtmektedir:
Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir. (Maide Suresi, 55)
Bir sonraki ayette ise Allah müminlerin birbirlerini dost ve veli edinmeleri durumunda inkarcılara karşı sürdürdükleri fikri mücadelede mutlaka galip geleceklerini şöyle bildirmektedir:
Kim Allah'ı, Resûlü’nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar Allah'ın taraftarlarıdır. (Maide Suresi, 56)
Bu ayetten ve Kuran’ın daha pek çok ayetinden anlaşılmaktadır ki, müminler birbirlerini sevip dost edinirlerse, birbirlerine destek olurlarsa inkarcıların inananlara uyguladıkları kötülüklere kesin olarak son verecek ve Allah’ın emrettiği güzel ahlakı yeryüzünde yerleşik kılacaklardır. Açıktır ki, günümüzde dünyanın pek çok yerinde yaşanan adaletsizlikleri, zulüm ve haksızlıkları durduracak şey tüm Müslümanların birbirlerini kardeşçe kucaklamaları, aralarındaki uzaklıkları ortadan kaldırarak bir an önce birleşmeleri ve İttihad-ı İslam’ı oluşturmalarıdır. Müminlerin birlik olmama durumunda meydana gelecek ortamı ise Allah bir ayetinde şöyle haber vermektedir:
İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)
Hiç şüphe yok ki Allah’tan korkan, vicdan sahibi hiçbir Müslüman, kardeşlerinden yüz çevirmenin ve kardeşleriyle birlik olmamanın karşılığında ortaya çıkan kargaşanın ve zulüm dolu ortamın oluşturduğu fitnenin vebali yüklenmek istemez. Ne var ki Müslümanların birleşmesi için gayret etmeyen herkes şahit olduğu acılardan, zulüm ve haksızlıklardan, savaşlardan sorumlu olacaktır.
Zulmün durmasını isteyen kardeşlerimiz “Ya Rabbi, İttihad-ı İslam’ı bir an önce meydana getir” diye dua etmelidirler
Allah’ı, Peygamber Efendimiz (sav)’i ve mümin kardeşlerini seven her Müslüman, dünyanın dört bir yanında esaret altında yaşayan milyonlarca mazlum insanın, zulüm gören, işkenceye uğrayan, evlerinden sürülen, yokluk içinde yaşamak zorunda bırakılan kardeşlerinin sorumluluğunu üzerinde hissetmeli ve onların huzur ve güvenliğe kavuşmaları için İslam dünyasının bir an önce birleşmesini istemelidir. Nitekim mağdur olan kardeşlerimizi içinde bulundukları durumdan kurtarmanın en kısa, en etkili, en kesin yolu İttihad-ı İslam’ın sağlanmasıdır.
Müslüman dünyasının kurtuluşu için İttihad-ı İslam’ı isteyen kardeşlerimiz “Ya Rabbi, İttihad-ı İslam’I bir an önce meydana getir”, “İttihad-ı İslam’ı hemen oluştur” diye Allah’a dua etmelidirler. Allah müminlerin dualarına icabet edendir. Bu güzel ve hayırlı duayı yapan kardeşlerimiz inşaAllah kısa süre sonra dualarının gerçekleştiğini göreceklerdir. Israrla bu duayı yapan, bu duaya ilişkin faaliyetlerde bulunan müminler hiç kuşkusuz büyük bir sevap işlemiş olacaklardır.
Allah Kuran’ın pek çok ayetinde müminlerin birbirlerinin velileri olduklarını bildirmiştir. “Veli” kelimesinin anlamı dost, koruyucu, yardımcı ve destekçidir. Buna göre Müslümanların birbirlerini dost edinmeleri, birbirlerini korumaları ve birbirlerine destek olmaları Allah’ın onlara bir emridir.
Allah bir ayetinde müminlerin birbirlerini veli edinmeleri geretiğini şöyle belirtmektedir:
Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir. (Maide Suresi, 55)
Bir sonraki ayette ise Allah müminlerin birbirlerini dost ve veli edinmeleri durumunda inkarcılara karşı sürdürdükleri fikri mücadelede mutlaka galip geleceklerini şöyle bildirmektedir:
Kim Allah'ı, Resûlü’nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar Allah'ın taraftarlarıdır. (Maide Suresi, 56)
Bu ayetten ve Kuran’ın daha pek çok ayetinden anlaşılmaktadır ki, müminler birbirlerini sevip dost edinirlerse, birbirlerine destek olurlarsa inkarcıların inananlara uyguladıkları kötülüklere kesin olarak son verecek ve Allah’ın emrettiği güzel ahlakı yeryüzünde yerleşik kılacaklardır. Açıktır ki, günümüzde dünyanın pek çok yerinde yaşanan adaletsizlikleri, zulüm ve haksızlıkları durduracak şey tüm Müslümanların birbirlerini kardeşçe kucaklamaları, aralarındaki uzaklıkları ortadan kaldırarak bir an önce birleşmeleri ve İttihad-ı İslam’ı oluşturmalarıdır. Müminlerin birlik olmama durumunda meydana gelecek ortamı ise Allah bir ayetinde şöyle haber vermektedir:
İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)
Hiç şüphe yok ki Allah’tan korkan, vicdan sahibi hiçbir Müslüman, kardeşlerinden yüz çevirmenin ve kardeşleriyle birlik olmamanın karşılığında ortaya çıkan kargaşanın ve zulüm dolu ortamın oluşturduğu fitnenin vebali yüklenmek istemez. Ne var ki Müslümanların birleşmesi için gayret etmeyen herkes şahit olduğu acılardan, zulüm ve haksızlıklardan, savaşlardan sorumlu olacaktır.
Zulmün durmasını isteyen kardeşlerimiz “Ya Rabbi, İttihad-ı İslam’ı bir an önce meydana getir” diye dua etmelidirler
Allah’ı, Peygamber Efendimiz (sav)’i ve mümin kardeşlerini seven her Müslüman, dünyanın dört bir yanında esaret altında yaşayan milyonlarca mazlum insanın, zulüm gören, işkenceye uğrayan, evlerinden sürülen, yokluk içinde yaşamak zorunda bırakılan kardeşlerinin sorumluluğunu üzerinde hissetmeli ve onların huzur ve güvenliğe kavuşmaları için İslam dünyasının bir an önce birleşmesini istemelidir. Nitekim mağdur olan kardeşlerimizi içinde bulundukları durumdan kurtarmanın en kısa, en etkili, en kesin yolu İttihad-ı İslam’ın sağlanmasıdır.
Müslüman dünyasının kurtuluşu için İttihad-ı İslam’ı isteyen kardeşlerimiz “Ya Rabbi, İttihad-ı İslam’I bir an önce meydana getir”, “İttihad-ı İslam’ı hemen oluştur” diye Allah’a dua etmelidirler. Allah müminlerin dualarına icabet edendir. Bu güzel ve hayırlı duayı yapan kardeşlerimiz inşaAllah kısa süre sonra dualarının gerçekleştiğini göreceklerdir. Israrla bu duayı yapan, bu duaya ilişkin faaliyetlerde bulunan müminler hiç kuşkusuz büyük bir sevap işlemiş olacaklardır.
DNA Üzerindeki Fosfatın Önemi
Fosfatlar, DNA üzerindeki nükleotid bazları (DNA’daki bilgiyi oluşturan moleküller) bir arada tutarlar.
Çünkü DNA sarmalı su içeren bir ortamda işlev yapar ve su da fosfatlar ile şekerler arasındaki bağları parçalar. Bu bakımdan DNA üzerindeki fosfat gruplarının eksi yüklü olması hem bir avantaj hem de bir gerekliliktir. Bu eksi yük sayesinde DNA’nın bulunduğu sulu ortamda parçalanma ihtimali engellenmiş olur.
Fosfattan başka hangi bileşik bir yandan kimyasal bağ kurup, bir yandan da eksi yüklü kalmayı başarabilir diye sorulacak olursa, çeşitli ihtimaller vardır. Ancak bunların hiçbiri genetik bilgiyi oluşturma özelliğini fosfat gibi gerçekleştiremez. Örneğin silisik asit ve arsenik esterler suda hızla parçalanırlar; sitrik asit ise suda daha yavaş parçalansa da, molekülün geometrisini sağlayacak kararlılıkta değildir. (Michael J. Denton, Nature’s Destiny, Free Press, New York, 1998, s. 406)
Dolayısıyla fosfatın kendine has özellikleri olmasaydı, DNA çifte sarmalı olmayacak, kendini kopyalayabilen bu biyokimyasal sistem kurulamayacak ve canlılıktan söz etmek mümkün olmayacaktı. Ünlü kimya profesörü Frank Henry Westheimer bu özel durumla ilgili “tüm bu koşullar ancak fosforik asit ile karşılanabilir ve görünürde başka bir alternatif de yoktur.” (a.g.e.) demektedir.
Bu durum ve şu ana kadar anlattığımız tüm diğer detaylar, Yüce Rabbimiz’in DNA’yı ve fosforu nasıl mucizevi özelliklere sahip birer molekül olarak yarattığını açıkça göstermektedir.
Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilir:
“O, önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar ise, bilgi bakımından O’nu kavrayıp kuşatamazlar.” (Taha Suresi, 110)
Fosfor yaşam için son derece önemli ve olağanüstü faydalı bir elementtir. Hücredeki bilgi bankasının temel yapıtaşlarındandır. Aynı zamanda fosfor hücrede enerjinin saklanması için kullanılan paketçiğin temel üyesidir.
Fosfor ATP molekülünde hayati öneme sahiptir. ATP molekülü vücutta tıpkı bir pil gibi çalışır. Üretilen enerji bu molekülle taşınır. İhtiyaç duyulan kimyasal işlemler, ATP’de saklı enerjiden sağlanır.
Hayat Bir Bütün Olarak Yaratılmıştır
Fosfat zinciri oluşumunda görevli olan PPK enziminin DNA’daki kodlarında meydana gelen mutasyonlar, zincir oluşumunu engeller. Bunun neticesinde önemli bir kontrol proteini üretilemez. Bu kontrol proteini 50 kadar genin organizasyonundan sorumludur. Neticede zarar gören bakteriler yalnızca birkaç gün içinde ölürler. (a.g.e.) Bu örnekte de görüldüğü gibi canlılık, eksiklikler olduğunda kademe kademe gelişmez aksine yok olur. Hayat iç içe geçmiş pek çok sürecin mükemmel bir organizasyonu ile devam eder. Hücrede tüm sistemler bir fabrikanın çarkları gibi çalışır. Bu çarklardan birinde olan bozulma sistemin çökmesine sebep olur. Yokluk ve kusurlar gelişime değil, ölüme sebep olur. Evrimcilerin iddia ettiklerinin aksine canlılık, Rabbimiz’in yalnızca “Ol” emriyle mucizevi olarak yaratılmıştır.
“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der, o da hemen oluverir.” (Bakara Suresi, 117)
Çünkü DNA sarmalı su içeren bir ortamda işlev yapar ve su da fosfatlar ile şekerler arasındaki bağları parçalar. Bu bakımdan DNA üzerindeki fosfat gruplarının eksi yüklü olması hem bir avantaj hem de bir gerekliliktir. Bu eksi yük sayesinde DNA’nın bulunduğu sulu ortamda parçalanma ihtimali engellenmiş olur.
Fosfattan başka hangi bileşik bir yandan kimyasal bağ kurup, bir yandan da eksi yüklü kalmayı başarabilir diye sorulacak olursa, çeşitli ihtimaller vardır. Ancak bunların hiçbiri genetik bilgiyi oluşturma özelliğini fosfat gibi gerçekleştiremez. Örneğin silisik asit ve arsenik esterler suda hızla parçalanırlar; sitrik asit ise suda daha yavaş parçalansa da, molekülün geometrisini sağlayacak kararlılıkta değildir. (Michael J. Denton, Nature’s Destiny, Free Press, New York, 1998, s. 406)
Dolayısıyla fosfatın kendine has özellikleri olmasaydı, DNA çifte sarmalı olmayacak, kendini kopyalayabilen bu biyokimyasal sistem kurulamayacak ve canlılıktan söz etmek mümkün olmayacaktı. Ünlü kimya profesörü Frank Henry Westheimer bu özel durumla ilgili “tüm bu koşullar ancak fosforik asit ile karşılanabilir ve görünürde başka bir alternatif de yoktur.” (a.g.e.) demektedir.
Bu durum ve şu ana kadar anlattığımız tüm diğer detaylar, Yüce Rabbimiz’in DNA’yı ve fosforu nasıl mucizevi özelliklere sahip birer molekül olarak yarattığını açıkça göstermektedir.
Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilir:
“O, önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar ise, bilgi bakımından O’nu kavrayıp kuşatamazlar.” (Taha Suresi, 110)
Fosfor yaşam için son derece önemli ve olağanüstü faydalı bir elementtir. Hücredeki bilgi bankasının temel yapıtaşlarındandır. Aynı zamanda fosfor hücrede enerjinin saklanması için kullanılan paketçiğin temel üyesidir.
Fosfor ATP molekülünde hayati öneme sahiptir. ATP molekülü vücutta tıpkı bir pil gibi çalışır. Üretilen enerji bu molekülle taşınır. İhtiyaç duyulan kimyasal işlemler, ATP’de saklı enerjiden sağlanır.
Hayat Bir Bütün Olarak Yaratılmıştır
Fosfat zinciri oluşumunda görevli olan PPK enziminin DNA’daki kodlarında meydana gelen mutasyonlar, zincir oluşumunu engeller. Bunun neticesinde önemli bir kontrol proteini üretilemez. Bu kontrol proteini 50 kadar genin organizasyonundan sorumludur. Neticede zarar gören bakteriler yalnızca birkaç gün içinde ölürler. (a.g.e.) Bu örnekte de görüldüğü gibi canlılık, eksiklikler olduğunda kademe kademe gelişmez aksine yok olur. Hayat iç içe geçmiş pek çok sürecin mükemmel bir organizasyonu ile devam eder. Hücrede tüm sistemler bir fabrikanın çarkları gibi çalışır. Bu çarklardan birinde olan bozulma sistemin çökmesine sebep olur. Yokluk ve kusurlar gelişime değil, ölüme sebep olur. Evrimcilerin iddia ettiklerinin aksine canlılık, Rabbimiz’in yalnızca “Ol” emriyle mucizevi olarak yaratılmıştır.
“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der, o da hemen oluverir.” (Bakara Suresi, 117)
Allah'ın İsimleri: Azim ( Pek azametli, büyük )
Allah'ın büyüklüğü ve azameti kuşkusuz bir insanın kavrama sınırının çok üstündedir.
Fakat insan yine de kendi aklının sınırları dahilinde Allah'ın ne kadar güçlü ve kudretli olduğunu biraz olsun görebilir, anlayabilir. Zira tüm kainat Allah'ın büyüklüğünü gösteren sayısız örnekle doludur. İnsanın yalnızca içinde yaşadığı dünyayı biraz incelemesi dahi, herşeyi yaratan Allah'ın azametini hissettirecektir.
Tonlarca ağırlıkta bulutları taşıyan gökyüzü, binlerce metre yükseğe uzanan dağlar, içlerinde milyonlarca çeşit canlının bulunduğu denizler, çakan şimşek ve onun ardından gelen gökgürültüsü ve O'na boyun eğmiş milyarlarca canlı... Bunlar ve burada sayılamayan sayısız detay Allah'ın büyüklüğünün açık delilleridir.
Bir de dünyanın biraz dışına çıkıp düşünelim. Şöyle bir örnek, kainatı yaratan sonsuz azamet sahibini biraz daha derin kavramamıza yardımcı olacaktır:
Evren adını verdiğimiz sınırsız bir mekan içinde yaşıyoruz. Bugün bilim adamlarının ulaşabildikleri bilgi seviyesine göre bu evren, içinde milyarlarca galaksiyi barındırıyor. Peki bu galaksilerin içinde neler var? Yine bilimin bize bildirdiği, her galaksi içinde milyarlarca yıldız bulunduğu. Biz de içinde milyarlarca yıldız içeren milyarlarca galaksiden birinin içinde, Dünya ismi verilen ve saatte 1670 km. hızla hiç durmadan dönen bir gezegen üzerinde yaşıyoruz. Ve kuşkusuz bu rakamlarla düşünüldüğünde, kainat içindeki varlığımız, bir toz zerreciğinin dünya içindeki varlığı ile dahi kıyaslanamayacak derecede küçüktür.
İşte insan, bir iki dakika düşündüğünde dahi kendisini hayrete düşüren bir kainata hakim olan, azamet sahibi bir Yaratıcı'ya kulluk etmeye davet edildiğini farkedebilir. Tüm kainatı yaratan, milyarlarca yıldızı barındıran, milyarlarca galaksinin tümünü kontrolü altında tutan büyük bir gücün sahibine...
Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
Fakat insan yine de kendi aklının sınırları dahilinde Allah'ın ne kadar güçlü ve kudretli olduğunu biraz olsun görebilir, anlayabilir. Zira tüm kainat Allah'ın büyüklüğünü gösteren sayısız örnekle doludur. İnsanın yalnızca içinde yaşadığı dünyayı biraz incelemesi dahi, herşeyi yaratan Allah'ın azametini hissettirecektir.
Tonlarca ağırlıkta bulutları taşıyan gökyüzü, binlerce metre yükseğe uzanan dağlar, içlerinde milyonlarca çeşit canlının bulunduğu denizler, çakan şimşek ve onun ardından gelen gökgürültüsü ve O'na boyun eğmiş milyarlarca canlı... Bunlar ve burada sayılamayan sayısız detay Allah'ın büyüklüğünün açık delilleridir.
Bir de dünyanın biraz dışına çıkıp düşünelim. Şöyle bir örnek, kainatı yaratan sonsuz azamet sahibini biraz daha derin kavramamıza yardımcı olacaktır:
Evren adını verdiğimiz sınırsız bir mekan içinde yaşıyoruz. Bugün bilim adamlarının ulaşabildikleri bilgi seviyesine göre bu evren, içinde milyarlarca galaksiyi barındırıyor. Peki bu galaksilerin içinde neler var? Yine bilimin bize bildirdiği, her galaksi içinde milyarlarca yıldız bulunduğu. Biz de içinde milyarlarca yıldız içeren milyarlarca galaksiden birinin içinde, Dünya ismi verilen ve saatte 1670 km. hızla hiç durmadan dönen bir gezegen üzerinde yaşıyoruz. Ve kuşkusuz bu rakamlarla düşünüldüğünde, kainat içindeki varlığımız, bir toz zerreciğinin dünya içindeki varlığı ile dahi kıyaslanamayacak derecede küçüktür.
İşte insan, bir iki dakika düşündüğünde dahi kendisini hayrete düşüren bir kainata hakim olan, azamet sahibi bir Yaratıcı'ya kulluk etmeye davet edildiğini farkedebilir. Tüm kainatı yaratan, milyarlarca yıldızı barındıran, milyarlarca galaksinin tümünü kontrolü altında tutan büyük bir gücün sahibine...
Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
Çöl Şartlarında Yaşayan Canlıların Kullandığı Taktikler
Çöl ortamı yakından incelendiğinde, tüm bu zor koşullara rağmen özel
sistemleri ve farklı çeşitleriyle yaşamını sürdüren pek çok canlı olduğu
keşfedilmiştir...
Çölde yaşayan canlılar, besinsiz ortamlarla ve iklim koşullarından kaynaklanan zorluklarla karşılaştıklarında hangi taktiklere başvururlar?
Darkling böcekleri çölde susuzluk ihtiyaçlarını nasıl giderir?
Devekuşlarının gözleri, çöl ortamında meydana gelen kum fırtınalarından nasıl korunur?
Addax antilopları neden yalnızca gece yemek yer?
Çöller, yağışı çok az olan kurak topraklardır ve yeryüzünde büyük coğrafi alanları kaplarlar. Kuzey Afrika’daki Büyük Sahra Çölü, Güney Afrika’daki Kalahari Çölü, Asya’daki Gobi Çölü ve Güney Amerika’daki Atacama Çölü dünyadaki belli başlı çöllerdendir. Kurak bir iklime sahip olan çöllerdeki nem yetersizliği, günlük sıcaklık farkının artmasına zemin hazırlar. Öyle ki, çöllerde gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkının 50oC’yi bulduğu zamanlar görülmektedir. Yağmurun çok az yağdığı, aşırı sıcakların, kum fırtınalarının hüküm sürdüğü böyle bir ortamda, herhangi bir canlının uzun süre yaşaması çok zordur. Ancak çölde yaşayan canlıları incelediğimizde, bu zorlu ortama uygun, kendilerine has özelliklere sahip olarak yaratıldıklarını görürüz. Yeryüzündeki bütün canlıları bulundukları ortama en uygun vücut sistemleriyle birlikte yaratan Yüce Rabbimiz, çöllerde yaşayan canlıları da bu ortamdaki zorlu koşullara uygun olarak yaratmıştır. Böylelikle çöl ortamının zorlu yaşam şartlarından etkilenmeyen çöl canlıları hayatlarını rahatlıkla sürdürebilmektedirler. Bu canlılardan birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz:
Addax Antilopları
Bir antilop türü olan Addaxlar, Sahara Çölü’nde yaşamaktadırlar. Soluk kum rengindeki bu hayvanlar, hızlı koşamamalarına rağmen, sağlam ve güclü tırnakları sayesinde kumda kolaylıkla hareket edebilirler. Addaxların çöl koşullarına uyumunu sağlayan önemli özelliklerinden biri su içmemeleridir. Suya olan ihtiyaclarını, yedikleri çöl otlarından karşılarlar. Bu canlılar, çöl ortamında uzak mesafelerdeki besinleri bulma konusunda mucizevi bir yeteneğe sahiptirler. Ayrıca yalnızca geceleri yemek yemeleri de oldukça dikkat çekicidir. Cünkü Addaxlar, çöl bitkilerinin geceleri havadaki nemi topladıklarını adeta bilirmişcesine, bu bitkileri geceleri yemeyi tercih etmektedirler. Elbette Addaxlara bu akılcı davranışı ilham eden alemlerin Allah’tır.
Devekuşu
Sonsuz ilim sahibi Rabbimiz’in çöl koşullarına uyumlu olarak yarattığı bir diğer canlı türü olan devekuşu, dünyadaki en iri kuş cinsidir. Boyları 2,75 m.’ye kadar ulaşan bu canlılar, uçamamalarına rağmen çok güçlü olan bacakları sayesinde devekuşlarının hızları saatte 65 km/s.’yi bulur. Tehlike anında ise hızları 90 km/s.’ye kadar çıkabilmektedir. Devekuşları, çölün oldukça zorlu olan koşullarına -özellikle kuraklığa- kolayca uyum sağlayabilirler. Su gereksinimlerini yedikleri yiyeceklerden karşılayan devekuşları, bu nedenle ayrıca su içmeye ihtiyaç duymazlar. Bu da çölün kurak ikliminde onlara oldukça büyük bir kolaylık sağlamaktadır.
56oC sıcaklığa kadar dayanabilen devekuşlarının gagalarının uzunluğu 13 cm’yi bulabilmektedir. Hem ot hem et yiyebilen devekuşları, dişleri olmadığı için sindirimlerini günde yaklaşık olarak 1,5 kg taş yiyerek kolaylaştırmaya çalışırlar.
Çok iyi bir görme açısına ve uzun bir boya sahip olmalarının avantajını kullanan devekuşları bu özellikleri ile, en küçük bir tehlikeyi bile fark ederler. Gözlerinin sahip olduğu keskin görüş, 1500-1600 metre uzaklıktaki bir kesme şeker tanesini bile rahatlıkla görmelerini sağlar. Bununla birlikte, devekuşlarının gözleri, çöl ortamında meydana gelen kum fırtınalarından iki adet göz kapağı ile korunmaktadır. Bu korumanın yanı sıra gözlerini hem kumdan koruyan, hem de her yeri görmelerini sağlayan ve içerden dışarıya hareket eden, kompleks bir göz kırpma zarları vardır.
Devekuşunun bulunduğu ortama en uygun özelliklere sahip olması, Allah’ın eşsiz yaratılış delillerinden yalnızca biridir.
Devekuşunun Fedakarlığı
Öldürücü olabilen güneş ışınlarından korunmak için Afrika'daki canlılar kendilerine gölgelik mekanlar arar. Güney Afrika devekuşu ise kendinden çok yumurtalarını ve yavrularını düşünerek onları güneş ışığından korur. Bunun için onların üzerinde durur ve sık sık geniş kanatlarını açarak güneş ışığının yumurtalarına ve yavrularına gelmesini önler. Ancak dikkat edilirse, bu hayvan yakıcı güneşin ışınlarına, "kendi vücudunu" maruz bırakmakta ve yavrularını kendinden önce düşünmektedir. Bu da onun fedakarlığının çarpıcı bir delilidir. Kuşkusuz ona bu fedakarlığı ilham eden, onu yaratan Rahman ve Rahim olan Yüce Allah’tır.
Altın Renkli Köstebek (Golden Mole)
Altın renkli köstebekler, çöldeki kum tepelerinde yaşamalarına rağmen çok nadir olarak görülürler. Yalnızca bazı gecelerde termit avlamak için dışarı çıkarlar.
Güney Afrika’da yaşayan bu kemirgenler, çöllerdeki kumluk ovalardan dağlık bölgelere kadar, çukur kazarak yuva yapabildikleri her yerde yaşamlarını sürdürürler.
Bu köstebek türünün kumlarla uyumlu olan ve kamuşaj konusunda onlara kolaylık sağlayan altın sarısı ve gri tonlarında parlak tüyleri vardır. Yaşamını yer altında sürdüren bu köstebeklerin gözleri de tüylerle kaplıdır. Aynı zamanda görünürde kulakları da olmayan bu canlılar, buna rağmen çok hassas bir duyma yeteneğine sahiptirler.
Altın renkli köstebeklerin çölde karşılaştıkları en büyük zorluklardan biri ise kayan kumlardır. Fakat güçlü ve sert bir burna sahip olan bu canlı kayan kumları yararak, Yüce Allah’ın ilminin bir tecellisi olarak kumun içinde adeta yüzercesine ilerler.
Oryx Antilopları
Addaxlar gibi bir antilop türü olan Oryxler, Afrika’da yaşamaktadırlar. Bu canlılar, bir metreden daha fazla bir uzunluğa sahip olabilen etkileyici boynuzları sayesinde kendilerini korurlar.
Oryx sürüleri, çöl fırtınalarından sonra çıkan taze yeşil otlardan bulabilmek için oldukça uzun mesafeler katedebilirler. Ayrıca sahip oldukları beyaz renk, güneş ışınlarını yansıtarak onların güneşin yakıcı sıcaklığından korunmalarını sağlar. Yüce Rabbimiz’in verdiği üstün bir özelliğe daha sahip olan Oryxler, 56oC’ye çıkabilen vücut sıcaklıkları sayesinde aşırı sıcakla ve kuraklıkla mücadele edebilirler.
Çöl Kekliği (Sandgrouse)
Sahara ve Kalahari Çöllerinde bulunan çöl keklikleri, yiyeceklerini kumlardaki tohumları ve filizleri tarayarak elde ederler. Kahverengi, siyah, sarı, gri ve beyaz renklerdeki tüyleri, çöl kekliklerinin çölde kolaylıkla kamuşe olmalarını sağlar. Çöl kekliklerinin bacaklarının üzerinde bulunan tüyler ise onları gündüzleri çölün yakıcı sıcağından, geceleri de dondurucu soğuklardan korur. Oldukça güçlü kuşlar olan çöl keklikleri, çöl koşullarında günlük su ihtiyaçlarını karşılayacak suya ulaşmak için günde 121 km uçabilirler. Bunun yanı sıra su içmekten geri dönerken, göğüs tüylerini ıslatarak, yavrularına da su taşırlar.
Darkling Böcekleri
Darkling böcekleri, deniz kenarında yer alan Namib Çölü’nde yaşamaktadır. Namib Çölü’nde yaşayan tüm canlıların su kaynağı, okyanus üzerinden gelen sis bulutlarıdır. Darkling böcekleri de su elde etmek için öncelikle kum tepelerinin en yüksek noktasına çıkar, orada vücutlarının arka kısmını havaya kaldırarak kabuklarının üzerinde çiğ tanelerinin birikmesini sağlarlar. Daha sonra ağızlarına doğru süzülen bu suyu içerek, su ihtiyaçlarını gidermiş olurlar.
Kabuklarının üzerinde su kaybetmelerini engelleyen özel bir su geçirmez katman bulunan bu böcekler, aynı zamanda uzun bacaklara sahiptirler. Bu uzun bacakları sayesinde gövdeleri kızgın kumlarla temas etmez. Ayrıca çölün en sıcak kısımlarında soluk bir renge bürünerek, yakıcı güneş ışınlarının etkisini azaltırlar.
En Küçük Tilki Türü: Fennec Tilkisi
Çölde yaşayan canlılardan biri olan Fennec tilkileri, Afrika ve Arabistan’ın kumlu çöllerinde yaşarlar. Tilki ailesinin en küçük bireyleri olan bu sevimli canlılar, bedenlerine göre oldukça büyük kulaklara sahiptirler. Bu büyük kulaklar, sadece avlarının yerini tespit etmeye yaramakla kalmaz, aynı zamanda vücut sıcaklığının dışarı atılmasını sağlayan birer soğutucu işlevi de görür.
Böcek, kertenkele ve küçük kemirgenlerle beslenen Fennec tilkileri gece avlanırlar. Çöl sıcaklarının hakim olduğu gündüz saatleri boyunca da kumda kazdıkları çukurlarda gizlenirler.
Kızıl kahve tonlarında kürkleri ve gür siyah tüylü kuyrukları olan Fennec tilkileri pençelerinde bulunan tüylü taban sayesinde kumda koşarken çok daha kolay tutunabilirler.
Balıklar Suda Nasıl Yaşarlar?
Biz suyun içinde belli bir süre kaldıktan sonra derimiz bu durumdan
etkilenmeye başlar, bu süre uzarsa cildimiz zarar görür. Oysa balıklarda
böyle bir şey olmaz...
Şu an yaşayan ve bundan yüzlerce yıl önce yaşamış olan tüm balık
türleri, Allah’ın onlar için yaratmış olduğu mükemmel sistemler
sayesinde su altında rahatlıkla yaşayabilirler.
Balıkların suda ne kadar kıvrak ve hızlı hareket ettiklerini herkes bilir. Balığın yüzebilmesi için ekstra bir hareket yapmasına gerek yoktur, bunun için kuyruğunu sağa sola sallaması yeterlidir. İşte balıkların suyun içindeki bu rahat hareketleri, kıvrak omurgaları ve vücutlarındaki bazı sistemler sayesinde gerçekleşir.
Balıklar, durgun halde yüzerken aniden yüksek hızlara ulaşabilmek için çok fazla enerjiye ihtiyaç duyarlar. Ani hızlanabilmek onlar için çok önemlidir; çünkü avcılardan kaçabilmek için buna ihtiyaçları vardır. Üstelik balıklar suyun içinde çoğu zaman akıntıya karşı hareket etmektedirler.
Balıkta böyle bir gücün ortaya çıkmasını sağlayan, omurgasının ve kaslarının özel yapısıdır. Omurga, balığın vücudunun dik durmasını, ayrıca yüzgeçlerin ve kasların kendisine bağlanmasını sağlayacak bir yapıya sahiptir. Eğer böyle olmasaydı, balıkların suda hareket etmeleri imkansız hale gelirdi. Ancak yalnızca omurgasının özel biçiminin olması, bir balığın yüzebilmesi için yeterli değildir. Çünkü, balığın su içindeki tek hareketi ileri geri değildir; eğer bir balık su içinde aşağı yukarı hareket edemezse yaşayamaz. Balık, bu hareketi de başka bir vücut sistemi ile yapabilir. Balıkların vücutlarında hava keseleri vardır. Bu keseleri hava ile doldurarak derinlere inebilir veya havayı boşaltarak su yüzeyine doğru çıkışa geçebilirler.
Peki şu sorunun cevabını hiç düşündünüz mü? Balıklar sürekli su içinde olmalarına rağmen nasıl olup da zarar görmemektedirler? Biz suyun içinde belli bir süre kaldıktan sonra derimiz bu durumdan etkilenmeye başlar, bu süre uzarsa cildimiz zarar görür. Oysa balıklarda böyle bir şey olmaz. Çünkü balıkların üst derisinde sert parlak bir tabaka vardır. Bu tabaka suyun vücuda girmesini engeller. Eğer bu tabaka olmasaydı, balığın vücudu zarar görecek, hatta içeri su girmesi nedeniyle vücut dengesi bozulacak ve balık da ölecekti. Ancak bunların hiçbiri olmaz ve balıklar suyun içindeki yaşamlarını rahatlıkla sürdürürler.
Yeryüzündeki bütün balık türleri bu özelliklerin tamamına eksiksiz olarak sahiptir. Günümüzden çok daha önce yaşamış balıklarda da bunların hepsi vardır. Balıklar milyonlarca yıldır hiç değişmemişler, hep aynı mükemmel yapıya sahip olmuşlardır. Bunu, milyonlarca yıl öncesinde yaşamış balıklardan günümüze gelen kalıntılarda görmek mümkündür. Fosil adı verilen bu kalıntılarda, balıkların geçmişte de yine bugünkü ile aynı oldukları, hiç değişmedikleri açıkça belli olmaktadır. Bu durum bize balıkların bir anda ortaya çıktıklarını gösteren delillerden biridir. Balıkların sahip oldukları bütün özellikleri onlara veren, evrendeki herşeyi yaratan Yüce Allah'tır. Allah bütün canlıların ihtiyaçlarından haberdar olandır.
Balıkların suda ne kadar kıvrak ve hızlı hareket ettiklerini herkes bilir. Balığın yüzebilmesi için ekstra bir hareket yapmasına gerek yoktur, bunun için kuyruğunu sağa sola sallaması yeterlidir. İşte balıkların suyun içindeki bu rahat hareketleri, kıvrak omurgaları ve vücutlarındaki bazı sistemler sayesinde gerçekleşir.
Balıklar, durgun halde yüzerken aniden yüksek hızlara ulaşabilmek için çok fazla enerjiye ihtiyaç duyarlar. Ani hızlanabilmek onlar için çok önemlidir; çünkü avcılardan kaçabilmek için buna ihtiyaçları vardır. Üstelik balıklar suyun içinde çoğu zaman akıntıya karşı hareket etmektedirler.
Balıkta böyle bir gücün ortaya çıkmasını sağlayan, omurgasının ve kaslarının özel yapısıdır. Omurga, balığın vücudunun dik durmasını, ayrıca yüzgeçlerin ve kasların kendisine bağlanmasını sağlayacak bir yapıya sahiptir. Eğer böyle olmasaydı, balıkların suda hareket etmeleri imkansız hale gelirdi. Ancak yalnızca omurgasının özel biçiminin olması, bir balığın yüzebilmesi için yeterli değildir. Çünkü, balığın su içindeki tek hareketi ileri geri değildir; eğer bir balık su içinde aşağı yukarı hareket edemezse yaşayamaz. Balık, bu hareketi de başka bir vücut sistemi ile yapabilir. Balıkların vücutlarında hava keseleri vardır. Bu keseleri hava ile doldurarak derinlere inebilir veya havayı boşaltarak su yüzeyine doğru çıkışa geçebilirler.
Peki şu sorunun cevabını hiç düşündünüz mü? Balıklar sürekli su içinde olmalarına rağmen nasıl olup da zarar görmemektedirler? Biz suyun içinde belli bir süre kaldıktan sonra derimiz bu durumdan etkilenmeye başlar, bu süre uzarsa cildimiz zarar görür. Oysa balıklarda böyle bir şey olmaz. Çünkü balıkların üst derisinde sert parlak bir tabaka vardır. Bu tabaka suyun vücuda girmesini engeller. Eğer bu tabaka olmasaydı, balığın vücudu zarar görecek, hatta içeri su girmesi nedeniyle vücut dengesi bozulacak ve balık da ölecekti. Ancak bunların hiçbiri olmaz ve balıklar suyun içindeki yaşamlarını rahatlıkla sürdürürler.
Yeryüzündeki bütün balık türleri bu özelliklerin tamamına eksiksiz olarak sahiptir. Günümüzden çok daha önce yaşamış balıklarda da bunların hepsi vardır. Balıklar milyonlarca yıldır hiç değişmemişler, hep aynı mükemmel yapıya sahip olmuşlardır. Bunu, milyonlarca yıl öncesinde yaşamış balıklardan günümüze gelen kalıntılarda görmek mümkündür. Fosil adı verilen bu kalıntılarda, balıkların geçmişte de yine bugünkü ile aynı oldukları, hiç değişmedikleri açıkça belli olmaktadır. Bu durum bize balıkların bir anda ortaya çıktıklarını gösteren delillerden biridir. Balıkların sahip oldukları bütün özellikleri onlara veren, evrendeki herşeyi yaratan Yüce Allah'tır. Allah bütün canlıların ihtiyaçlarından haberdar olandır.
DNA'nın Kendini Eşlemesi
Yapısı sarmal bir merdivene benzeyen DNA molekülü, bu merdivenin basamaklarının ortasından fermuar gibi ikiye ayrılır...
Bilindiği gibi hücreler bölünerek çoğalırlar. Öyle ki, insan vücudu başlangıçta tek bir hücre iken bu hücre bölünür ve sonuçta 2-4-8-16-32... oranında bir katlanmayla çoğalır.
Peki bu bölünme işlemi sonucunda DNA'ya ne olur? Hücrede tek bir DNA zinciri vardır. Halbuki yeni doğan hücrenin de bir DNA'ya ihtiyacı olacağı açıktır. Bu açığı gidermek için DNA, her aşaması ayrı bir mucize olan ilginç bir seri işlem yapar. Sonuçta, hücrenin bölünmesinden kısa bir süre önce kendisinin bir kopyasını çıkarır ve bunu yeni hücreye aktarır!...
Hücrenin bölünmesi ile ilgili yapılan gözlemler göstermektedir ki hücre, bölünmeden önce belirli bir büyüklüğe ulaşmak zorundadır. Bu belirli büyüklük sınırını aştığı anda ise bölünme süreci kendiliğinden başlar. Hücrenin şekli bölünmeye uygun olarak yayvanlaşırken, DNA da az önce belirttiğimiz gibi kendini eşlemeye başlar.
Bunun anlamı şudur: Hücre bir bütün olarak bölünmeye "karar vermekte" ve hücrenin içindeki farklı parçalar bu bölünme kararına uygun olarak davranmaya başlamaktadırlar. Hücrenin böylesine kollektif bir işi kendi aklı ve iradesiyle yapmadığı açıktır. Bölünme işlemi, gizli bir emir ile başlar ve başta DNA olmak üzere hücrenin tümü buna göre hareket eder.
DNA, kendini çoğaltmak için önce karşılıklı iki parçaya ayrılır. Bu olay oldukça ilginç bir şekilde gerçekleşir. Yapısı sarmal bir merdivene benzeyen DNA molekülü, bu merdivenin basamaklarının ortasından fermuar gibi ikiye ayrılır. Artık DNA iki yarım parçaya bölünmüştür. Her iki parçanın da eksik olan yarıları (eşlenikleri) ortamda hazır bulunan malzemelerle tamamlanır. Böylece iki yeni DNA molekülü üretilmiş olur. Operasyonun her kademesinde enzim denilen ve adeta gelişmiş robotlar gibi çalışan uzman proteinler görev yapar. İlk bakışta basit gibi görünse de bu operasyon sırasında gerçekleşen ara işlemler o kadar çok ve karmaşıktır ki, olayı ayrıntılarıyla anlatmak sayfalar tutar.
Eşleşme sırasında ortaya çıkan yeni DNA molekülleri denetleyici enzimler tarafından defalarca kontrol edilir. Yapılmış bir hata varsa—ki bu hatalar son derece hayati olabilir—derhal tesbit edilir ve düzeltilir. Hatalı şifre kopartılıp yerine doğrusu getirilir ve monte edilir. Bütün bu işlemler öyle baş döndürücü bir hızla yapılır ki, dakikada 3.000 basamak nükleotid üretilirken bir yandan da tüm bu basamaklar görevli enzimler tarafından defalarca kontrol edilir ve gereken düzeltmeler yapılır.
Üretilen yeni DNA molekülünde, dış etkiler sonucunda normale göre daha fazla hata yapılabilir. Bu sefer hücredeki ribozomlar, DNA'dan gelen emir doğrultusunda DNA onarım enzimleri üretmeye başlarlar. Böylece DNA kendi kendini korur ve hem kendisini hem soyun devamını güvence altına alır.
Hücreler de insanlar gibi doğar, çoğalır ve ölürler. Ancak hücrelerin ömrü meydana getirdikleri insanın ömründen çok daha kısadır. Örneğin altı ay önce bedenimizi oluşturan hücrelerin bugün büyük bir çoğunluğu hayatta değildir. Fakat zamanında bölünerek yerlerine yenilerini bıraktıkları için, siz şu anda hayatta kalabilmektesiniz. Bu yüzden hücrelerin çoğalması, DNA'nın kopyalanması gibi işlemler—her ne kadar çok karmaşık da olsalar—insanın varlığını sürdürmesi açısından en ufak bir hataya yer verilmemesi gereken hayati işlemlerdir. Ancak çoğaltma işlemi o kadar kusursuz işler ki, hata oranı 3 milyar basamakta yalnızca bir basamaktır. Bu tek hata da herhangi bir probleme sebep olmadan vücuttaki daha üst kontrol mekanizmaları tarafından yokedilir.
İşte bütün gün, siz hiç farkında değilken, vücudunuzda sizin yaşamınızın problemsiz olarak devam etmesi için akıl almaz bir titizlik ve sorumluluk anlayışı içinde sayısız işlemler ve denetimler yapılır, tedbirler alınır. Herkes görevini eksiksiz olarak ve başarıyla yerine getirir. İşte Allah en büyüğünden en küçüğüne, en basitinden en karmaşığına kadar sayısız atomu ve molekülü sizin yaşamınızı güzel ve sağlıklı bir biçimde sürdürmeniz için hizmetinize vermiştir. Yalnızca bu lütuf ve nimet bile hiç durmadan şükretmeniz için yeterli değil midir? Yoksa insan aklının başına gelmesi için mutlaka bu kusursuz sistemde bir takım sorunlar yaratılmasını mı beklemelidir?
İşin en ilginç yönü de, DNA'nın hem üretimini sağlayan hem de yapısını denetleyen bu enzimlerin, yine DNA'da kayıtlı olan bilgilere göre ve DNA'nın emir ve kontrolünde üretilmiş proteinler olmasıdır. Ortada içiçe geçmiş öyle muhteşem bir sistem vardır ki, böyle bir sistemin kademe kademe oluşan tesadüflerle bu hale gelmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Çünkü enzimin olması için DNA'nın olması, DNA'nın olması için de enzimin olması, her ikisinin olması içinse hücrenin, zarından diğer bütün kompleks organellerine kadar eksiksiz olarak var olması gerekir.
Canlıların birbirini izleyen "yararlı tesadüfler" sonucunda "aşama aşama" geliştiklerini öne süren evrim teorisi, sözkonusu DNA-enzim paradoksu tarafından kesin biçimde yalanlanmaktadır. Çünkü DNA'nın ve enzimin de aynı anda var olması gerekmektedir. Bu ise bilinçli bir müdahaleyi zorunlu kılar.
Bilindiği gibi hücreler bölünerek çoğalırlar. Öyle ki, insan vücudu başlangıçta tek bir hücre iken bu hücre bölünür ve sonuçta 2-4-8-16-32... oranında bir katlanmayla çoğalır.
Peki bu bölünme işlemi sonucunda DNA'ya ne olur? Hücrede tek bir DNA zinciri vardır. Halbuki yeni doğan hücrenin de bir DNA'ya ihtiyacı olacağı açıktır. Bu açığı gidermek için DNA, her aşaması ayrı bir mucize olan ilginç bir seri işlem yapar. Sonuçta, hücrenin bölünmesinden kısa bir süre önce kendisinin bir kopyasını çıkarır ve bunu yeni hücreye aktarır!...
Hücrenin bölünmesi ile ilgili yapılan gözlemler göstermektedir ki hücre, bölünmeden önce belirli bir büyüklüğe ulaşmak zorundadır. Bu belirli büyüklük sınırını aştığı anda ise bölünme süreci kendiliğinden başlar. Hücrenin şekli bölünmeye uygun olarak yayvanlaşırken, DNA da az önce belirttiğimiz gibi kendini eşlemeye başlar.
Bunun anlamı şudur: Hücre bir bütün olarak bölünmeye "karar vermekte" ve hücrenin içindeki farklı parçalar bu bölünme kararına uygun olarak davranmaya başlamaktadırlar. Hücrenin böylesine kollektif bir işi kendi aklı ve iradesiyle yapmadığı açıktır. Bölünme işlemi, gizli bir emir ile başlar ve başta DNA olmak üzere hücrenin tümü buna göre hareket eder.
DNA, kendini çoğaltmak için önce karşılıklı iki parçaya ayrılır. Bu olay oldukça ilginç bir şekilde gerçekleşir. Yapısı sarmal bir merdivene benzeyen DNA molekülü, bu merdivenin basamaklarının ortasından fermuar gibi ikiye ayrılır. Artık DNA iki yarım parçaya bölünmüştür. Her iki parçanın da eksik olan yarıları (eşlenikleri) ortamda hazır bulunan malzemelerle tamamlanır. Böylece iki yeni DNA molekülü üretilmiş olur. Operasyonun her kademesinde enzim denilen ve adeta gelişmiş robotlar gibi çalışan uzman proteinler görev yapar. İlk bakışta basit gibi görünse de bu operasyon sırasında gerçekleşen ara işlemler o kadar çok ve karmaşıktır ki, olayı ayrıntılarıyla anlatmak sayfalar tutar.
Eşleşme sırasında ortaya çıkan yeni DNA molekülleri denetleyici enzimler tarafından defalarca kontrol edilir. Yapılmış bir hata varsa—ki bu hatalar son derece hayati olabilir—derhal tesbit edilir ve düzeltilir. Hatalı şifre kopartılıp yerine doğrusu getirilir ve monte edilir. Bütün bu işlemler öyle baş döndürücü bir hızla yapılır ki, dakikada 3.000 basamak nükleotid üretilirken bir yandan da tüm bu basamaklar görevli enzimler tarafından defalarca kontrol edilir ve gereken düzeltmeler yapılır.
Üretilen yeni DNA molekülünde, dış etkiler sonucunda normale göre daha fazla hata yapılabilir. Bu sefer hücredeki ribozomlar, DNA'dan gelen emir doğrultusunda DNA onarım enzimleri üretmeye başlarlar. Böylece DNA kendi kendini korur ve hem kendisini hem soyun devamını güvence altına alır.
Hücreler de insanlar gibi doğar, çoğalır ve ölürler. Ancak hücrelerin ömrü meydana getirdikleri insanın ömründen çok daha kısadır. Örneğin altı ay önce bedenimizi oluşturan hücrelerin bugün büyük bir çoğunluğu hayatta değildir. Fakat zamanında bölünerek yerlerine yenilerini bıraktıkları için, siz şu anda hayatta kalabilmektesiniz. Bu yüzden hücrelerin çoğalması, DNA'nın kopyalanması gibi işlemler—her ne kadar çok karmaşık da olsalar—insanın varlığını sürdürmesi açısından en ufak bir hataya yer verilmemesi gereken hayati işlemlerdir. Ancak çoğaltma işlemi o kadar kusursuz işler ki, hata oranı 3 milyar basamakta yalnızca bir basamaktır. Bu tek hata da herhangi bir probleme sebep olmadan vücuttaki daha üst kontrol mekanizmaları tarafından yokedilir.
İşte bütün gün, siz hiç farkında değilken, vücudunuzda sizin yaşamınızın problemsiz olarak devam etmesi için akıl almaz bir titizlik ve sorumluluk anlayışı içinde sayısız işlemler ve denetimler yapılır, tedbirler alınır. Herkes görevini eksiksiz olarak ve başarıyla yerine getirir. İşte Allah en büyüğünden en küçüğüne, en basitinden en karmaşığına kadar sayısız atomu ve molekülü sizin yaşamınızı güzel ve sağlıklı bir biçimde sürdürmeniz için hizmetinize vermiştir. Yalnızca bu lütuf ve nimet bile hiç durmadan şükretmeniz için yeterli değil midir? Yoksa insan aklının başına gelmesi için mutlaka bu kusursuz sistemde bir takım sorunlar yaratılmasını mı beklemelidir?
İşin en ilginç yönü de, DNA'nın hem üretimini sağlayan hem de yapısını denetleyen bu enzimlerin, yine DNA'da kayıtlı olan bilgilere göre ve DNA'nın emir ve kontrolünde üretilmiş proteinler olmasıdır. Ortada içiçe geçmiş öyle muhteşem bir sistem vardır ki, böyle bir sistemin kademe kademe oluşan tesadüflerle bu hale gelmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Çünkü enzimin olması için DNA'nın olması, DNA'nın olması için de enzimin olması, her ikisinin olması içinse hücrenin, zarından diğer bütün kompleks organellerine kadar eksiksiz olarak var olması gerekir.
Canlıların birbirini izleyen "yararlı tesadüfler" sonucunda "aşama aşama" geliştiklerini öne süren evrim teorisi, sözkonusu DNA-enzim paradoksu tarafından kesin biçimde yalanlanmaktadır. Çünkü DNA'nın ve enzimin de aynı anda var olması gerekmektedir. Bu ise bilinçli bir müdahaleyi zorunlu kılar.
Dolunaya Bağlı Olarak Göç Eden Beyaz Fırtına Kuşları
Beyaz fırtına kuşu Ay’ı biyolojik alarm saati olarak kullanır...
Dünyanın dört bir yanındaki yüzlerce türde hayvanın her biri -en küçüğünden en büyüğüne kadar- “uygun ortam ve zamanda” göç ederler. Göç eden canlıların şaşırmadan ve yanılmadan en doğru zamanda hedefledikleri yere ulaşmaları çok açık bir mucizedir. Beyaz fırtına kuşları da yaşamsal faaliyetlerini devam ettirmek için göç ederler. Pek çok kuş gibi onlar da geceleri göç ederler. Fakat diğer kuşlardan farklı olarak yönlerini dolunaya bakarak belirledikleri düşünülmektedir.
* Beyaz fırtına kuşları niçin gece göç ederler?
* Beyaz fırtına kuşlarının dolunaya bağlı olarak göç etmeleri onlara ne gibi avantajlar sağlar?
Kuşların çoğu yaşamsal faaliyetlerini gündüz gerçekleştirirler. Fakat uzun seyahatler için geceyi seçerler. Gece gökyüzünde büyük bir hareketlilik yaşanır. Dolunayda teleskopla yapılan gözlemlerde kuş yollarından saatte 9.000 kuşun geçtiği tahmin edilmektedir. Bu gece göçleri, güneşin batmasından bir saat sonra başlar, gece yarısından biraz önce maksimuma ulaşır ve gün ağarana kadar yavaş yavaş azalır. Beyaz fırtına kuşları da gece göç eden kuş türlerinden biridir. Gece göçünü tercih eden kuşların günün bu saatini seçmeleri onlara bazı avantajlar sağlar.
Allah’ın Beyaz Fırtına Kuşlarına Gece Göçünü Tercih Etmelerini İlham Etmesinin Özel Nedenleri Vardır
Avcı kuşlardan korunabilirler:
Beyaz fırtına kuşları 20 cm uzunluğu ve yaklaşık 115-120 gr ağırlığı olan küçük bir kuştur. Gece göç eden bu kuş, küçük olmasına rağmen saatte 170 km hızla uçar. Fakat büyük bir hıza sahip olmasına rağmen gece karanlığında uçmak diğer yırtıcı kuşlardan korunmak için daha güvenlidir.
Gündüzü beslenme zamanı olarak belirlemişlerdir:
Genellikle gündüz beslenen kuşlarda sindirim çok hızlıdır. Bu nedenle kuşların gündüz beslenirken kısa aralıklarla besin almaları ve göçten önce bu besinleri vücutlarında yağ şeklinde depolamaları gerekir. Eğer bu küçük ve çok hızlı uçan kuşlar, gündüz uzun uçuşlar yaparlarsa ulaşacakları yere gece bitkin bir halde ulaşırlar ve gece beslenemeyeceklerinden ertesi sabahı beklemek zorunda kalırlar. Bu durumda muhtemelen bulundukları ortamın soğukluğundan ve enerji elde edememekten dolayı birçoğu yaşamını sürdüremeyebilir. Bu yüzden bu canlılar geceleyin seyahat ederek çok programlı hareket etmiş olurlar. Gündüzü beslenerek ve göç için yağ depolayarak geçiren kuşlar gece göç ederler, güneşin doğuşuyla beraber mola verirler ve bu döngü bu şekilde devam eder.
Gece göçünü seçmelerinin avantajı çevre ısısının düşük olmasıdır:
Beyaz fırtına kuşlarının göç ettikleri yer, Madagaskar adası yakınlarındaki Reunion adasıdır. Bu bölge tropikal sıcak iklimlerin olduğu bir alandır. Eğer aşırı sıcak olan gündüz vakti göç edecek olsalardı bu onlara büyük bir dezavantaj sağlardı. Çünkü gün boyunca kanatlarını durmaksızın çırpmak kızgın güneş ışınları nedeniyle aşırı ısınma riski oluştururdu. Gece yolculuğu ise bu tehlikeyi önler. Ayrıca harcadıkları enerji de belli bir ısı üretir. Kuşlar bu ısıyı hızlı hızlı soluyarak ağız ve boğazlarındaki suyu buharlaştırarak ve derilerinin üstündeki nemin buharlaşması ile yani bir çeşit terleme ile düşürürler.
Kuşların durmadan uçabilecekleri mesafeyi büyük ihtimalle yağ depolarından başka vücudun su kaybı da belirler. Bu yüzden gece yapılan göçlerde havanın serinliğinden faydalanıp daha az su kaybederek vücut ısılarını düşürebilirler. Su kaybının minimuma inmesi uçulan mesafeyi de artırır.
Sonuç olarak beyaz fırtına kuşları, kendi vücut yapıları ve yaşam şekilleri nasıl bir göç şekline izin veriyorsa o düzende göç ederler. Bu canlıları Allah yaratmış ve gerekli yeteneklerle donatmıştır. Yaptıkları tüm işler de, Allah’ın varlığının ve kudretinin birer ayeti (delili)dir. Bu nedenle her yaptıkları iş, Allah’ı tesbih etmek (yüceltmek) anlamına gelmektedir. Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:
“Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah’ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir.” (Nur Suresi, 41)
Beyaz Fırtına Kuşlarının Göç Etme Zamanını ve Yönünü Belirleyen Biyolojik Saat: Dolunay
Bilindiği gibi hayvanların bir çoğunun üremesi mevsimlere bağlıdır. Kuşların çiftleşmek ya da göç etmek için, ışığın yoğunluğundan ya da günlerin uzunluğundan yararlanarak mevsimleri belirlemeleri sık rastlanan bir durumdur. Biyolojik saat adı verilen bu durum hipofiz bezinin gün ışığının yoğunluğunu ve miktarını yansıtan melatonin salgılanması ile belirlenir.
Beyaz fırtına kuşu da Ay’ı biyolojik alarm saati olarak kullanır. Kuluçka döneminde Madagaskar sahillerinde Reunion Adasındaki üreme alanlarına giden kuşların, çoğalma zamanı geldiğinde dolunayı yolculuklarında bir çeşit sinyal olarak kullandıkları düşünülmektedir.
Beyaz fırtına kuşları, ekvatora paralel olarak boylamasına uçarlar. Bu nedenle kışın ve yazın güneşin doğuş ile batış saatleri arasında fazla fark olmaz. Yine de gün ışığındaki küçük değişimler bu kuşları etkiler. Melatonin salgılanmasında günlük ve mevsimsel değişimler kuşlar için günün zamanı ile yılın zamanının belirtisidir. Fakat doğru zamanda göç ederek eşleriyle buluşmalarını kesinleştirecek çok daha güvenilir bir şeye ihtiyaçları vardır. İşte bu güvenilirliği ay ışığı sağlar.
İki yılı aşkın bir zaman diliminde yapılan gözlemler, kuşların ay ışığı seviyesine göre tavırlarını ayarladıklarını da göstermiştir. Dolunaylı geceler kuşların biyolojik saatini belirlemesinin yanında onların hareketli olmalarını da sağlamaktadır. Nitekim yapılan gözlemlerde dolunaylı gecelerde suda dinlenmek yerine zamanlarının %80’ini uçarak geçirdikleri saptanmıştır. Çünkü fırtına kuşları, av ararken ay ışığında daha kolay görebilmekte ve avlarını daha iyi fark edebilmektedirler.
Görüldüğü gibi beyaz fırtına kuşlarının göç etme zamanını belirlemede “karar verme” söz konusudur. Bu canlılar doğru yere ulaşmak için yola çıkma kararı almaktadır. İkinci olarak bunu yapacağı en doğru zamanı tespit edebilmektedir. Bazı bilim adamları bu zamanlamayı bir biyolojik saatin yaptığını söyleyerek kendilerince bir cevap verirler. Ancak burada önemli bir noktayı göz ardı etmektedirler: Göç etme yeteneğine sahip tüm canlılarda hiç durmayan, bozulmayan, her türün en küçük bireyinde bile aynı mekanizmayla şaşmadan çalışan böyle bir saat nasıl var olmuştur? Böyle bir yeteneği tüm bu canlılara kim vermiştir? Evrimci bilim adamları bu mükemmel mekanizmanın sözde evrimsel süreç içinde tesadüfen geliştiğini yani bu yeteneği canlılara “tesadüf” denilen kör sürecin verdiğini savunurlar. Şüphesiz bu son derece saçma bir iddiadır. Kör ve şuursuz tesadüflerin böylesine ince hesaplara dayanan ve büyük bir şuur göstergesi olan bir yeteneği meydana getirmesi mümkün değildir. Bu yeteneği yaratan ve dilediği canlıya veren Yüce Allah’tır. Allah gökten yere herşeyin sahibidir:
“Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır ve (bütün) işler Allah’a döndürülür.” (Al-i İmran Suresi, 109)
Beyaz Fırtına Kuşlarının Yaşamlarını Organize Eden Düzen Yüce Allah’ın Eseridir
İnsanlar yeryüzündeki akıl sahibi yegane canlılar olmalarına rağmen beyaz fırtına kuşlarının sahip olduğu uyumu kendi aralarında her zaman gösteremezler.
Hemen her toplulukta kendisine verilen göreve karşı çıkan, isyankar tutum gösteren, fedakarlık yapması gerektiğinde memnuniyetsizliğini ifade eden kişiler olur. Bu yüzden insan topluluklarında kargaşaya engel olmak için çeşitli kurallar, kanunlar yapılır ve insanlar bu kural ve kanunlar çerçevesinde topluluk düzenini koruyabilirler.
Söz konusu canlılarda ise böyle belirlenmiş yazılı kurallar, bunlara uyulmadığında karşılığında verilen cezalar veya yaptırımlar yoktur. Ancak her zaman uyum içinde hayatlarını sürdürürler. Bu, onların toplu harekete uygun şekilde yaratıldıklarının ve her birine aynı şekilde hareket etmelerinin ilham edildiğinin bir delilidir.
İşte tüm bunlar yaratılışın delillerindendir. Allah yeryüzünde, gökyüzünde, denizlerde kısacası tüm evrende yaratılış delillerini var etmiştir. Akıl ve vicdan sahipleri de bunları görüp tanırlar ve Allah’a imanları artar. İman edenlerin Allah’ın ayetleri üzerinde düşündükleri ve Allah’ı tesbih ettikleri bir ayette şöyle haber verilir:
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru.”” (Al-i İmran Suresi, 191)
Uyumadan Uçan Kuşlar Bilim Dünyasının Özel İlgi Alanı İçindedir
Bilim adamları göç sezonları haricindeki zamanlarda uyku eksikliğinin kuşları olumsuz etkilediğini belirtmektedirler. Fakat kuşlar, özellikle göç esnasında algılama fonksiyonlarında hiçbir bozulma olmadan uykularını azaltarak, üstün bir yetenek sergilemekte ve göç sezonu boyunca, son derece enerjik, hareketli davranışlarına devam etmektedirler. Hayvanların bunu nasıl başardıklarıysa henüz çözülebilmiş değildir. Ancak bunun onlara savunma, beslenme gibi hayatlarını devam ettirebilmelerini sağlayan ana unsurlarda çok büyük kolaylıklar sağladığı bir gerçektir. Kuşkusuz bu durum Allah’ın kudretini, herşeye Kadir olduğunu, benzersiz yarattığını ve yarattıkları üzerindeki sonsuz rahmetini kanıtlayan delillerdendir. Bu delilleri görmemekte ısrar edenler ve Allah’tan başka bir Yaratıcı arayanlar çok açık bir sapkınlık içindedirler. Allah bu kişilerle ilgili olarak bir ayette şöyle buyurur:
“De ki: “O (Allah) Rahman olan (esirgeyen koruyan)dır; biz O’na iman ettik ve O’na tevekkül ettik. Artık siz kimin açık bir sapmışlık içinde olduğunu pek yakında bileceksiniz.”” (Mülk Suresi, 29)
* Beyaz fırtına kuşları niçin gece göç ederler?
* Beyaz fırtına kuşlarının dolunaya bağlı olarak göç etmeleri onlara ne gibi avantajlar sağlar?
Kuşların çoğu yaşamsal faaliyetlerini gündüz gerçekleştirirler. Fakat uzun seyahatler için geceyi seçerler. Gece gökyüzünde büyük bir hareketlilik yaşanır. Dolunayda teleskopla yapılan gözlemlerde kuş yollarından saatte 9.000 kuşun geçtiği tahmin edilmektedir. Bu gece göçleri, güneşin batmasından bir saat sonra başlar, gece yarısından biraz önce maksimuma ulaşır ve gün ağarana kadar yavaş yavaş azalır. Beyaz fırtına kuşları da gece göç eden kuş türlerinden biridir. Gece göçünü tercih eden kuşların günün bu saatini seçmeleri onlara bazı avantajlar sağlar.
Allah’ın Beyaz Fırtına Kuşlarına Gece Göçünü Tercih Etmelerini İlham Etmesinin Özel Nedenleri Vardır
Avcı kuşlardan korunabilirler:
Beyaz fırtına kuşları 20 cm uzunluğu ve yaklaşık 115-120 gr ağırlığı olan küçük bir kuştur. Gece göç eden bu kuş, küçük olmasına rağmen saatte 170 km hızla uçar. Fakat büyük bir hıza sahip olmasına rağmen gece karanlığında uçmak diğer yırtıcı kuşlardan korunmak için daha güvenlidir.
Gündüzü beslenme zamanı olarak belirlemişlerdir:
Genellikle gündüz beslenen kuşlarda sindirim çok hızlıdır. Bu nedenle kuşların gündüz beslenirken kısa aralıklarla besin almaları ve göçten önce bu besinleri vücutlarında yağ şeklinde depolamaları gerekir. Eğer bu küçük ve çok hızlı uçan kuşlar, gündüz uzun uçuşlar yaparlarsa ulaşacakları yere gece bitkin bir halde ulaşırlar ve gece beslenemeyeceklerinden ertesi sabahı beklemek zorunda kalırlar. Bu durumda muhtemelen bulundukları ortamın soğukluğundan ve enerji elde edememekten dolayı birçoğu yaşamını sürdüremeyebilir. Bu yüzden bu canlılar geceleyin seyahat ederek çok programlı hareket etmiş olurlar. Gündüzü beslenerek ve göç için yağ depolayarak geçiren kuşlar gece göç ederler, güneşin doğuşuyla beraber mola verirler ve bu döngü bu şekilde devam eder.
Gece göçünü seçmelerinin avantajı çevre ısısının düşük olmasıdır:
Beyaz fırtına kuşlarının göç ettikleri yer, Madagaskar adası yakınlarındaki Reunion adasıdır. Bu bölge tropikal sıcak iklimlerin olduğu bir alandır. Eğer aşırı sıcak olan gündüz vakti göç edecek olsalardı bu onlara büyük bir dezavantaj sağlardı. Çünkü gün boyunca kanatlarını durmaksızın çırpmak kızgın güneş ışınları nedeniyle aşırı ısınma riski oluştururdu. Gece yolculuğu ise bu tehlikeyi önler. Ayrıca harcadıkları enerji de belli bir ısı üretir. Kuşlar bu ısıyı hızlı hızlı soluyarak ağız ve boğazlarındaki suyu buharlaştırarak ve derilerinin üstündeki nemin buharlaşması ile yani bir çeşit terleme ile düşürürler.
Kuşların durmadan uçabilecekleri mesafeyi büyük ihtimalle yağ depolarından başka vücudun su kaybı da belirler. Bu yüzden gece yapılan göçlerde havanın serinliğinden faydalanıp daha az su kaybederek vücut ısılarını düşürebilirler. Su kaybının minimuma inmesi uçulan mesafeyi de artırır.
Sonuç olarak beyaz fırtına kuşları, kendi vücut yapıları ve yaşam şekilleri nasıl bir göç şekline izin veriyorsa o düzende göç ederler. Bu canlıları Allah yaratmış ve gerekli yeteneklerle donatmıştır. Yaptıkları tüm işler de, Allah’ın varlığının ve kudretinin birer ayeti (delili)dir. Bu nedenle her yaptıkları iş, Allah’ı tesbih etmek (yüceltmek) anlamına gelmektedir. Allah bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:
“Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah’ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir.” (Nur Suresi, 41)
Beyaz Fırtına Kuşlarının Göç Etme Zamanını ve Yönünü Belirleyen Biyolojik Saat: Dolunay
Bilindiği gibi hayvanların bir çoğunun üremesi mevsimlere bağlıdır. Kuşların çiftleşmek ya da göç etmek için, ışığın yoğunluğundan ya da günlerin uzunluğundan yararlanarak mevsimleri belirlemeleri sık rastlanan bir durumdur. Biyolojik saat adı verilen bu durum hipofiz bezinin gün ışığının yoğunluğunu ve miktarını yansıtan melatonin salgılanması ile belirlenir.
Beyaz fırtına kuşu da Ay’ı biyolojik alarm saati olarak kullanır. Kuluçka döneminde Madagaskar sahillerinde Reunion Adasındaki üreme alanlarına giden kuşların, çoğalma zamanı geldiğinde dolunayı yolculuklarında bir çeşit sinyal olarak kullandıkları düşünülmektedir.
Beyaz fırtına kuşları, ekvatora paralel olarak boylamasına uçarlar. Bu nedenle kışın ve yazın güneşin doğuş ile batış saatleri arasında fazla fark olmaz. Yine de gün ışığındaki küçük değişimler bu kuşları etkiler. Melatonin salgılanmasında günlük ve mevsimsel değişimler kuşlar için günün zamanı ile yılın zamanının belirtisidir. Fakat doğru zamanda göç ederek eşleriyle buluşmalarını kesinleştirecek çok daha güvenilir bir şeye ihtiyaçları vardır. İşte bu güvenilirliği ay ışığı sağlar.
İki yılı aşkın bir zaman diliminde yapılan gözlemler, kuşların ay ışığı seviyesine göre tavırlarını ayarladıklarını da göstermiştir. Dolunaylı geceler kuşların biyolojik saatini belirlemesinin yanında onların hareketli olmalarını da sağlamaktadır. Nitekim yapılan gözlemlerde dolunaylı gecelerde suda dinlenmek yerine zamanlarının %80’ini uçarak geçirdikleri saptanmıştır. Çünkü fırtına kuşları, av ararken ay ışığında daha kolay görebilmekte ve avlarını daha iyi fark edebilmektedirler.
Görüldüğü gibi beyaz fırtına kuşlarının göç etme zamanını belirlemede “karar verme” söz konusudur. Bu canlılar doğru yere ulaşmak için yola çıkma kararı almaktadır. İkinci olarak bunu yapacağı en doğru zamanı tespit edebilmektedir. Bazı bilim adamları bu zamanlamayı bir biyolojik saatin yaptığını söyleyerek kendilerince bir cevap verirler. Ancak burada önemli bir noktayı göz ardı etmektedirler: Göç etme yeteneğine sahip tüm canlılarda hiç durmayan, bozulmayan, her türün en küçük bireyinde bile aynı mekanizmayla şaşmadan çalışan böyle bir saat nasıl var olmuştur? Böyle bir yeteneği tüm bu canlılara kim vermiştir? Evrimci bilim adamları bu mükemmel mekanizmanın sözde evrimsel süreç içinde tesadüfen geliştiğini yani bu yeteneği canlılara “tesadüf” denilen kör sürecin verdiğini savunurlar. Şüphesiz bu son derece saçma bir iddiadır. Kör ve şuursuz tesadüflerin böylesine ince hesaplara dayanan ve büyük bir şuur göstergesi olan bir yeteneği meydana getirmesi mümkün değildir. Bu yeteneği yaratan ve dilediği canlıya veren Yüce Allah’tır. Allah gökten yere herşeyin sahibidir:
“Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır ve (bütün) işler Allah’a döndürülür.” (Al-i İmran Suresi, 109)
Beyaz Fırtına Kuşlarının Yaşamlarını Organize Eden Düzen Yüce Allah’ın Eseridir
İnsanlar yeryüzündeki akıl sahibi yegane canlılar olmalarına rağmen beyaz fırtına kuşlarının sahip olduğu uyumu kendi aralarında her zaman gösteremezler.
Hemen her toplulukta kendisine verilen göreve karşı çıkan, isyankar tutum gösteren, fedakarlık yapması gerektiğinde memnuniyetsizliğini ifade eden kişiler olur. Bu yüzden insan topluluklarında kargaşaya engel olmak için çeşitli kurallar, kanunlar yapılır ve insanlar bu kural ve kanunlar çerçevesinde topluluk düzenini koruyabilirler.
Söz konusu canlılarda ise böyle belirlenmiş yazılı kurallar, bunlara uyulmadığında karşılığında verilen cezalar veya yaptırımlar yoktur. Ancak her zaman uyum içinde hayatlarını sürdürürler. Bu, onların toplu harekete uygun şekilde yaratıldıklarının ve her birine aynı şekilde hareket etmelerinin ilham edildiğinin bir delilidir.
İşte tüm bunlar yaratılışın delillerindendir. Allah yeryüzünde, gökyüzünde, denizlerde kısacası tüm evrende yaratılış delillerini var etmiştir. Akıl ve vicdan sahipleri de bunları görüp tanırlar ve Allah’a imanları artar. İman edenlerin Allah’ın ayetleri üzerinde düşündükleri ve Allah’ı tesbih ettikleri bir ayette şöyle haber verilir:
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru.”” (Al-i İmran Suresi, 191)
Uyumadan Uçan Kuşlar Bilim Dünyasının Özel İlgi Alanı İçindedir
Bilim adamları göç sezonları haricindeki zamanlarda uyku eksikliğinin kuşları olumsuz etkilediğini belirtmektedirler. Fakat kuşlar, özellikle göç esnasında algılama fonksiyonlarında hiçbir bozulma olmadan uykularını azaltarak, üstün bir yetenek sergilemekte ve göç sezonu boyunca, son derece enerjik, hareketli davranışlarına devam etmektedirler. Hayvanların bunu nasıl başardıklarıysa henüz çözülebilmiş değildir. Ancak bunun onlara savunma, beslenme gibi hayatlarını devam ettirebilmelerini sağlayan ana unsurlarda çok büyük kolaylıklar sağladığı bir gerçektir. Kuşkusuz bu durum Allah’ın kudretini, herşeye Kadir olduğunu, benzersiz yarattığını ve yarattıkları üzerindeki sonsuz rahmetini kanıtlayan delillerdendir. Bu delilleri görmemekte ısrar edenler ve Allah’tan başka bir Yaratıcı arayanlar çok açık bir sapkınlık içindedirler. Allah bu kişilerle ilgili olarak bir ayette şöyle buyurur:
“De ki: “O (Allah) Rahman olan (esirgeyen koruyan)dır; biz O’na iman ettik ve O’na tevekkül ettik. Artık siz kimin açık bir sapmışlık içinde olduğunu pek yakında bileceksiniz.”” (Mülk Suresi, 29)
Güneş Sistemindeki Mucizevi Dengeler
Güneş Sistemi, spiral kollardaki gazlar ve artıklardan uzak, temiz ve net bir uzay görüntüsüne sahiptir...
* Güneş Sisteminin Samanyolu Galaksisi içindeki konumu nasıldır?
* Yörüngenin, galaksinin merkezinden çok uzakta ve spiral kolların dışında bulunması neden önemlidir?
* Güneş Sistemindeki hassas dengenin yaşam açısından önemi nedir?
Samanyolu Galaksisi spiral şeklinde bir yapıya sahiptir. Spiral galaksilerdeki yıldızlar ve gök cisimleri, şişkin yuvarlak bir merkezi ve bu merkezden dışarı doğru aynı düzlemde ve aynı açıda kıvrılan kolları oluşturacak biçimde konumlanmışlardır. Merkezden çıkan bu spiral kolların arasında kalan uzay boşluğunda da bazı yıldız sistemleri bulunur. Fakat bunların sayısı yok denecek kadar azdır. İşte bizim Güneş Sistemimiz bu spiral kolların arasında yer alan ender yıldız sistemlerinden biridir. Ayette şöyle buyrulur:
“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl suresi, 12)
Uzay Boşluğundaki Net Görüntü
Güneş Sistemi konumu nedeniyle, spiral kollardaki gazlar ve artıklardan uzak, temiz ve net bir uzay görüntüsüne sahiptir. Güneş Sistemimiz eğer spiral kollardan birinin içinde olsaydı, görüntümüz dikkate değer ölçüde bozulurdu.
Son derece çarpıcı olan bir başka gerçek, evrenin sadece bizim varlığımıza ve biyolojik ihtiyaçlarımıza olağanüstü derecede uygun olması değil, aynı zamanda bizim onu anlamamıza da son derece uygun olmasıdır. Güneş Sistemimizin bir galaktik kolun kıyısında bulunması, bizim geceleri gökyüzünü inceleyerek uzak galaksileri görebilmemizi ve evrenin genel yapısı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. Eğer bir galaksinin merkezinde yer alsaydık, hiçbir zaman bir spiral galaksinin yapısını gözlemleyemez ya da evrenin yapısı hakkında bir fikir sahibi olamazdık.
Güneş’in Özel ve Ayrıcalıklı Konumu
Spiral kollar arasında yer alan yıldızlar, normalde yerlerinde uzun süre tutunamaz, sonunda bu kolların içerisine çekilirler. Ancak, Güneş Sistemimiz son 4.5 milyar yıldır galaksinin spiral kolları arasındaki sabit yörüngesinde konumunu devam ettirmektedir.
Konumumuzun sabitliği, Güneş'in "galactic co-rotation radius" (galaktik ortak dönüş yarı çapı) adı verilen bir hat üzerinde yer alan ender yıldızlardan biri olmasından kaynaklanır.
Bir yıldızın iki spiral kol arasında sabit kalabilmesi için sadece galaksi merkezinden belli bir mesafede, yani "co-rotation radius" üzerinde olması ve tam olarak galaksi kollarının merkez çevresinde döndüğü hızda yol alması gerekmektedir. Bunun yanı sıra, spiral kolların dışında olduğumuz için evrenin en güvenli yerinde bulunduğumuzu da görürüz. Çünkü yıldızların yoğun olarak bulunduğu ve bu nedenle çekim güçlerinin gezegen yörüngelerinde aksamalara yol açabileceği bölgelerin dışındayız.
Ayrıca, supernova patlamalarının öldürücü etkilerinden de çok uzağız. Aksi takdirde, Dünya'nın 4 milyar yılı aşkın uzun yaşamı (gezegenin insan yaşamına elverişli hale getirilmesi için gerekli olan süre) içinde bulunduğumuz galaksinin başka bölgelerinde mümkün olmazdı.
İşte ancak Güneş Sistemimiz’in bu özel ve ayrıcalıklı konumda yaratılması sonucunda canlılık ve tabii ki insanlık Dünya üzerinde varlığını sürdürebilmektedir. İnsanlar ancak bu vesileyle içlerinde bulundukları evreni inceleyebilmekte ve Allah'ın yaratmasındaki eşsiz, üstün ve muazzam sanatı ve hikmetleri gözlemleyebilmektedirler.
Bir başka deyişle, evrenin fiziksel yasaları gibi Güneş Sistemi'nin uzaydaki konumu da, bu evrenin insan yaşamı için yaratılmış olduğunu gösteren apaçık kanıtlardan biridir.
Güneş Sistemindeki Hassas Dengeler
Gezegenlerin Güneş’e olan mesafesi sabittir:
Güneş Sistemi'nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Pluton'dur. Gezegenlerin Güneş’e olan bu mesafesi sabittir ve asla değişmez. Bu gezegenlerin ve 54 uydunun içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünya'dır.
Güneş’in Çekim Gücü ve Gezegenlerin Merkezkaç Kuvveti Arasında Bir Denge Vardır:
Gezegenleri dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.
Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.
Evrendeki hassas denge ve düzeni en açık biçimde gözlemlediğimiz alanlardan biri de, Dünyamız’ın içinde bulunduğu Güneş Sistemi'dir. Güneş Sistemi'ndeki büyüklü-küçüklü gezegenlerin eşsiz düzenleri, sistemin 4 milyar yılı aşkın bir süredir kararlı bir yapıya sahip olmasını sağlamıştır. İşte bu noktada Allah’ın sonsuz gücü ve evrendeki her bir zerre (atom) üzerindeki hakimiyeti ile karşı karşıya kalmaktayız. Allah'ın, yarattıkları üzerindeki bu gücü ve hakimiyeti bir ayette şöyle haber verilir:
“Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın.” (Yunus Suresi, 61)
Her Gezegen İçin Ayrı Ayrı Kurulmuş Özel Bir Denge Vardır:
Gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş'e yapışmaktan ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar. Elbette tüm bu dengeler Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerden biri olan Dünya için de geçerlidir.
Sistemdeki Gezegenlerin Varlığı, Dünya'nın Güvenliği ve Yörüngesi İçin Büyük Önem Taşır:
Jüpiter'in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya'nın dengesini sağlamaktadır. Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter'in bulunduğu yörüngedeki varlığının, Güneş Sistemi'ndeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını ortaya çıkarmıştır.
Diğer pek çok yıldız sisteminde Jüpiter benzeri gezegenler vardır. Fakat bunlar bulundukları sistemi kararlı hale getirmek ya da sistemlerindeki diğer gezegenleri korumaktan çok uzaktırlar. Washington Üniversitesi'nden Dr. Peter D. Ward'a göre, "Bugün gözlemlenebilen bütün Jüpiterler kötüdür. Tek iyi olan yalnızca bizimkidir. Ve öyle de olmak zorundadır, aksi takdirde ya karanlık uzaya ya da Güneşiniz'e doğru fırlardınız." (Peter D. Ward and Donald Brownlee, "Rare Earth: Why Complex Life is Uncommon in the Universe".)
Jüpiter açısından bir diğer önemli nokta da şudur: Jüpiter olmasaydı yüksek sayıdaki kuyruklu yıldız çarpmaları nedeniyle yeryüzünde hayat olamazdı. Fakat Jüpiter devasa kütlesinin oluşturduğu manyetik alan sayesinde Güneş Sistemi'ne giren meteor ve kuyruklu yıldızların yörüngesini saptırarak Dünya'ya yönelmelerini engeller. Böylece, Dünya'ya bir kalkan görevi gören dev bir manyetik koruyucu şemsiye oluşturur.
Jüpiter'in Dünya'yı koruyucu bu ikinci işlevini gezegen bilimci George Wetherill, "Jüpiter Ne Kadar Özel" adlı bir makalede şöyle açıklar:
“Jüpiter'in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyruklu yıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu... Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi'nin kökenini araştırmak için var olamazdık.” (G.W. Wetherill, "How Special is Jupiter?", Nature, vol. 373, 1995, s. 470)
Dünya-Ay İkili Gezegen Sistemi Güneş Sistemi’nin Dengesinin Korunmasında Çok Önemli Bir Etkendir:
Dünya-Ay sisteminin yokluğunda, Jüpiter'in muazzam kütlesi Merkür, Venüs gibi iç gezegenlerde çok büyük bir istikrarsızlığa sebep olacaktı. Bu da belli bir zaman sonra Merkür ve Venüs gezegenlerinin yörüngelerinin çok fazla yakınlaşmasına yol açacaktı. Böyle bir yakınlaşma ise Merkür'ün sistemden dışarı atılmasına, Venüs'ün de yörüngesinin değişmesine neden olurdu. Güneş Sistemi'nin bir bilgisayar simülasyonunu yapan bilim adamları sistemde milyarlarca yıldır süre gelen denge ve kararlılığın, ancak bu gezegenlerin sahip oldukları ideal kütle ve konumları sayesinde mümkün olabileceğini, bu dengeden en ufak bir sapmanın dahi Güneş Sistemi'nin, dolayısıyla insanlığın var olmaması anlamına geleceğini belirlemişlerdir.
Kasım 1998'de dünyaca ünlü astronomi dergisi "The Astronomical Journal"da yayınlanan son astronomik çalışmalardan birinde de Güneş Sistemimiz’deki olağanüstü denge, "temel bulgularımız Güneş Sistemi'ndeki uzun süreli kararlılık ve dengenin sağlanması için bir tür "temel dizayn"a ihtiyaç olduğunu göstermektedir". (Innanen, Kimmo, S. Mikkola, and P.Wiegert. 1998. The Earth-Moon System and the Dynamical Stability of the Inner Solar System. The Astronomical Journal 116: s. 2055-2057) ifadesiyle vurgulanmaktadır. Kuşkusuz makalede geçen “temel dizayn” ifadesiyle Rabbimiz’in kusursuz yaratışı ifade edilmektedir. Güneş Sistemi'nin yapısı da insan yaşamı için olağanüstü özel bir yaratılışla düzenlenmiştir. Allah'ın bu üstün yaratışı, Kuran'da birçok ayetle haber verilmiş ve insanlara bu mucizevi yaratılış üzerinde düşünmeleri emredilmiştir:
“Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” (Araf Suresi, 54)
Güneş ve Dünya tam olması gerektiği gibi yaratılmıştır. Allah’ın her şeyi bir hesap ile yaratışı Kuran’da şöyle haber verilmiştir:
"O sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükun (dinlenme), Güneş ve Ay'ı bir hesap (ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir." (Enam Suresi, 96)
* Yörüngenin, galaksinin merkezinden çok uzakta ve spiral kolların dışında bulunması neden önemlidir?
* Güneş Sistemindeki hassas dengenin yaşam açısından önemi nedir?
Samanyolu Galaksisi spiral şeklinde bir yapıya sahiptir. Spiral galaksilerdeki yıldızlar ve gök cisimleri, şişkin yuvarlak bir merkezi ve bu merkezden dışarı doğru aynı düzlemde ve aynı açıda kıvrılan kolları oluşturacak biçimde konumlanmışlardır. Merkezden çıkan bu spiral kolların arasında kalan uzay boşluğunda da bazı yıldız sistemleri bulunur. Fakat bunların sayısı yok denecek kadar azdır. İşte bizim Güneş Sistemimiz bu spiral kolların arasında yer alan ender yıldız sistemlerinden biridir. Ayette şöyle buyrulur:
“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl suresi, 12)
Uzay Boşluğundaki Net Görüntü
Güneş Sistemi konumu nedeniyle, spiral kollardaki gazlar ve artıklardan uzak, temiz ve net bir uzay görüntüsüne sahiptir. Güneş Sistemimiz eğer spiral kollardan birinin içinde olsaydı, görüntümüz dikkate değer ölçüde bozulurdu.
Son derece çarpıcı olan bir başka gerçek, evrenin sadece bizim varlığımıza ve biyolojik ihtiyaçlarımıza olağanüstü derecede uygun olması değil, aynı zamanda bizim onu anlamamıza da son derece uygun olmasıdır. Güneş Sistemimizin bir galaktik kolun kıyısında bulunması, bizim geceleri gökyüzünü inceleyerek uzak galaksileri görebilmemizi ve evrenin genel yapısı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. Eğer bir galaksinin merkezinde yer alsaydık, hiçbir zaman bir spiral galaksinin yapısını gözlemleyemez ya da evrenin yapısı hakkında bir fikir sahibi olamazdık.
Güneş’in Özel ve Ayrıcalıklı Konumu
Spiral kollar arasında yer alan yıldızlar, normalde yerlerinde uzun süre tutunamaz, sonunda bu kolların içerisine çekilirler. Ancak, Güneş Sistemimiz son 4.5 milyar yıldır galaksinin spiral kolları arasındaki sabit yörüngesinde konumunu devam ettirmektedir.
Konumumuzun sabitliği, Güneş'in "galactic co-rotation radius" (galaktik ortak dönüş yarı çapı) adı verilen bir hat üzerinde yer alan ender yıldızlardan biri olmasından kaynaklanır.
Bir yıldızın iki spiral kol arasında sabit kalabilmesi için sadece galaksi merkezinden belli bir mesafede, yani "co-rotation radius" üzerinde olması ve tam olarak galaksi kollarının merkez çevresinde döndüğü hızda yol alması gerekmektedir. Bunun yanı sıra, spiral kolların dışında olduğumuz için evrenin en güvenli yerinde bulunduğumuzu da görürüz. Çünkü yıldızların yoğun olarak bulunduğu ve bu nedenle çekim güçlerinin gezegen yörüngelerinde aksamalara yol açabileceği bölgelerin dışındayız.
Ayrıca, supernova patlamalarının öldürücü etkilerinden de çok uzağız. Aksi takdirde, Dünya'nın 4 milyar yılı aşkın uzun yaşamı (gezegenin insan yaşamına elverişli hale getirilmesi için gerekli olan süre) içinde bulunduğumuz galaksinin başka bölgelerinde mümkün olmazdı.
İşte ancak Güneş Sistemimiz’in bu özel ve ayrıcalıklı konumda yaratılması sonucunda canlılık ve tabii ki insanlık Dünya üzerinde varlığını sürdürebilmektedir. İnsanlar ancak bu vesileyle içlerinde bulundukları evreni inceleyebilmekte ve Allah'ın yaratmasındaki eşsiz, üstün ve muazzam sanatı ve hikmetleri gözlemleyebilmektedirler.
Bir başka deyişle, evrenin fiziksel yasaları gibi Güneş Sistemi'nin uzaydaki konumu da, bu evrenin insan yaşamı için yaratılmış olduğunu gösteren apaçık kanıtlardan biridir.
Güneş Sistemindeki Hassas Dengeler
Gezegenlerin Güneş’e olan mesafesi sabittir:
Güneş Sistemi'nde 9 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs ve Pluton'dur. Gezegenlerin Güneş’e olan bu mesafesi sabittir ve asla değişmez. Bu gezegenlerin ve 54 uydunun içinde yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünya'dır.
Güneş’in Çekim Gücü ve Gezegenlerin Merkezkaç Kuvveti Arasında Bir Denge Vardır:
Gezegenleri dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.
Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir.
Evrendeki hassas denge ve düzeni en açık biçimde gözlemlediğimiz alanlardan biri de, Dünyamız’ın içinde bulunduğu Güneş Sistemi'dir. Güneş Sistemi'ndeki büyüklü-küçüklü gezegenlerin eşsiz düzenleri, sistemin 4 milyar yılı aşkın bir süredir kararlı bir yapıya sahip olmasını sağlamıştır. İşte bu noktada Allah’ın sonsuz gücü ve evrendeki her bir zerre (atom) üzerindeki hakimiyeti ile karşı karşıya kalmaktayız. Allah'ın, yarattıkları üzerindeki bu gücü ve hakimiyeti bir ayette şöyle haber verilir:
“Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın.” (Yunus Suresi, 61)
Her Gezegen İçin Ayrı Ayrı Kurulmuş Özel Bir Denge Vardır:
Gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş'e yapışmaktan ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar. Elbette tüm bu dengeler Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerden biri olan Dünya için de geçerlidir.
Sistemdeki Gezegenlerin Varlığı, Dünya'nın Güvenliği ve Yörüngesi İçin Büyük Önem Taşır:
Jüpiter'in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya'nın dengesini sağlamaktadır. Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter'in bulunduğu yörüngedeki varlığının, Güneş Sistemi'ndeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını ortaya çıkarmıştır.
Diğer pek çok yıldız sisteminde Jüpiter benzeri gezegenler vardır. Fakat bunlar bulundukları sistemi kararlı hale getirmek ya da sistemlerindeki diğer gezegenleri korumaktan çok uzaktırlar. Washington Üniversitesi'nden Dr. Peter D. Ward'a göre, "Bugün gözlemlenebilen bütün Jüpiterler kötüdür. Tek iyi olan yalnızca bizimkidir. Ve öyle de olmak zorundadır, aksi takdirde ya karanlık uzaya ya da Güneşiniz'e doğru fırlardınız." (Peter D. Ward and Donald Brownlee, "Rare Earth: Why Complex Life is Uncommon in the Universe".)
Jüpiter açısından bir diğer önemli nokta da şudur: Jüpiter olmasaydı yüksek sayıdaki kuyruklu yıldız çarpmaları nedeniyle yeryüzünde hayat olamazdı. Fakat Jüpiter devasa kütlesinin oluşturduğu manyetik alan sayesinde Güneş Sistemi'ne giren meteor ve kuyruklu yıldızların yörüngesini saptırarak Dünya'ya yönelmelerini engeller. Böylece, Dünya'ya bir kalkan görevi gören dev bir manyetik koruyucu şemsiye oluşturur.
Jüpiter'in Dünya'yı koruyucu bu ikinci işlevini gezegen bilimci George Wetherill, "Jüpiter Ne Kadar Özel" adlı bir makalede şöyle açıklar:
“Jüpiter'in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyruklu yıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu... Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi'nin kökenini araştırmak için var olamazdık.” (G.W. Wetherill, "How Special is Jupiter?", Nature, vol. 373, 1995, s. 470)
Dünya-Ay İkili Gezegen Sistemi Güneş Sistemi’nin Dengesinin Korunmasında Çok Önemli Bir Etkendir:
Dünya-Ay sisteminin yokluğunda, Jüpiter'in muazzam kütlesi Merkür, Venüs gibi iç gezegenlerde çok büyük bir istikrarsızlığa sebep olacaktı. Bu da belli bir zaman sonra Merkür ve Venüs gezegenlerinin yörüngelerinin çok fazla yakınlaşmasına yol açacaktı. Böyle bir yakınlaşma ise Merkür'ün sistemden dışarı atılmasına, Venüs'ün de yörüngesinin değişmesine neden olurdu. Güneş Sistemi'nin bir bilgisayar simülasyonunu yapan bilim adamları sistemde milyarlarca yıldır süre gelen denge ve kararlılığın, ancak bu gezegenlerin sahip oldukları ideal kütle ve konumları sayesinde mümkün olabileceğini, bu dengeden en ufak bir sapmanın dahi Güneş Sistemi'nin, dolayısıyla insanlığın var olmaması anlamına geleceğini belirlemişlerdir.
Kasım 1998'de dünyaca ünlü astronomi dergisi "The Astronomical Journal"da yayınlanan son astronomik çalışmalardan birinde de Güneş Sistemimiz’deki olağanüstü denge, "temel bulgularımız Güneş Sistemi'ndeki uzun süreli kararlılık ve dengenin sağlanması için bir tür "temel dizayn"a ihtiyaç olduğunu göstermektedir". (Innanen, Kimmo, S. Mikkola, and P.Wiegert. 1998. The Earth-Moon System and the Dynamical Stability of the Inner Solar System. The Astronomical Journal 116: s. 2055-2057) ifadesiyle vurgulanmaktadır. Kuşkusuz makalede geçen “temel dizayn” ifadesiyle Rabbimiz’in kusursuz yaratışı ifade edilmektedir. Güneş Sistemi'nin yapısı da insan yaşamı için olağanüstü özel bir yaratılışla düzenlenmiştir. Allah'ın bu üstün yaratışı, Kuran'da birçok ayetle haber verilmiş ve insanlara bu mucizevi yaratılış üzerinde düşünmeleri emredilmiştir:
“Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” (Araf Suresi, 54)
Güneş ve Dünya tam olması gerektiği gibi yaratılmıştır. Allah’ın her şeyi bir hesap ile yaratışı Kuran’da şöyle haber verilmiştir:
"O sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükun (dinlenme), Güneş ve Ay'ı bir hesap (ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir." (Enam Suresi, 96)
Bitkilerin Kuraklığa Karşı Dayanıklılığını Arttıran Özel Sistemler
Bitkiler, gereksinim duydukları suyu yaşadıkları ortamdan sağlamak zorundadır...
* Bitkilerin kuraklığa karşı dayanıklılığını arttırmak için sahip oldukları sistemler nelerdir?
* Bitkilerin yapraklarının suyu tutma özelliği nasıl çalışır?
* Köklerdeki koruyucu mekanizmalar nelerdir?
* Bitki hücrelerindeki suyu tutmaya yönelik yaratılış özellikleri nelerdir?
* Bitkilerin yapraklarının suyu tutma özelliği nasıl çalışır?
* Köklerdeki koruyucu mekanizmalar nelerdir?
* Bitki hücrelerindeki suyu tutmaya yönelik yaratılış özellikleri nelerdir?
Su, bitkiler için hayati öneme sahiptir. Tüm bitkiler, farklı büyüme ve gelişme dönemlerinde gereksinim duydukları suyu yaşadıkları ortamdan sağlamak zorundadır. Fakat su dünyanın farklı yerlerinde farklı oranlarda bulunur. Bazı yerlerde akarsular, yeraltı suları ve yağışlar sebebiyle oldukça boldur. Bazı yerlerde ise kıttır. Suyun az olduğu kurak yerlerde Yüce Allah bitkilerin kısıtlı miktarda olan sudan en üst düzeyde yararlanmaları için çok çeşitli sistemler yaratmıştır.
Yüce Allah’ın Bitki Yapraklarında Kuraklığa Karşı Yarattığı Sistemler
Kuraklık denilince çoğu zaman akla hiçbir canlının kolay kolay yaşayamayacağı bir ortam gelir. Gerçekten de suyun az olduğu kurak ortamlarda yaşayan canlıların sayısı oldukça azdır. Ancak bu kurak ortam, daha yakından incelendiğinde özel ve farklı çeşitleriyle çok zor koşullarda yaşayan bitkiler dikkat çeker.
* Bazı Bitkilerin Şekilleri Su Toplama Kapasitelerini Arttırır
Bitkiler kuraklığa karşı dayanıklıklarını arttırmak aşırı sıcakla ve susuzlukla mücadele edebilmek için özel ve dayanıklı bir yapıya sahip olarak yaratılmışlardır. Örneğin bazı bitkilerin yaprakları, etrafta bulunan kayaları taklit eden birer kamuflaj uzmanıdırlar. Bitkiler bu yöntemle çevrelerindeki hayvanlara karşı savunma sağlarlar. Ayrıca bitkiler kayanın sahip olduğu şekil sebebiyle daha hacimli ve daha fazla su toplama kapasitesine de sahip olurlar. Bir bitkinin, kaya görünümü ile dikkat çekmeyecek özelliğe sahip olduğunu düşünmesi, kaya şeklinin daha fazla su depolayacağını hesap etmesi ve buna yönelik çeşitli planlar geliştirmesi elbette mümkün değildir. Buna rağmen bitkiler, akla uygun işler ve şuurlu davranışlar sergilerler. Çünkü bitkileri alemlerin tüm bilgisine sahip, tek ve en yüce aklın sahibi Allah yaratmıştır.
* Işığın Etkisinden Korunmak ve Buharlaşmayı Azaltmak İçin Yapraklar Özel Malzemelerle Kaplanmıştır
Allah bitkilerin kuraklığa dayanıklı olması için suyu gövde ve yapraklarda bulunan geniş, ince duvarlı hücrelerde koruma altına almıştır. Bu nedenle yaprakların üst tabakası su kaybını azaltmak için kalın olarak yaratılmıştır. Bazı bitkilerin yaprakları kalın mumlu bir tabaka (kutikula) ile kaplanmıştır. Bu mumlu üst tabaka, sıcağın bitkinin içine işlemesini engelleyerek buharlaşmayı azaltır ve bitkiyi korur. Bazı bitkilerin yapraklarının yüzeyinde ise tüy ve dikenler vardır. Örneğin kaktüs, depoladığı suyu, ısıyı yayabilen, su dolu gövdesini hayvanlardan koruyabilen ve gerektiğinde dikleşebilen iğneleri ile korur. Bazı bitkiler ise beyaz tüylerle kaplı yaprakları sayesinde güneş ışığını yansıtarak buharlaşmayı dolayısı ile su kaybını önler.
* Yaprakların Şekilleri Su Kaybını Azaltacak Şekildedir
Yüce Allah’ın Bitki Yapraklarında Kuraklığa Karşı Yarattığı Sistemler
Kuraklık denilince çoğu zaman akla hiçbir canlının kolay kolay yaşayamayacağı bir ortam gelir. Gerçekten de suyun az olduğu kurak ortamlarda yaşayan canlıların sayısı oldukça azdır. Ancak bu kurak ortam, daha yakından incelendiğinde özel ve farklı çeşitleriyle çok zor koşullarda yaşayan bitkiler dikkat çeker.
* Bazı Bitkilerin Şekilleri Su Toplama Kapasitelerini Arttırır
Bitkiler kuraklığa karşı dayanıklıklarını arttırmak aşırı sıcakla ve susuzlukla mücadele edebilmek için özel ve dayanıklı bir yapıya sahip olarak yaratılmışlardır. Örneğin bazı bitkilerin yaprakları, etrafta bulunan kayaları taklit eden birer kamuflaj uzmanıdırlar. Bitkiler bu yöntemle çevrelerindeki hayvanlara karşı savunma sağlarlar. Ayrıca bitkiler kayanın sahip olduğu şekil sebebiyle daha hacimli ve daha fazla su toplama kapasitesine de sahip olurlar. Bir bitkinin, kaya görünümü ile dikkat çekmeyecek özelliğe sahip olduğunu düşünmesi, kaya şeklinin daha fazla su depolayacağını hesap etmesi ve buna yönelik çeşitli planlar geliştirmesi elbette mümkün değildir. Buna rağmen bitkiler, akla uygun işler ve şuurlu davranışlar sergilerler. Çünkü bitkileri alemlerin tüm bilgisine sahip, tek ve en yüce aklın sahibi Allah yaratmıştır.
* Işığın Etkisinden Korunmak ve Buharlaşmayı Azaltmak İçin Yapraklar Özel Malzemelerle Kaplanmıştır
Allah bitkilerin kuraklığa dayanıklı olması için suyu gövde ve yapraklarda bulunan geniş, ince duvarlı hücrelerde koruma altına almıştır. Bu nedenle yaprakların üst tabakası su kaybını azaltmak için kalın olarak yaratılmıştır. Bazı bitkilerin yaprakları kalın mumlu bir tabaka (kutikula) ile kaplanmıştır. Bu mumlu üst tabaka, sıcağın bitkinin içine işlemesini engelleyerek buharlaşmayı azaltır ve bitkiyi korur. Bazı bitkilerin yapraklarının yüzeyinde ise tüy ve dikenler vardır. Örneğin kaktüs, depoladığı suyu, ısıyı yayabilen, su dolu gövdesini hayvanlardan koruyabilen ve gerektiğinde dikleşebilen iğneleri ile korur. Bazı bitkiler ise beyaz tüylerle kaplı yaprakları sayesinde güneş ışığını yansıtarak buharlaşmayı dolayısı ile su kaybını önler.
* Yaprakların Şekilleri Su Kaybını Azaltacak Şekildedir
Bitkilerin kuraklığa karşı dayanıklılıklarını arttırmak amacıyla yapraklarının şekli su kaybını önleyecek veya daha çok su depolayacak şekilde yaratılmıştır. Örneğin bir süs bitkisi olan Ctenanthe setosa’nın rulo şeklindeki kıvrılma özelliğine sahip yaprakları, ışığa maruz kaldığında yaprak alanını % 68'e kadar düşürür ve böylece terleme oranını % 70 azaltır.
“Pencere yaprağı” bitkisi ise, tüm gövdesini toprağın altına gömer ve sadece yaprak uçlarını dış yüzeye çıkarıp gösterir. Yaprak uçlarının iç kısmında fotosentez yapan hücreler bulunur. Bu hücreler, gelen ışığı fotosentez işlemi için kullanırlar. Bu özel yaratılış özelliği sayesinde bitki, ihtiyacı olan besini elde ederken, bir yandan da su kaybını büyük miktarda azaltmış olur.
Bazı bitkilerin yaprakları ise küre biçimindedir. Küre, en düşük yüzey alanına sahip olması nedeniyle en yüksek su depolama kapasitesine sahiptir. Bu yapraklar bu özellikleri sayesinde gündüzleri kapalı, geceleri açık olan gözenekleri ile buharlaşma ve su kaybını azaltır.
Bitkiler yapraklarındaki bu özelliklere ilk yaratıldıkları andan itibaren sahiptirler. Bitkilerin sahip olduğu tüm bu özellikler kuşkusuz Allah’ın “Ol” emri ile gerçekleşir. Tüm alemleri yaratan Allah için, birbirinden benzersiz canlılar var etmek, elbette yalnızca O’nun dilemesiyledir. Ayette şöyle buyrulur:
“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12)
Allah’ın Bitki Köklerinde Kuraklığı Önlemek İçin Yarattığı Sistemler
Bilindiği gibi bitkilerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için fotosentez yapmaya, bu işlem için de topraktan alacakları suya ve minerallere ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için toprak altında sondaj yapan kökleri bulunur. Köklerin görevi, toprağın altına bir ağ gibi hızla yayılıp su ve mineralleri çekmektir. Toprağın derinliklerine dağılmış olan kökler, bitkinin ihtiyacı olan su ve mineralleri, gövde ve dallar vasıtasıyla yapraklara kadar ulaştırırlar. Köklerin topraktaki suyu emmeleri adeta bir sondajlama tekniğini andırır. Kuraklığın arttığı dönemlerde bazı bitkiler köklerinin büyümesini hızlandırırlar. Kök uçları, topraktaki suyu bulana kadar toprağın derinliklerinde aramaya devam ederler. Su köke, öncelikle dış zarından ve kılcal hücrelerden girer. Hücre içinden ve hücre kabuklarından gövde dokusuna geçer. Buradan da bitkinin her bölümüne dağıtılır. Bu yöntemle kaybolan miktarda suyun yerine hemen yenisinin konması sağlanır ve buharlaşan suyun her damlası anında yenilenir.
Bitkinin kusursuz bir şekilde yerine getirdiği bu işlem, aslında son derece kompleks bir işlemdir. Öyle ki bu sistemin sırrı teknoloji çağına eriştiğimiz günümüzde bile tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Ağaçlardaki, bu bir nevi "hidrofor sistemi"nin varlığı yaklaşık iki yüzyıl önce keşfedilmiştir. Ancak suyun yer çekimine aykırı bu hareketinin nasıl gerçekleştiğine kesin bir açıklama getirebilen bir kanun hala bulunamamıştır. Bilim adamlarının tüm uğraşıları neticesinde varılan sonuç aslında hidrofor sistemindeki kusursuzluktur. Böylesine küçük bir alana sığdırılmış olan teknoloji, bu sistemi var edenin benzersiz aklını bize gösteren delillerden sadece bir tanesidir. Köklerden suyun taşınma işlemini de evrendeki her şey gibi Allah yaratmıştır.
Rabbimiz’in Bitkilerin Hücrelerinde Kuraklığa Karşı Yarattığı Koruyucu Mekanizmalar:
Bitkiler kuraklığın arttığı zamanlarda yapılarındaki absisik asit, prolin ve karbonhidrat miktarını arttırırlar.
Kuraklık zamanında yaprakta diğer hormon miktarlarında herhangi bir değişme olmazken, absisik asit miktarı 40 kat kadar artar. Bu değişme, kuraklık ve su eksikliğinde bitkileri korumak için yapraklardaki gözeneklerin kapanmasına, bu da terlemeyle su kaybının azalmasına neden olur. Kökler ise yaprakların tam aksine bu hormonun uyarması ile büyümeye başlar. Bu şekilde kökler derinlerdeki suyu bitkinin yaprak ve gövdesine çeker. Bitkinin yapraklarındaki gözeneklere buharlaşmayı azaltmak için küçültme, köklere ise su ihtiyacını arttırmak için büyüme emrini aklı ve şuuru olmayan bir hormonun vermesi elbette mümkün değildir. Üstün bir akıl ve matematik hesabı gerektiren bu sistem, kuşkusuz Yüce Allah’ın ilhamı ile gerçekleşir.
Proteinlerin temel yapıtaşı olan 20 aminoasitten biri olan prolin de, kuraklık koşullarında birkaç saniye içinde miktarını 80–100 kat arttırarak su kaybını engeller.
Kuraklık esnasında bitki hücresi içerisindeki karbonhidrat miktarını arttırır. Böylece su potansiyelini düşürerek suyun osmoz (çözücü maddelerin az yoğun ortamdan çok yoğun ortama, seçici geçirgen bir zardan enerji harcanmadan geçişidir.) yoluyla dışarı çıkışını engeller.
Potasyum da yaprakların gözeneklerinin açılıp kapanmasını kontrol eder. Örneğin şeker kamışı ve mısır gibi uzun süre sıcağa ve kuru havaya maruz kalan bitkilerde, gözenekler suyu muhafaza edebilmek için gün boyunca tamamen ya da kısmen kapalı kalırlar. Bu bitkilerin de gündüz fotosentez yapabilmek için karbondioksit almaları gerekir. Normal şartlar altında bunu sağlayabilmek için gözeneklerinin olabildiğince açık olması gerekir. Bu imkansızdır. Çünkü böyle bir durumda bitki, sıcaklığa rağmen sürekli açık olan gözenekleri yüzünden devamlı su kaybeder ve bir süre sonra da ölür. Bu nedenle bitkinin gözeneklerinin kapalı olması gereklidir. Bu problemi çözmek için sıcak bölgelerde yaşayan bazı bitkiler havadaki karbondioksidi yapraklarına daha verimli bir şekilde alan birer karbondioksit pompasına sahiptir ve gözenekleri kapalı da olsa, yapraklarına karbondioksidi alabilmek için özel kimyasal pompalar kullanırlar. Kuşkusuz bu kimyasal pompalar, Allah’ın dilemesiyle görevlerini en hassas biçimde yerine getirecek şekilde özel olarak yaratılmışlardır.
Bitkilerin Kuraklığa Karşı Aldığı Önlemleri Düzenleyen Alemlerin Rabbi Olan Allah’tır
“Pencere yaprağı” bitkisi ise, tüm gövdesini toprağın altına gömer ve sadece yaprak uçlarını dış yüzeye çıkarıp gösterir. Yaprak uçlarının iç kısmında fotosentez yapan hücreler bulunur. Bu hücreler, gelen ışığı fotosentez işlemi için kullanırlar. Bu özel yaratılış özelliği sayesinde bitki, ihtiyacı olan besini elde ederken, bir yandan da su kaybını büyük miktarda azaltmış olur.
Bazı bitkilerin yaprakları ise küre biçimindedir. Küre, en düşük yüzey alanına sahip olması nedeniyle en yüksek su depolama kapasitesine sahiptir. Bu yapraklar bu özellikleri sayesinde gündüzleri kapalı, geceleri açık olan gözenekleri ile buharlaşma ve su kaybını azaltır.
Bitkiler yapraklarındaki bu özelliklere ilk yaratıldıkları andan itibaren sahiptirler. Bitkilerin sahip olduğu tüm bu özellikler kuşkusuz Allah’ın “Ol” emri ile gerçekleşir. Tüm alemleri yaratan Allah için, birbirinden benzersiz canlılar var etmek, elbette yalnızca O’nun dilemesiyledir. Ayette şöyle buyrulur:
“Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12)
Allah’ın Bitki Köklerinde Kuraklığı Önlemek İçin Yarattığı Sistemler
Bilindiği gibi bitkilerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için fotosentez yapmaya, bu işlem için de topraktan alacakları suya ve minerallere ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için toprak altında sondaj yapan kökleri bulunur. Köklerin görevi, toprağın altına bir ağ gibi hızla yayılıp su ve mineralleri çekmektir. Toprağın derinliklerine dağılmış olan kökler, bitkinin ihtiyacı olan su ve mineralleri, gövde ve dallar vasıtasıyla yapraklara kadar ulaştırırlar. Köklerin topraktaki suyu emmeleri adeta bir sondajlama tekniğini andırır. Kuraklığın arttığı dönemlerde bazı bitkiler köklerinin büyümesini hızlandırırlar. Kök uçları, topraktaki suyu bulana kadar toprağın derinliklerinde aramaya devam ederler. Su köke, öncelikle dış zarından ve kılcal hücrelerden girer. Hücre içinden ve hücre kabuklarından gövde dokusuna geçer. Buradan da bitkinin her bölümüne dağıtılır. Bu yöntemle kaybolan miktarda suyun yerine hemen yenisinin konması sağlanır ve buharlaşan suyun her damlası anında yenilenir.
Bitkinin kusursuz bir şekilde yerine getirdiği bu işlem, aslında son derece kompleks bir işlemdir. Öyle ki bu sistemin sırrı teknoloji çağına eriştiğimiz günümüzde bile tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Ağaçlardaki, bu bir nevi "hidrofor sistemi"nin varlığı yaklaşık iki yüzyıl önce keşfedilmiştir. Ancak suyun yer çekimine aykırı bu hareketinin nasıl gerçekleştiğine kesin bir açıklama getirebilen bir kanun hala bulunamamıştır. Bilim adamlarının tüm uğraşıları neticesinde varılan sonuç aslında hidrofor sistemindeki kusursuzluktur. Böylesine küçük bir alana sığdırılmış olan teknoloji, bu sistemi var edenin benzersiz aklını bize gösteren delillerden sadece bir tanesidir. Köklerden suyun taşınma işlemini de evrendeki her şey gibi Allah yaratmıştır.
Rabbimiz’in Bitkilerin Hücrelerinde Kuraklığa Karşı Yarattığı Koruyucu Mekanizmalar:
Bitkiler kuraklığın arttığı zamanlarda yapılarındaki absisik asit, prolin ve karbonhidrat miktarını arttırırlar.
Kuraklık zamanında yaprakta diğer hormon miktarlarında herhangi bir değişme olmazken, absisik asit miktarı 40 kat kadar artar. Bu değişme, kuraklık ve su eksikliğinde bitkileri korumak için yapraklardaki gözeneklerin kapanmasına, bu da terlemeyle su kaybının azalmasına neden olur. Kökler ise yaprakların tam aksine bu hormonun uyarması ile büyümeye başlar. Bu şekilde kökler derinlerdeki suyu bitkinin yaprak ve gövdesine çeker. Bitkinin yapraklarındaki gözeneklere buharlaşmayı azaltmak için küçültme, köklere ise su ihtiyacını arttırmak için büyüme emrini aklı ve şuuru olmayan bir hormonun vermesi elbette mümkün değildir. Üstün bir akıl ve matematik hesabı gerektiren bu sistem, kuşkusuz Yüce Allah’ın ilhamı ile gerçekleşir.
Proteinlerin temel yapıtaşı olan 20 aminoasitten biri olan prolin de, kuraklık koşullarında birkaç saniye içinde miktarını 80–100 kat arttırarak su kaybını engeller.
Kuraklık esnasında bitki hücresi içerisindeki karbonhidrat miktarını arttırır. Böylece su potansiyelini düşürerek suyun osmoz (çözücü maddelerin az yoğun ortamdan çok yoğun ortama, seçici geçirgen bir zardan enerji harcanmadan geçişidir.) yoluyla dışarı çıkışını engeller.
Potasyum da yaprakların gözeneklerinin açılıp kapanmasını kontrol eder. Örneğin şeker kamışı ve mısır gibi uzun süre sıcağa ve kuru havaya maruz kalan bitkilerde, gözenekler suyu muhafaza edebilmek için gün boyunca tamamen ya da kısmen kapalı kalırlar. Bu bitkilerin de gündüz fotosentez yapabilmek için karbondioksit almaları gerekir. Normal şartlar altında bunu sağlayabilmek için gözeneklerinin olabildiğince açık olması gerekir. Bu imkansızdır. Çünkü böyle bir durumda bitki, sıcaklığa rağmen sürekli açık olan gözenekleri yüzünden devamlı su kaybeder ve bir süre sonra da ölür. Bu nedenle bitkinin gözeneklerinin kapalı olması gereklidir. Bu problemi çözmek için sıcak bölgelerde yaşayan bazı bitkiler havadaki karbondioksidi yapraklarına daha verimli bir şekilde alan birer karbondioksit pompasına sahiptir ve gözenekleri kapalı da olsa, yapraklarına karbondioksidi alabilmek için özel kimyasal pompalar kullanırlar. Kuşkusuz bu kimyasal pompalar, Allah’ın dilemesiyle görevlerini en hassas biçimde yerine getirecek şekilde özel olarak yaratılmışlardır.
Bitkilerin Kuraklığa Karşı Aldığı Önlemleri Düzenleyen Alemlerin Rabbi Olan Allah’tır
Kuraklık tüm canlıların yaşamını çok güçleştirecek şekilde zorluklar içerir. Bu zorlu ortama uyum sağlayabilmek için bitkilerin sahip olduğu sistemler ise, açıkça bir yaratılış delilidir. Yüce Allah bu bitkilere, onları kuraklıktan koruyan mekanizmalar bahşetmiş ve bu mekanizmaları son derece hassas bir biçimde kullanmayı ilham etmiştir. Bitkiler Rabbimiz’in bahşettiği bu mekanizmalar vesilesiyle hayatlarını devam ettirmektedirler. Bitkilerle kıyaslanmayacak ölçüde akla ve beceriye sahip olan insanlar ise kuraklığın neden olabileceği tehlikelere karşı teknolojinin imkanlarını sonuna kadar kullanırlar. Fakat bitkiler Allah’ın onlara ilham ettiği koruyucu sistemler vesilesiyle insanın aciz kaldığı ve kuraklıktan ölebileceği şartlarda bile, uygun donanımlarıyla hayatta kalırlar.
Bitkilerin sahip olduğu bu donanımlar, bitkilerin tesadüfen oluşamayacağının delillerinden sadece biridir. Yaprakların, köklerin, tohumun ve hücrelerin özel olarak bitkileri kuraklıktan koruyacak donanımlara sahip olması yaratılışın en önemli delillerinden biridir. Yaratılıştaki detaylar ve kusursuzluk Yüce Allah’ın aklını, bilgisini ve sanatının gücünü gösterir ve bir kez daha bitkileri en mükemmel özellikleriyle yaratanın alemlerin Rabbi olan Allah olduğunu kanıtlar. Ayette bu gerçek şöyle bildirilir:
“Görmüyorlar mı; Biz, suyu çorak toprağa sürüyoruz da onunla ekin bitiriyoruz; ondan hayvanları, kendileri yemektedir? Yine de görmüyorlar mı?” (Secde Suresi, 27)
Bitkilerin kuraklığa karşı geliştirdikleri sistemler, ortaya çok etkileyici bir manzara çıkarmaktadır. Bazı bitkiler kuraklığa dayanmak için özel sistemler ve yapılarla donatılmışlardır. Bu bitkiler su depolar, kamuflaj yapar ya da uykuya yatarlar. Bazıları da çeşitli kimyasal yöntemlerle tohumlarının yeşillenmesini engeller. Her türlü mahrumiyetin ve güçlüğün hakim olduğu kurak bir ortamda bile çok sayıda bitki çeşidi sıcağa ve kuraklığa karşı kendilerini koruyarak çeşitli türlerle yaşamlarını sürdürürler. Bu bitkiler sahip oldukları özel sistemleriyle Allah'ın sonsuz ilmini ve sanatını bir kez daha göstermektedir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
“Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır.” (Nisa Suresi, 126)
Yeryüzündeki her canlıda olduğu gibi bitkiler de tam anlamıyla kusursuz sistemlere sahiptir ve ilk yaratıldıkları andan itibaren özelliklerinde hiçbir değişiklik olmadan günümüze kadar gelmişlerdir. Bitkiler yapraklarını dökmelerinden, yeşil renklerine, gövdelerindeki odunsu yapıdan, köklerinin varlığına ve meyvelerinin oluşmasına kadar olan tüm yapılarında olduğu gibi kuraklığa karşı sahip oldukları önlemler ile de tam anlamıyla kusursuzdurlar. Bir ayette şöyle buyrulur:
“Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız.
Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir.
Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl Suresi, 10-11)
Bazı Bitkiler Kuraklığa Dayanmak İçin Tohumlarını Uykuda Bırakırlar
Bitkilerin aşırı sıcak ve susuzlukla mücadele etmek için kullandığı yöntemlerden biri de “uykuda kalmak”tır. Özel yapıları ile kuraklığa ve susuzluğa dayanarak bu yöntemi kullanan bitkilere "efemeral" bitkiler adı verilir. Genellikle bir sene yaşayan ve kuraklık durumlarında tohum halinde uykuda kalarak susuzluktan kurtulan bu bitkiler, yağmurdan sonra çok çabuk bir şekilde tohumlarını açıp yeşillenirler ve fideleri çok hızlı bir şekilde büyür. Çiçeklenme çok kısa bir sürede oluşur ve böylece bitki, tohumdan tohum üretme aşamasına sadece birkaç hafta içinde geçebilir. Ancak bu bitkilerde muhteşem bir akıl örneği daha dikkati çeker. Eğer efemerallerin tüm tohumları tek bir yağmur ile yeşillense ve sonra birden gelen bir kuraklık ile ölseler, nesilleri tükenebilirdi. Ama bu bitkilerin çoğu, sadece büyük miktarda yağmur aldıktan sonra tohumlarının yeşillenmesini sağlayan mekanizmalara sahiptir. Bu şekilde nesillerinin devamlılığını Yüce Rabbimiz’in üstün yaratışı ile sağlarlar.
Bitkilerin sahip olduğu bu donanımlar, bitkilerin tesadüfen oluşamayacağının delillerinden sadece biridir. Yaprakların, köklerin, tohumun ve hücrelerin özel olarak bitkileri kuraklıktan koruyacak donanımlara sahip olması yaratılışın en önemli delillerinden biridir. Yaratılıştaki detaylar ve kusursuzluk Yüce Allah’ın aklını, bilgisini ve sanatının gücünü gösterir ve bir kez daha bitkileri en mükemmel özellikleriyle yaratanın alemlerin Rabbi olan Allah olduğunu kanıtlar. Ayette bu gerçek şöyle bildirilir:
“Görmüyorlar mı; Biz, suyu çorak toprağa sürüyoruz da onunla ekin bitiriyoruz; ondan hayvanları, kendileri yemektedir? Yine de görmüyorlar mı?” (Secde Suresi, 27)
Bitkilerin kuraklığa karşı geliştirdikleri sistemler, ortaya çok etkileyici bir manzara çıkarmaktadır. Bazı bitkiler kuraklığa dayanmak için özel sistemler ve yapılarla donatılmışlardır. Bu bitkiler su depolar, kamuflaj yapar ya da uykuya yatarlar. Bazıları da çeşitli kimyasal yöntemlerle tohumlarının yeşillenmesini engeller. Her türlü mahrumiyetin ve güçlüğün hakim olduğu kurak bir ortamda bile çok sayıda bitki çeşidi sıcağa ve kuraklığa karşı kendilerini koruyarak çeşitli türlerle yaşamlarını sürdürürler. Bu bitkiler sahip oldukları özel sistemleriyle Allah'ın sonsuz ilmini ve sanatını bir kez daha göstermektedir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
“Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır.” (Nisa Suresi, 126)
Yeryüzündeki her canlıda olduğu gibi bitkiler de tam anlamıyla kusursuz sistemlere sahiptir ve ilk yaratıldıkları andan itibaren özelliklerinde hiçbir değişiklik olmadan günümüze kadar gelmişlerdir. Bitkiler yapraklarını dökmelerinden, yeşil renklerine, gövdelerindeki odunsu yapıdan, köklerinin varlığına ve meyvelerinin oluşmasına kadar olan tüm yapılarında olduğu gibi kuraklığa karşı sahip oldukları önlemler ile de tam anlamıyla kusursuzdurlar. Bir ayette şöyle buyrulur:
“Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız.
Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir.
Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl Suresi, 10-11)
Bazı Bitkiler Kuraklığa Dayanmak İçin Tohumlarını Uykuda Bırakırlar
Bitkilerin aşırı sıcak ve susuzlukla mücadele etmek için kullandığı yöntemlerden biri de “uykuda kalmak”tır. Özel yapıları ile kuraklığa ve susuzluğa dayanarak bu yöntemi kullanan bitkilere "efemeral" bitkiler adı verilir. Genellikle bir sene yaşayan ve kuraklık durumlarında tohum halinde uykuda kalarak susuzluktan kurtulan bu bitkiler, yağmurdan sonra çok çabuk bir şekilde tohumlarını açıp yeşillenirler ve fideleri çok hızlı bir şekilde büyür. Çiçeklenme çok kısa bir sürede oluşur ve böylece bitki, tohumdan tohum üretme aşamasına sadece birkaç hafta içinde geçebilir. Ancak bu bitkilerde muhteşem bir akıl örneği daha dikkati çeker. Eğer efemerallerin tüm tohumları tek bir yağmur ile yeşillense ve sonra birden gelen bir kuraklık ile ölseler, nesilleri tükenebilirdi. Ama bu bitkilerin çoğu, sadece büyük miktarda yağmur aldıktan sonra tohumlarının yeşillenmesini sağlayan mekanizmalara sahiptir. Bu şekilde nesillerinin devamlılığını Yüce Rabbimiz’in üstün yaratışı ile sağlarlar.