Faşizmin Kanlı Tarihi 1 - Belgesel



Faşizm, 20. yüzyılda doğmuş ve yayılmış bir ideoloji olarak bilinir.
Oysa gerçekte savaşı ve vahşeti yücelten bu ideolojinin kökeni, antik çağlara, Sparta'ya kadar uzanmaktadır.
Hızlı yayılışı ise I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından oldu, Almanya ve İtalya başta olmak üzere, İspanya ve Japonya gibi ülkelerde faşist yönetimler iktidarı ele geçirdiler.
Bu ülkelerin halkları faşizm yüzünden çok büyük acılar çektiler ve korkunç vahşetlere maruz kaldılar.
Kavganın, kaba kuvvetin, saldırganlığın, kan dökücülüğün, şiddetin hakim olduğu bu rejimlerde, başta bulunan faşist diktatör ve yönetici kadrolar, kurdukları milis birlikler ve gizli polis örgütleri ile toplum üzerinde terör estirdiler.
Üstelik faşist ideolojiyi, eğitimden kültüre, dini kurumlardan sanata, devlet yapısından askeri sisteme, polis teşkilatlarından insanların özel yaşamına dek hemen her alana zorla empoze ettiler.
Faşizmin neden olduğu II. Dünya Savaşı ise, insanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biri oldu ve ardında 55 milyon ölü bıraktı.
Bu filmde, faşizmin bilinen öyküsünün yanısıra, yeterince vurgulanmayan iki önemli yönünü izleyeceksiniz.
Bunlardan ilki, faşist ideolojinin kökeninin eski putperest kültürlere dayanmasıdır.
Faşizmin bir diğer önemli yönü ise, 19. yüzyıldan bu yana dünya üzerindeki çeşitli çatışmacı ideolojilerin dayanak noktasını oluşturan Darwin'in evrim teorisiyle olan bağıdır.

Adnan Oktar - Resimler


Komünizmin Kanlı Tarihi 1 - Belgesel



20. yüzyıl, insanlık tarihinin en kanlı asrı oldu. 250 milyondan fazla insan, savaşlarda, kitle katliamlarında ve siyasi cinayetlerde öldürüldü. Bu büyük vahşetin en büyük sorumlusu ise, "komünizm" adı verilen bir ideolojiydi. İnsanlığa sözde eşitlik ve adalet getirmeyi vaad eden, oysa sadece kan, ölüm ve korku getiren bir ideoloji...
Bu filmde, komünizmin kanlı yüzyılını inceleyecek ve bu ideolojinin nasıl olup da insanlığa böyle bir vahşet yaşatabildiğini göreceksiniz.
İnsanlığın bu vahşet çarkından kurtulması, ancak dünyadaki varlık amacını bilmesiyle mümkündür. İnsan, Darwinistlerin, komünistlerin ve faşistlerin sandığı gibi, rastlantılarla ortaya çıkmış ve çatışmak için yaşayan bir hayvan türü değildir. İnsan, Allah'ın yarattığı ve O'nun ruhunu taşıyan şerefli bir varlıktır. Ve yaşamının amacı da, Allah'ın kendisine öğrettiği güzel ahlaka göre yaşamak ve eğitilmektedir.

Batıl Bir Din Hinduizm - Belgesel



Hinduizm, diğer Uzakdoğu dinleri gibi batıl bir inançtır. Allah'ın vahyine değil, insanların ürettikleri saçma geleneklere ve öğretilere dayanan büyük bir yanılgıdır.
Ancak Hinduların sözde kutsal kitap olarak kabul ettikleri bu metinlerin hiçbiri Allah’ın vahyine dayanmaz. Bu metinler yalnızca Aryanlar ve çeşitli Hindu liderleri tarafından kaleme alınmış efsanelerden, hikayelerden ibarettir. Hindular, hayatlarını, ayinlerini, ritüellerini bu kitaplardaki hurafelere göre düzenlerler. Bu nedenledir ki Hinduizm, akıldışı uygulamalar ve batıl geleneklerle doludur. Ve bu kitaplarda tanımlanan kasvetli ve karanlık dünya, Hindular için ideal bir hayat modeli olmuştur.
Kuşkusuz her insan dilediği dini seçmekte ve ona göre yaşamakta özgürdür. Ama doğrunun ne olduğunu anlatmak ve yanlışı eleştirmek de, Allah'ın Müslümanlara verdiği bir görevdir. Bu belgeselin hazırlanmasındaki amaç ise, bu yanılgıya karşı hem Hinduları hem de diğer insanları uyarmaktır. 

Karma Felsefesi ve Reenkarnasyon Yanılgısı - Belgesel

Modern Çağda Batıl Bir Din: New Age - Belgesel



60'lı yıllar Batı toplumları için bir dönüm noktasıydı... İki büyük dünya savaşının yıkıcı etkileri, Japonya’ya atılan atom bombaları, bunların ardından gelen Vietnam Savaşı gibi olaylar Amerikan gençliğinde, kurulu düzene karşı büyük bir tepki oluşturmuştu.
Avrupa ülkelerinde de durum farklı değildi. Gençler “aykırı olmak”, “düzene karşı çıkarak dikkatleri üzerlerinde toplamak” gibi heveslerle çarpık akımlara kapılmışlardı. Dejenere davranışlar, sapkın inanışlar gün geçtikçe yaygınlaşıyordu.
Savaşa karşı olduklarını iddia ederek toplanan gençler 60'lara damgasını vuran bir ekol akım oluşturdular: "Hippi kültürü".
Her yer barış için dünyayı çiçeklere boğduklarını, doğallığı, özgürlüğü savunduklarını iddia eden gençlerle doluydu.
Fakat sapkın felsefeleri onları dejenerasyondan öteye götürmedi.

Budizm Yanılgısı - Belgesel



Allah’ın varlığını inkar eden ateist bir öğreti... Putperest bir din... İnsanın kendi kendine acı çektirmesini öngören bağnaz bir gelenek...
Bu filmde günümüzde bazı insanların özentiyle baktığı Budizm'in gerçekte ne kadar yanlış inanç ve uygulamalar içerdiğini, karma ve reenkarnasyon hurafelerinin insanları nasıl yanılttığını izleyeceksiniz.
Bu dinin yanılgılarının en büyüğü ise, Allah'tan gelen bir bilgiye değil, birtakım insanların zaman içinde ürettikleri gelenek ve felfeselere dayanması, onları kutsal kabul etmesidir. Budistler ve bu dine sempati duyanların bir an önce bu gerçekleri detaylıca düşünmeleri gerekmektedir. Çünkü Allah'ın indirdiği din dışındaki öğretileri kendilerine din olarak kabul eden insanlardan Kuran'da şöyle söz edilmektedir: 

Onların içinde bulundukları din mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler de geçersizdir. (Araf Suresi, 139)

Maddenin Ardındaki Sır - Belgesel

Sayın Adnan Oktar Üstad Bediüzzaman Sergisinde




Dünya Savaşlarının Perde Arkası - Belgesel



20. yüzyıl, dünya tarihinin en kanlı devri oldu. İnsanlık bu dönemde ilk kez "dünya savaşı" kavramıyla karşılaştı. I. ve II. Dünya savaşları, geride toplam 65 milyon ölü bıraktı. Bunların yaklaşık yarısı, savaşla hiçbir ilgisi olmayan sivil insanlardı. Küçük çocuklar, savunmasız kadınlar ve yaşlılar acımasızca katledildi... Peki dünya nasıl oldu da bu denli büyük bir cinnete sürüklenebildi? İnsanlar nasıl oldu da göz göre göre, hem kendi milletlerini hem de diğerlerini bir kan dökme kuyusuna attılar? Bu vahşetin ardındaki felsefe neydi?
Bu film, size bu önemli sorunun cevabını anlatmaktadır.

İslamiyet ve Türkler


Türkler, İslam'ı hiçbir zorlama olmaksızın ve büyük bir içtenlikle kabul ettiler. Bu, tüm tarihçilerin kesinlikle üzerinde ittifak ettikleri bir konudur. Böyle bir gelişmede, onların Gök-Tanrı dinleriyle Müslümanlık arasında birtakım benzerliklerin bulunması önemli rol oynamıştır.

Eski Türkler, inandıkları yaratıcıyı "Tengri" olarak isimlendiriyorlardı. Tanrı'nın tek olduğuna ve herşeyi yarattığına inanıyorlardı. Öldükten sonra, iyi insanların "uçmağ" denilen cennete, kötülerin ise "tamu" olarak adlandırılan cehenneme gideceklerini düşünüyorlardı. Kadere inanırlardı. İbn-i Fadlan'ın yazdıklarına göre, Türkler'de zina ve eşcinsellik yasaktı; hırsızlık yapanlar ağır cezalara çarptırılırlardı; iyilik yapmaya son derece riayet edilirdi.17 Tüm bunlar Türkler'in Müslüman oluşlarını hızlandıran ve kolaylaştıran etkenlerdi.

Türkler tarih boyunca çeşitli dinlere girmişlerdir. Buna rağmen İslamiyet dışındaki dinlere girenler Türklüklerini koruyamamış; diğer kültür ve dinler içinde eriyip gitmişlerdir. İslam dini, milli yapıya uygun olduğu içindir ki Türkler kitleler halinde bu dini kabul etmişler ve milli varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Diğer bir deyişle İslam, bütün Türkler'i birleştiren bir din olmuştur. Bu gerçekler, Türk Tarihinden Yapraklar isimli eserde şöyle ifade edilmiştir:

"Türkler, Müslüman dinini samimi olarak, kendi istekleriyle, hiçbir zorlama ve dış baskı olmaksızın kitle halinde kabul edince, tarihlerinin yeni bir devresine ayak basmış oluyorlardı. Bu yeni devre, 10. asırdan önceki asgari 1200 yıllık devreden daha da şanlıydı. Müslümanlık, Türk milli bünyesi için uygun bir din haline geldi. Türkler, Müslüman olma suretiyle Türklüklerini kemale erdirmiş, adeta tamamlamışlardı."18

Türkler arasında Müslümanlık, daha çok tarikatlar ve kendini dine adamış hizmet ehli insanlar vesilesiyle yayılmıştır. Başka dinlerin de yaygın olduğu Maveraünnehir bölgesinde, Müslüman alim, hukukçu ve bilim adamlarının yetişmesi ve çoğalması İslamiyet'in yayılmasına hız kazandırmıştır. Bu sırada medreseler kurulmuş; "yüksek İslam" adı verilen yazılı geleneğe bağlı İslam anlayışı ve yorumu uygulanmıştır.

İlk Kuran tercümeleri 10. yüzyılda Farsça çevirisiyle karşılaştırılarak satır aralarına yazılmıştır. Müslümanlığın kabulünden sonra, Kuran'ın yazılı tercümeleri, Türkçe yazı dilinin gelişmesine ve yaygınlaşmasına da katkıda bulunmuştur.19
Türkler'in İslam dinini kabul etmeleri önemli bir gelişmeye daha vesile olmuştur. İslamiyet, Türkler'in bayraktarlığında dünyaya yayılmış; bu durum da dünya tarihini şekillendirecek pek çok oluşuma öncülük etmiştir. Profesör Erol Güngör bu gerçeğin altını şöyle çizmiştir:

"Türkler İslam'ı kendileri için bir milli din haline getirdiler, bütün benlik ve samimiyetleriyle bu dine sarılarak on birinci yüzyıldan itibaren İslam dünyasının bütün düşman kuvvetlere karşı korunması işini tek başına yüklendiler.
İslamiyet devrine kadar Türkler her türlü yüksek meziyete sahip olan, fakat henüz dünyada kendi yerini tam bulamamış olan bir milletti. İslam, onun yolunu aydınlatan bir ışık oldu ve Türk Milleti bu ışığı takip ettikçe hep yükseldi."20


Eski Türklere Genel Bir Bakış



Türkler kendilerine özgü hasletlerle tarih sahnesinde yerlerini aldılar. Aile, Türk toplumunun temeliydi. Aileler "uruk" denilen sülaleleri, uruklar da boyları meydana getirirdi. Boyların siyasi bir birlik kurmalarıyla "budun" oluşurdu. Devletin kurulması, birkaç budunun tek bir merkezin yönetimi altında biraraya gelmesine bağlıydı.

Dünya tarihine bir göz atın, hemen anlarsınız ki Türkler hiçbir zaman devletsiz kalmamışlar, her dönem bir veya birkaç devlete sahip olmuşlardır. Devletin başındaki hükümdar, "yabgu, han, kağan, ilteber" gibi isimlerle yüceltilmiştir. Hükümdarlar teorik ve pratik eğitimlerini deneyimli devlet adamlarının gözetiminde tamamlamışlar; devlet yönetiminde bilgelerden kurulu bir meclise danışmışlar; onların öğüt ve tavsiyelerini göz önünde bulundurmuşlardır. Bilge vezirler gerektiğinde hükümdarlara yol göstermiş, gerektiğinde onları açıkça eleştirmişlerdir. Bu sistemin halkın huzur, adalet ve zenginlik içinde yaşamasında önemli bir payı vardır.

Türkler'in askerlik sanatı, disiplinli orduları ve savaş teknikleri dillere destan olmuştur. Avrupa ve Asya kıtalarının büyük devletleri, ordu teşkilatlarını düzenlerken Türkler'i örnek almışlardır.

Eski Türkler'in belirgin özelliklerinden biri törelerine olan bağlılıklarıydı. Türk töresi yazılı değildi; dilden dile ve nesilden nesile aktarılırdı. Hükümdarlar dahil herkes törenin hükümlerine uymakla yükümlüydü. Türk töresi, ağır cezalar da içermekle birlikte doğruluk ve adaletten asla ayrılmazdı; yüzyılların birikimi ve tecrübesinin ürünüydü. Töre, devletin bir anlamda anayasası gibiydi.

Günümüzde özgürlük ve eşitliğin öncülüğünü yaptıklarını iddia edenler bilmelidir ki, insan hak ve hürriyetlerinin gerçek anlamdaki ilk uygulayıcısı Türkler olmuştur. Türkler tarafından kurulan devletlerde din, dil ve ırk ayrılığı gözetilmeksizin herkese eşit davranılmıştır. Profesör Hakkı Dursun Yıldız bu gerçeği, "Bütün tarih boyunca Türkler'de din, dil ve ırk ayrılığı sebebiyle Amerika ve Avrupa'da her zaman rastlanan bir katliama, işkenceye ve hakların elinden alınmasına kesinlikle rastlanmamaktadır" şeklinde ifade etmiştir.
Dikkat çekici bir nokta, eski Türk kavimlerinde, kadınların erkeklerle neredeyse eşit haklara sahip olmalarıydı. Türk kadınları toplum hayatının hemen her aşamasında görev alırlar; yeri geldiğinde savaşmaktan çekinmezlerdi.
 

Uygurlar


Göktürkler tarafından geliştirilen yüksek devlet anlayışı, Orta Asya Türk boylarının hafızalarında unutulmaz bir yer edinmiştir. İşte bu açıdan, 745 yılında kurulan Uygur Kağanlığı, Göktürk Devleti'nin bir devamı gibidir.
Göktürk Devleti'nin sona ermesiyle dağılan Türk boyları, Uygur Kağanlığı'nın yönetiminde tekrar birleşmişlerdir. Böylece bölge Türkistan adını almıştır. 840 yılında, Uygur Kağanlığı'nın Kırgızlar tarafından yıkılmasında dini unsurlar önemli rol oynamıştır. Tibet'ten gelen rahipler Uygurların Mani dinini kabul etmesinde etkili olmuşlar; böylelikle Türk inanç ve ideallerine tamamen zıt olan bu din, Uygur Kağanlığı'nın sonunu hazırlamıştır.
Bununla birlikte Uygur Türkleri varlıklarını sürdürmüş, daha sonraki yıllarda da Müslümanlığı seçmişlerdir. Karahanlılar döneminde Türk-İslam medeniyetine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Günümüzde varlıklarını aynı adla devam ettirmektedirler. Ancak bugün sayıları 20 milyonu aşan bu Türk toplulukları, Çin Halk Cumhuriyeti ve Sincan Özerk Uygur Bölgesi'nde, ağır insan hakları ihlalleri altında yaşamaktadırlar.

Göktürkler

Göktürkler'in Türk tarihinde önemli bir yeri vardır; çünkü Türk sözü ilk defa resmi devlet adı olarak Göktürkler tarafından kabul edilmiştir. Milleti ifade etmesi bakımından siyasi bir anlamı olan Türk kelimesi bu sayede bütün bir milletin adı olmuştur. Göktürkler ve Ergenekon Destanı adeta bütünleşmiştir. Ergenekon Destanı, Göktürkler'in kökenlerini ve tarih sahnesinden kaybolup tekrar meydana çıkmalarını anlatır. Ergenekon'un, Aral Gölü çevresinde veya Ötüken'e yakın bir yerde olduğu tahmin edilmektedir. Destanın en eski anlatımlarına Çin kaynaklarında rastlanılmaktadır. İslam döneminde bu destana ilk kez yer verilen kitap, tarihçi Reşideddin'in Camiü't-Tevarih adlı eseridir.


Göktürkler zamanında, İpek Yolu'ndan dolayı çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle Sasani-Bizans savaşları başlamış ve 19 yıl sürmüştür. Çıkan savaş her iki milleti de sarsmış ve Müslümanlığın İran'da yayılıp yerleşmesinde büyük rol oynamıştır. Yine Göktürkler zamanında, Çin edebiyat ve fikir eserleri Türkçeye tercüme edilmiştir.



6. yüzyılda Bumin Kağan'ın kurduğu Göktürk Devleti, yaygın bir diplomatik ilişkiler dizisi oluşturmuştur. Göktürkler, 7. yüzyılda Çin egemenliği altına düşmüş olmakla birlikte, Kutluk adlı kahramanlarının yönetiminde 682'de yeniden bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Kutluk'un oğlu Bilge Kağan, kardeşi Kül Tigin ve babasının deneyimli veziri Tonyukuk ile birlikte ülkesini yüksek bir yaşam seviyesine ulaştırmıştır. Bu durum 8. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Şurası bir gerçek ki, Bilge Kağan ve Kül Tigin Türk Milleti'nin yetiştirdiği en büyük kumandanlardandır. Bu dönemden kalan Orhun yazıtları, bilge vezir Tonyukuk'un, Kül Tigin'in ve Bilge Kağan'ın mezar taşlarından oluşmaktadır.8 Orhun Abideleri'nin Türk tarihinde apayrı bir yeri vardır. Öyle ki bunlar Türk tarih ve kültürünün, Türkler'in faziletleri ve medeniyetlerinin, kısacası Türk'ün yüksek seciyesinin özlü bir ifadesidir.
Başlangıçta yalnızca akın ve savaşlar için kurulmuş gibi görünen Göktürk Kağanlığı, 8. yüzyılda bir kültür milleti olma yoluna girmiştir. Ayrıca Türkçe konuşan ve kendilerini birbirine yakın hisseden bütün Orta Asya halklarını biraraya getirmiştir.




Hun Türkleri


Çin kaynaklarında "Hiung-nu" olarak anılan Hunlar, tarihte adı geçen ilk Türk boyudur. MÖ 8. yüzyılda ortaya çıktılar; MÖ 200'lü yıllarda Teoman Yabgu'nun önderliğinde bir devlet kurdular. Teoman Yabgu'nun oğlu Mete döneminde, Hun Devleti'nin sınırları Japon Denizi'nden Hazar Denizi'ne kadar genişledi.

Hunlar sadece askerlik alanındaki başarılarıyla değil, devlet yönetimindeki yetkinlikleriyle de kendilerinden söz ettirmişlerdir. Nitekim başta Mete olmak üzere bazı Hun hükümdarlarının üstün nitelikleri, Çinliler tarafından bile kabul edilmiştir.

Bu dönem, aynı zamanda, at sırtında göçlerin tarihte ilk defa belirdiği zamandır. Batıya yönelen Hunlar, olağanüstü hazırlık düzeylerinin yanı sıra şaşırtıcı hareket yetenekleriyle zaman içinde kendileriyle aynı atçılık disiplinine sahip olan Germenler ve yüksek bir kültür düzeyindeki Romalılar üzerinde üstünlük kurmuşlardır.

Attila'nın MS 434'de hükümdar olmasıyla Hun Devleti'nin altın çağı başlamıştır. Bu dönem, Hun Devleti'nin Avrupa ve Asya'nın en güçlü devleti olduğu çağdır. Ne yazık ki Attila'nın ölümünden kısa bir süre sonra Hunlar dağılmışlardır.

Türk Adının Kökeni


Türk Milleti'nin tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir; Türkler binlerce yıldan beri tarih sahnesinde yer almaktadırlar. Bu durum, bilim adamlarının dikkatini çekmiş ve onları Türk kelimesinin kökenini araştırmaya yöneltmiştir. Türk adının kaynağını bulmak amacıyla yapılan araştırmaların sonuçlarına dayanarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimi uzmanlara göre, Türk adına ilk defa MÖ 14. yüzyılda "Tik" veya "Tikler" şeklinde rastlanılmıştır. Bazı uzmanlar ise bu adın MÖ 14. yy.dan önce de var olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Türkler'in binlerce senelik geçmişi göz önünde bulundurularak, Türk adının nereden geldiğine ilişkin birçok iddia ortaya atılmıştır.

Türkler'in eski dönemlerine ilişkin bilgilerin kökeni çoğunlukla Çin tarihine dayanmaktadır. Çinli tarihçiler MÖ 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsetmektedirler. Bununla birlikte, eski Çin kaynaklarındaki Türk hükümdarlarının ve devletlerinin adları Çince yazılıdır. Bunların Türkçe karşılıkları tam anlamıyla bilinmemektedir. Profesör Erol Güngör'ün deyişiyle, "Bizim atalarımız o çağda "Türk" adıyla anılmıyordu. "Türk" kelimesi bugün bir milletin adıdır ama atalarımız o zaman henüz bir millet halinde değildi. Boy ve aşiretler halinde yaşıyorlardı ve her aşiretin ayrı bir adı vardı."

Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS 6. yüzyılda kurulan Göktürk milleti ile olmuştur. Orhun kitabelerinde yer alan "Türk" adı daha çok "Türük" şeklinde gösterilmiştir. Yani, Türk kelimesini ilk defa resmi olarak kullanan siyasi teşekkül Gök-Türk İmparatorluğu olmuştur. Göktürkler'in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, daha sonra Türk Milleti'ni ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.

Çin İmparatoru MS 585 yılında, Gök-Türk Kağanı İşbara'ya gönderdiği mektupta "Büyük Türk Kağanı" diye hitap etmiştir. İşbara Kağan'ın Çin İmparatoru'na cevabi mesajında da "Türk Milleti'nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti" ifadesine yer verilmiştir. Bunlar Türk adını resmileştiren olaylar olarak tarihe geçmiştir.

Göktürk yazıtlarında Türk sözü daha çok "Türk Budun" şeklinde geçmektedir. Türk Budun, Türk Milleti anlamındadır. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.

Türk kelimesinin anlamı üzerinde de çeşitli görüşler vardır. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
Çin kaynaklarında "Tu-küe (Türk)" miğfer olarak yorumlanmakta; İslam kaynaklarında ses benzeşmesine dayanarak terk edilmekte, olgunluk çağı şeklinde değerlendirilmektedir.
Arminius Vambery'nin 19. yüzyılda yazdığı eserlerinde belirttiğine göre, Türk kelimesi "türemek"ten gelmektedir.
Ziya Gökalp bunu, "türeli" yani kanun ve nizam sahibi şeklinde açıklamıştır.
Ünlü Alman Türkolog Albert von Le Coq, Türk deyişinin "güç-kuvvet" anlamı taşıdığını ileri sürmüştür. Le Coq'un bu iddiası, Göktürk alfabesini 1893 yılında ilk kez çözen Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen tarafından da kabul edilmiş; Macar Türkolog Gyula Nemeth'in araştırmalarıyla da kanıtlanmıştır.
Bu konudaki diğer çalışmalara göre, Türk kelimesi, "Altaylı (Ceyhun ötesi Turanlı)" kavimlerini tanımlamak üzere 420'li yıllardaki bir Pers metninde görülmektedir. Yine 515'de, "Türk-Hun" (Kudretli Hun) tabirinin de geçtiği bilinmektedir. İran kaynaklarında Türk kelimesinin "güzel insan" karşılığında kullanıldığı belirtilmektedir.
9. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud, "Türk adının Türkler'e Tanrı tarafından verildiğini" belirtmiş; "gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı" demek olduğunu bir kez daha vurgulamıştır. Türk kelimesinin "güçlü-kuvvetli" anlamına geldiği, bugün neredeyse bütün tarihçiler tarafından kabul görmüştür.

Musul - Kerkük Meselesinin Tarihçesi

Musul' dan Bir Görünüş

Musul Bölgesi, I. Dünya Savaşı sonlarına kadar Batılı kaynaklarda genellikle, Irak'tan ayrı olarak, yukarı "El-Cezire" bölgesi içinde gösterilmekteydi. I. Dünya Savaşı'ndan sonra ise bölge, siyasî sebepler yüzünden, bir başka deyişle İngiltere'nin menfaatleri gereğince, Irak'ın parçası olarak kabul edildi ve öyle tanımlandı.
Gerçekte bölge, son bin yıldır Türk egemenliği altında oldu. Musul, ilk olarak 1055-1056 yıllarında Selçuklu Devleti'ne bağlandı. Bu tarihten itibaren Türkleşen Musul, I. Dünya Savaşı sonuna kadar farklı Türk devlet ve beylikleri tarafından yönetildi ve Türkler tarafından bir vatan toprağı olarak kabul edildi. Osmanlı Devleti öncesinde bölgede hepsi de Türk devlet ve beylikleri sayılan Zengiler, Timurlular, Akkoyunlular ve Safeviler hakimiyet kurdu.
Musul, Osmanlı hâkimiyetine ise Yavuz Sultan Selim'in 1514 tarihli Çaldıran Seferi'yle girdi. Kanuni Sultan Süleyman'ın 1534-1535 yıllarında gerçekleştirdiği Bağdat Seferi'yle bu hâkimiyet perçinlendi. Osmanlı hâkimiyeti ile birlikte Musul; Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarından meydana gelen bir vilâyetin merkezi oldu. 20. yüzyılın başlarında Musul vilayetinin nüfusu 350.000 civarındaydı.

Avrupalı sömürgeci devletlerin Musul üzerindeki emelleri ise, bu bölgenin çok önemli bir petrol yatağı olduğunun anlaşılmasıyla başladı. Özellikle İngiltere, 1910'lu yılların başından itibaren, gerek petrol kaynakları gerekse Hindistan yolu açısından taşıdığı stratejik yol nedeniyle Irak'ın geneline ve özellikel de Musul vilayetine göz dikti.
I. Dünya Savaşı, Avrupalı sömürgeci devletlerin hayallerini gerçekleştirmeleri için büyük bir fırsat oldu. Henüz savaş devam ederken İngiltere ve Fransa, gizlice imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu'yu bölüşmüşler, Irak'ın İngiliz sömürgesi olması karara bağlanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanya safında savaşa katılması, İngiltere ile Osmanlı'yı Ortadoğu'da karşı karşıya getirdi. İngiliz saldırısı ile açılan Irak Cephesi'nde, Hindistan'dan gönderilen İngiliz kuvvetleri Basra'ya çıkarak kısa zamanda Bağdat'a kadar ilerlediler. Ancak Osmanlı Orduları İngiliz ilerleyişini durdurdu ve Irak Cephesi'nde önemli başarılar elde etti.
Burada özellikle 1916 yılındaki Kut'ul-Amer zaferini belirtmek gerekir. Dicle nehrinin kıyısındaki bu kasaba, İngilizler tarafından ele geçirildikten sonra Halil Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunca kuşatılmış ve İngilizler ağır kayıplar vererek teslim olmak zorunda kalmışlardır. I. Dünya Savaşı'nın tarihçesini anlatan bir makaleye göre, bu zafer, "İngiliz ordusunun tarihindeki en büyük aşağılanmadır. Türkler - (ve onların müttefiki olan) Almanya - içinse, çok önemli bir moral takviyesi olmuş ve Ortadoğu'daki İngiliz etkisini tartışılmaz bir biçimde azaltmıştır."1 Bu zaferin en önemli yönlerinden biri ise, bölgedeki Arapların hepsinin İngilizlere karşı Osmanlı ordusunun yanında yer almış, hatta bazılarının çatışmaya katılmış olmasıdır. Kut'ul-Amer, Osmanlı'nın Türk olmayan Müslüman tebasının, Osmanlı'ya sadakatini gösteren çok önemli bir tarihsel gerçektir ve tüm Arapların Osmanlı'ya ihanet ettikleri yönündeki asılsız söylemi geçersiz kılmaktadır.

Osmanlı orduları, Irak cephesindeki bu büyük başarıya rağmen, savaşın son iki yılında geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak Irak'ın kuzeyini yine de başarıyla korudu. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Ali İhsan (Sabis) Paşa 6. Ordu Kumandanı olarak Musul'da bulunuyordu. İngilizler ise ani bir işgal hareketi ile Musul'a egemen olmak istiyorlardı.



Mütareke'nin yürürlüğe girdiği andan (31 Ekim 1918 günü, saat 12.00'de) itibaren, 6. Ordu birlikleri batıdan doğuya doğru Rakka, Miyadin, Telâfer, Dibeke, Çemçemal, Süleymaniye hattı üzerinde yer alıyordu. İngiliz kuvvetleri ise EI-Hazar, Gayyare, Altınköprü, Kerkük, Hanikin hattında bulunuyordu.2Yâni Mütareke'nin imzalandığı gün, Kerkük merkezi hariç, Musul ve Musul vilâyetinin büyük bir kısmı Osmanlı Ordusu'nun elinde idi. Mütareke hükümlerine göre bölgede bulunan bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği halde, İngiliz kuvvetleri buna uymadılar. İlerlemeye devam eden İngilizler, l Kasım'da Hamamalil'e girdiler. Buradan Musul'u işgal edecekleri tehdidinde bulunarak Türk kuvvetlerinin Musul şehrinden 5 km. kuzeye çekilmelerini istediler.
Ali İhsan Paşa, İngilizler'in bu talebini Sadrazam'a bildirdi. Bir seri telgraf görüşmeleri sonucunda Sadrazam, Ali İhsan Paşa'ya 8 Kasım tarihli telgrafı ile, kan dökülmesini engellemek için, 15 Kasım günü şehrin boşaltılması emrini verdi. Ali İhsan Paşa, bu emre uygun olarak 10 Kasım'da Musul'u İngilizlere terk etti, ordu karargahı ile birlikte Nusaybin'e doğru çekildi.3
Kısacası Musul, Mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kurallarına aykırı bir şekilde işgal edildi. Misak-ı Milli'ye göre güney sınırlarının tesbiti meselesinde Mütareke'nin yürürlüğe girdiği andaki ordumuzun fiili durumunun temel bir kıstas olarak dikkate alınması, bu nedenle son derece haklı ve önemli bir karardır ve İngiliz olup-bittisine karşı milli haklarımızı korumak anlamına gelmektedir.

Misak-ı Milli, son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı tarafından 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumda kararlaştırıldı. Misak-ı Milli'nin birinci maddesi, Türkiye'nin güney sınırlarını belirliyordu. Bu maddede şöyle yazılıydı:

"Osmanlı Devleti'nin özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu (30 Ekim 1918 günkü Mütareke yapıldığı sırada) düşman ordularının işgali altında kalan bölgelerin geleceğinin, haklarını serbestçe açıklayacakları rey sonucu belirlenmesi gerekir; söz konusu mütareke çizgisi içinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlı-İslâm çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü ister bir eylem, ister bir hükümle olsun, hiçbir nedenle birbirinden ayrılamayacak bir bütündür".

Buna göre mütareke hattı esas alındığında Musul, Kerkük ve Süleymaniye'nin ve diğer tarafta Hatay bölgesinin Anadolu'nun ayrılmaz bir parçası olduğu açıktı.

Mütareke anında Türk Ordusu'nun Gayyare'de bulunduğu gerçeği tüm kaynaklarca kabul edilmektedir. Sadece Kerkük sancağı 31 Ekim tarihi itibariyle İngiliz kuvvetlerinin eline geçmiş olarak gösteriliyorsa da Nejat Kaymaz, General Sedat Doğruer'in eserine dayanarak "Kerkük'ün de savaşın durması gereken saatten sonra İngilizler'in eline geçmiş olabileceği" ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğuna işaret etmektedir. Aslında bunun bir ihtimal olmadığını, kesin bir gerçeği ifade ettiğini Mustafa Kemal Paşa'nın tespitlerinden anlamak mümkündür. Mustafa Kemal Paşa daha Misâk-ı Mîllî ilân edilmeden önce Ankara'ya gelişinin ertesi günü Ziraat Okulu'nda yaptığı 28 Aralık 1920 tarihli konuşmasında haksız işgali dile getirerek Musul'un Mütareke anında Türk Ordusu'nun hâkimiyetinde bulunduğunu ifâde etmiş, İngiliz işgalini İstanbul'un işgalinde olduğu gibi haksız ve Mütareke hükümlerine uymayan bir teşebbüs olarak değerlendirmiştir.
Ancak İngilizler'in Musul'u işgal etmeleri askeri anlamda bir statü değişikliğinden başka bir anlam taşımayacaktı. Musul'u işgal ettiler, fakat bölgeye hâkim olamadılar. Bölgedeki aşiretleri kontrol altında tutma konusunda başarısız oldular. Kerkük ve Süleymaniye halkı İngiliz himayesine karşı direnişe geçti. Kürt, Arap veya Türkmen olsunlar, tüm Müslüman kabileler İngilizler'e vergi vermekte direnmişler, sık sık İngilizlere karşı eylemler düzenlemişlerdir. Musul halkı, Ankara'da ilk Meclis'in açılmasıyla güçlenen Millî Mücâdele hareketine de destek vermiştir. Hatta bölgede bulunan Araplar dahi İngilizler'e karşı Mustafa Kemal Paşa ile işbirliğine girmişlerdir. Tarihçi Mim Kemal Öke, İngiliz arşivlerine dayanarak Musul'daki Arap ve Kürtler'in, İngiliz himayesindeki Kral Faysal'a değil de Anadolu'daki Milli Mücadele hareketine dayanmayı tercih ettiklerini ifâde etmektedir".

Musul halkının tüm unsurlarının (Kürt, Türkmen ve Arapların) Osmanlı'ya ve yeni kurulan Ankara hükümetine karşı gösterdikleri bu sadakat karşısında Ankara hükümeti de duyarlı davranmıştır. Mustafa Kemal Paşa'nın 1 Mayıs 1920 tarihinde B.M.M.'nde yaptığı konuşma, Musul konusundaki düşüncesini ve savunduğu politikayı açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
"Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun'un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul'u, Süleymaniye'yi, Kerkük'ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!"4
Mustafa Kemal Paşa ve Ankara hükümeti, Musul konusundaki bu kararlılığı Lozan Konferansı'na kadar olan süre içinde çeşitli vesilelerle gösterdi. İngilizler'in Ocak 1921'de Erbil ve Revanduz arasında bulunan ve Ankara Hükümeti'ni destekleyen "Sürücü Aşireti"ne saldırmaları üzerine Mustafa Kemal Paşa, Millî Müdâfaa Vekâleti'ne çektiği telgrafla Revanduz bölgesine asker gönderilmesini istedi".5 Bu görev Kaymakam ve Milis Yarbay Özdemir Bey'e verildi. Özdemir Bey, kuvvetleriyle başlangıçta bölgede oldukça önemli başarılar elde etti, ancak daha sonra geri çekilmek zorunda kaldı. Özdemir Bey'in Revanduz'da kazandığı başarı, bölgedeki halk ve aşiretler üzerindeki nüfuzu Türk Genelkurmayı'nı Musul'un kurtarılması için bâzı askerî tedbirlerin alınmasına sevk edecekti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa 7 Eylül 1922 tarihli yazıyla El-Cezire Cephesi Kumandanlığından, Musul'a taarruz için gerekli hazırlıkların yapılmasını dahi istedi.6

Görüldüğü gibi Ankara Hükümeti, daha Lozan Konferansı'nın başlamasından önce Musul'un gerekirse silah yoluyla kurtarılması için İngilizler'e karşı bir harekâtı göze almıştı. Kuşkusuz Musul halkının tamamına yakınının işgalci İngilizlere karşı Ankara Hükümeti'nin yanında yer alması, böyle bir harekatın hem nedeni hem de haklı gerekçesiydi. Ancak Türk Kuvvetleri'nden bir kısmının Batı Cephesi'ne kaydırılmak zorunda kalınması ve daha sonra Lozan Konferansı'nın başlaması, bu düşüncenin gerçekleşmesine engel oldu.


İsmet Paşa Ankara Hükümeti adına
24 Temmuz 1923 Salı günü saat 15:09 ile 15:15 arasında
Lozan Barış Antlaşması'nı imzalıyor.



Lozan Konferansı'nda üzerinde en çetin tartışmaların yürütüldüğü konu ise "Musul Meselesi" oldu. Türkiye için hayatî bir öneme sahip olan Musul, I. Dünya Savaşı'nın galibi olarak Lozan Konferansı'na egemen olan İngiltere için de gerek zengin "petrol kaynakları" ve gerekse "Hindistan yolunun emniyeti" bakımından ele geçirilmesi zorunlu görülen stratejik ve ekonomik öneme sahip bir bölgeydi. Türkiye ise, haklı olarak, Misâk-ı Millî'nin vazgeçilmez bir parçası olan ve üzerinde yaşayan insanların da kendisiyle dil, din, kültür ve tarih bağlarıyla bağlı olduğu Musul vilayetine sahip olmak istiyordu. Lozan'a giden Türk heyetinin başında olan İsmet Paşa, gerek T.B.M.M.'de yaptığı konuşmada gerekse Sapanca'da trende iken gazetecilere verdiği demecinde Türk heyetinin amacının Misâk-ı Millîyi gerçekleştirmek olduğunu ısrarla vurgulamıştı.7
Musul meselesi, ilk olarak Lozan Konferansı'nın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alındı. İsmet Paşa Türk tezini siyasî, tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir şekilde ve son derece tutarlı bir biçimde savundu.
İsmet Paşa'nın bu konuşması incelendiğinde Musul'un bir Türk toprağı olarak tanımlanmasındaki gerekçelerin yanı sıra İngiltere'nin ortaya koymaya çalıştığı iddiaları da çürüttüğü dikkati çekmektedir.
Türk tezinin dayandığı temel noktalardan biri etnik sebeplerdir. Musul vilâyetinde yerleşik nüfus, 503.000 kişi olarak gösterilmiş, Türk-Kürt ayrımı yapılmaksızın çoğunluğun Türk olduğu vurgulanmış ve bölgenin Anadolu'dan ayrılamayacağı belirtilmiştir. İsmet Paşa son resmî Türk istatistiklerine dayanarak Musul'u meydana getiren unsurları şu şekilde göstermiştir:8

Türk146.960
Kürt263.830
Arap43.210
Gayri Müslim31.000
TOPLAM503.000


İngiliz Heyeti'nin verdiği rakamlar ise şu şekildedir:

Türk65.895
Kürt452.720
Arap185.763
Hıristiyan62.225
Yahudi16.865
TOPLAM785.468

Bu rakamlardan anlaşılacağı gibi, Araplarla Müslüman olmayan grupların Musul vilâyeti nüfusu içinde azınlıkta, Kürtler'le Türkler'in çoğunlukta olduğunu İngiliz temsilcileri de kabul etmiştir. İsmet Paşa'nın ortaya koyduğu diğer argümanlar ise şu şekilde özetlenebilir:
  • Musul vilâyetinde oturanlar yeniden Türkiye'ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler; çünkü, sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını bilmektedirler. (Bu, aslında Musul'un Türkiye'ye bağlanmasını gerekli kılan en önemli değerdir ve günümüz için de geliştirilecek bir "Musul stratejisi" için en önemli değer olmalıdır.)
  • Coğrafî ve siyasal bakımlardan, bu vilâyet, Anadolu'yu tamamlayan bir parçadır. Musul ancak Anadolu'ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilecektir.
  • Hukukî bakımdan hâlâ Osmanlı Devleti'nin bir parçası olan Musul için İngiltere'nin yapacağı bütün antlaşmaların ve sözleşmelerin hukukî açıdan hiçbir değeri olamaz.
  • Anadolu'nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul'un ticaret ilişkileri ve bu bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye'nin elinde olması zorunludur.
  • Musul vilâyeti, Türkiye'nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye'den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul'un da Türkiye'ye verilmesi gerekir.

Ancak Musul'u elde etmeye kararlı olan İngiliz heyeti bu gerekçelere karşı çeşitli demagojilerle direndi ve Musul meselesi konferansın ikinci celsesine bırakıldı. İkinci celse görüşmelerinde meselenin iyice çıkmaza girmesi üzerine Türk heyeti yeni bir çözüm önerdi: Plebisit, yani halkoyu. Musul'da bir oylama yapılmalı ve vilayet halkına Türkiye'ye mi yoksa İngiliz mandası altındaki Irak'a mı katılmak istedikleri sorulmalıydı. Son derece akılcı, adilane ve makul olan bu teklif Lord Curzon tarafından kabul edilmedi. Gerekçe ise oldukça şaşırtıcıydı. Curzon'a göre, bölge halkının oy verme alışkanlığı yoktu. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından plebisitin amacını anlayamayacaklarını ileri sürdü. Bu samimiyetsiz argüman, İngilizlerin koruduklarını ve haklarını savunduklarını iddia ettikleri bölge halkını küçümsediklerini, onlara kendi geleceklerini tayin etme hakkını kesinlikle tanımadıklarını gösteriyordu. İngiltere, Musul halkına, dönemin egemen ideolojisi olan Sosyal Darwinizm gözüyle bakıyor, onları sözde güdülmesi ve İngiliz çıkarları için sömürülmesi gören "ilkeller" olarak görüyordu.


Plebisit teklifi karşısında Lord Curzon'un ikinci önemli manevrası Musul meselesinin, I. Dünya Savaşı'nın ardından galip devletler tarafından kurulan Milletler Cemiyeti'ne havale edilmesi ve kararın cemiyet tarafından verilmesi teklifiydi. Bu teklif İngiltere'nin müttefikleri tarafından da desteklenmiştir. Ancak elbette ki bu istek İngiltere'nin Musul meselesini neredeyse kendine havale etmesi anlamına geliyordu. Çünkü İngiltere Milletler Cemiyeti'nin kurucusu ve en güçlü birkaç üyesinden biriydi. Bu kuruluşun İngiliz çıkarlarına aykırı bir karar vermeyeceği çok açıktı. Türkiye ise Milletler Cemiyeti'ne üye bile değildi.

Dolayısıyla Türk heyeti İngiltere'nin bu tuzak teklifini kabul etmedi. Türkiye'nin Musul'dan vazgeçmeyeceğini ifade etti. Lozan Konferansı'nın sonraki celselerinde de bir gelişme olmadı. 4 Şubat'ta yeni bir barış projesi hazırlayan İngilizler ve müttefikleri barış görüşmelerinin kesilmesi tehdidinde bulunarak bunu Türk heyetine kabul ettirmeye çalıştılar. İsmet Paşa bu teklifi kabul etmedi ancak 4 Şubat 1923 tarihinde yazılı bir teklif yaparak Musul meselesini Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde ortak bir anlaşmayla çözümlenmek üzere konferans programından çıkarılmasını istedi. Görüşmeler aynı gün sona erdi ve Türk heyeti yurda döndü.


Kısacası, Lozan Barış Konferansı Musul meselesini çözüme kavuşturamadan sona erdi. Mesele Lozan Antlaşması'ndan sonra Haziran 1926 tarihine kadar sürüncemede kalacaktı. Üç yıllık bir zaman dilimi içerisinde mesele önce 19 Mayıs 1924 tarihinden itibaren Haliç Konferansı'nda ele alınacak, daha sonra Milletler Cemiyeti Meclisi'nde görüşülecek ve nihayet, Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile neticelenecekti.
Bu sürede yaşanan gelişmeler ise, aslında Türk tezinin haklı olduğunu gösteriyordu. Musul halkında, Kürt, Türkmen veya Arap olsun, Türkiye'ye katılma yönündeki eğilimler ağır basmaya devam etti. Özellikle Kürtlerin Türkiye'ye ve Ankara'ya olan bağlılığı dikkat çekiciydi. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, TBMM'de yaptığı konuşmada, bir Kürt olarak, "Bir insanı ikiye bölmek veyahut herhangi bir parçasını ayırmak mümkün değil ise, Musul'u Türkiye'den ayırmak da mümkün değildir" diyerek, bölgede Türkler ve Kürtler arasında bir ayrılığın olmadığını savunmuştu.9
Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924'de İstanbul'da İngiltere'yle başlayan ikili görüşmelerde İngiltere'nin Irak lehine Hakkari üzerinde de hak iddia etmesi üzerine Konferans'tan sonuç alınamadı. Bunun üzerine İngiltere Musul meselesini 6 Ağustos'ta Milletler Cemiyeti'ne götürdü.

Milletler Cemiyeti Musul meselesini 20 Eylül 1924'te görüşmeye başladı. Görüşmelerde Türk tarafı daha önceki görüşlerinde ısrar ederek Musul'da bir halk oylaması yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de daha önce Lozan'da yaptığı gibi "bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı" gibi küstah bir gerekçeyle kabul etmedi.10 Milletler Cemiyeti, 30 Eylül 1924'te bir soruşturma kurulu kurulmasını kararlaştırdı. Komisyon başkanlığına da Macaristan'ın eski başbakanlarından Kont Teleki getirildi. Komisyon Irak'ta incelemede bulunarak Musul halkının görüşlerine başvuracaktı. Komisyon, çalışmalarını sürdürdüğü sırada İngilizlerin saldırgan tavırları ve kuzeye doğru yeni toprakları işgal etmesi, kanlı olayların meydana gelmesine neden oldu. Bunun üzerine Konsey, 28 Ekim 1924'te bir sınır tanımı yaparak "Brüksel Hattı" adıyla ve geçici mahiyette bir Türk-Irak sınırı tespit etti. Soruşturma Komisyonu hazırladığı raporu 16 Temmuz I925'te Cemiyet Meclisi'ne sundu. Raporda yer alan temel görüşler ana hatlarıyla şöyleydi:
Brüksel Hattı'nın coğrafî sınır olarak tespit edilmesi,
  • Musul vilâyetinde çoğunluğun, sayıları 500 bini bulan Kürtler'den meydana geldiği,
  • Kürtler'in Türk ve Arap nüfustan fazla olduğu,
  • 1928 yılında sona erecek olan Irak'taki manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması,
  • Bölgedeki Kürtlere yönetim ve kültürel haklarının verilmesi kaydıyla Musul'un Irak yönetimine bırakılması,
  • Milletler Cemiyeti Meclisi'nin, bölgenin iki ülke arasında taksimine karar vermesi halinde Küçük Zap çizgisinin sınır olarak kabul edilmesi,
  • Milletler Cemiyeti, Irak'taki manda yönetiminin uzatılmasını ve Kürtler'e imtiyazlar tanımak suretiyle bölgenin Irak'a bırakılmasını uygun görmediği takdirde, Musul'un Türkiye'ye bırakılmasının uygun olacağı,
  • İngiltere'nin Hakkari üzerindeki iddia ve isteklerinin kabul edilmemesi.
Türkiye'nin bu komisyon raporuna itiraz etmesi üzerine, Konsey, 19 Eylül 1925'te La Haye Adalet Divanı'ndan görüş istedi. Divan'ın verdiği karar, Milletler Cemiyeti Meclisi'nin işini kolaylaştırır nitelikteydi. Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye'nin karşı çıkmasına rağmen, 8 Aralık 1925'te Divan'ın kararını benimsediğini açıkladı. Hemen arkasından da 16 Aralık 1925'te Soruşturma Komisyonu Raporu'nu kabul ederek, Brüksel Hattı'nın güneyindeki toprakların Irak'a bırakılmasını kabul eden kararını aldı.
Türkiye'nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi büyük oldu. Ancak dönemin iç sorunları, Türkiye'nin henüz yeni savaştan çıkmış olması ve uluslararası alanda yalnız konumda bulunması, daha fazla direnilmesine engel oldu. Türkiye defalarca Musul konusundaki İngiliz oyunlarını kabul etmeyeceğini açıklamasına rağmen sonunda mecbur bırakılarak, Cemiyet Meclisi kararına uydu ve 5 Haziran I926'da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul'u Irak'a terketmeyi kabul etti.
Ankara Antlaşması, "sınır, iyi komşuluk ilişkileri ve genel hükümler" adı ile üç kesim ve toplam 18 maddeden meydana geliyordu. Antlaşmanın bir ve ikinci maddesi Türk-Irak sınırını tespit etmiş, 14. madde ise bölgedeki petrol gelirinin %10'unun 25 yıl süreyle Türkiye'ye bırakılmasını öngörmüştü. Ancak Türkiye daha sonra 500 bin İngiliz lirası karşılığında bu hakkından vazgeçti.

Musul'un Kaybedilişinin Bilançosu
Musul vilayeti, Türkiye'nin hakkı olmasına rağmen ondan alınmıştır. Bu vilayette yaşayan insanların da rızasına aykırı olan bu uygulamanın hiçbir siyasi, tarihsel, hukuksal haklılığı yoktur.
Bu çok açık bir gerçek olduğu için, genç Türkiye Cumhuriyeti Musul'dan vazgeçmemek için büyük çaba göstermiştir. Büyük Önder Atatürk, bu konuda son derece ısrarlı ve kararlı davranmıştır. Değişik tarihlerdeki demeçlerinde Musul'un anavatandan ayrılmaz bir Türk yurdu olduğunu defalarca vurgulamıştır.
Öyle ki Lozan Konferansı sonrasında Musul konusunun çıkmaza girmesi, Türkiye'yi, bölgeyi savaşarak kazanma düşüncesine dahi yöneltmiştir. Konferansın başarısızlığa uğraması halinde karşılaşılacak güçlükler için o zamanki adı Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti olan Savunma Bakanlığı tarafından "çok gizli" kaydıyla bir harekât planı hazırlanmış, fakat uygulanmamıştır.11
Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa, Musul üzerine bir askerî harekâtı çeşitli zamanlarda müzakere etmişler, hatta Kâzım Karabekir Paşa'ya Musul'un alınması için teklifte dahi bulunmuşlardır.12 Tüm bu askeri operasyon düşünceleri, TBMM hükümetlerinin ve Mustafa Kemal Paşa'nın Misâk-ı Millînin gerçekleştirilmesi hususundaki hassasiyetinden ve özellikle de Musul'a verdikleri değerden kaynaklanmaktadır.
Musul'un kaybedilişini hazırlayan gelişmeleri özetlersek, şöyle bir tablo çıkarabiliriz:
Bu süreçte Türkiye'ye karşı oynanan ilk oyun, Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra Kerkük sancağının İngilizler tarafından haksız işgalidir.

İkinci oyun ise Lozan Konferansı'nda Türk heyetinin Musul'un Türkiye'ye verilmesi amacıyla sağlam temellere dayanarak savunduğu mükemmel tezine rağmen, İngiliz baskısı ile Musul meselesinin sonraya bırakılması ve Milletler Cemiyeti'ne havalesidir.

Musul meselesinde İngiltere'nin şiddetle direnmesi bölgenin petrol kaynakları açısından zengin oluşu, stratejik önemi ve İngiltere'nin imparatorluk yolları üzerinde oluşundan dolayıydı. Bölgenin sahip olduğu bu özellikler, İngiltere'nin ısrarcı, uzlaşmaz ve baskıcı tutumuna neden olmuştu. İngiltere'nin ortaya koyduğu bu tavrın bir diğer sebebi de I920'li yıllarda hâlâ Türk Milleti'nin hayat hakkını tanımak istememesiydi. Yendiklerini sandıkları Türk Milleti'nin yeniden ayağa kalkarak düşmanlarını püskürtmesi ve haklarını geri istemesi, İngiliz yönetimini hem şaşırtmış hem de öfkelendirmişti.
İngiltere'nin bu tavrı karşısında Türkiye'nin dış politika meselesindeki yalnızlığı, Musul'un kaybedilmesinde öne çıkan önemli bir nedendi. Bu yalnızlık, Milletler Cemiyeti'nde açıkça görülüyordu. Türkiye, Cemiyet'in üyesi bile değildi. İngiltere ise asli ve kurucu üyesiydi. Bu yapıdaki bir kurumdan Türkiye lehine bir kararın çıkması oldukça zordu. Bunun yanı sıra İngiltere; Irak, Milletler Cemiyeti, Soruşturma Komisyonu ve dünya kamuoyu üzerinde özellikle propaganda alanında üstün bir durumdaydı.
Tüm bu tarihçe içinde belki de en önemli olan nokta ise, Türkiye'nin tam iki kez Musul'da halk oylaması yapılmasını istemiş olmasıdır. Bu, elbette, Türkiye'nin Musul halkının kendisine olan sevgi ve bağlılığından endişe duymadığı için ileri sürülmüş bir tekliftir.
O zamanlardan günümüze miras kalacak bir politika varsa, o da bu sevgi ve bağlılığı yeniden tesis etmek, Kuzey Irak'taki insanların kalbini ve zihnini kazanarak, Türkiye'yi bölge itibar, nüfuz ve etki sahibi bir güç yapmak olmalıdır.



1 "Battles: The Siege of Kut-al-Amara, 1916";http://www.firstworldwar.com/battles/siegeofkut.htm

2 Türk İstiklâl Harbi I; Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Genel Kurmay Yay., Ankara, 1962, s. 79

3 Mim Kemal Öke; Kerkük-Musul Dosyası, İstanbul, 1991, s. 31

4 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri; Cilt I, s.74
5 Türk İstiklâl Harbi; Cilt IV, Güney Cephesi, Genel Kurmay Başkanlığı Basımevi, Ankara, 1966, s. 267 
6 Türk İstiklâl Harbi; a.g.b., s. 282.; Kamuran Gürün; Savaşan Dünya ve Türkiye, Ankara, 1986, s. 390-391
7 Ali Naci Karacam; Lozan, İstanbul, 1971, s. 63
8 Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Cilt I, İstanbul, 1993. s. 345.
9 Suphi Saatçi; Tarihî Gelişimi İçinde Irak'ta Türk Varlığı, İstanbul, 1996, s.160

10 Mehmet Gönlübol-Cem Sar; Olaylar/a Türk Dış Politikası, (1919-1973), Cilt I, 5. Baskı, A.Ü.S.B.FYay., Ankara, 1982, s.75

11 Kadir Mısıroğlu; Musul Meselesi ve Irak Türkleri, İstanbul, 1975, s. 108

12 Kâzım Karabekir; Paşaların Kavgası, İstanbul, 1991, s. 279, 283






Cübbeli, Bing Bang Teorisinin Gereksiz Olduğunu Anlatıyor

Cübbeli Ahmet Hoca


Şeyh Ahmet Yasin Hz. Mehdi'nin İstanbul'dan Çıkacağını Anlatyor

Şeyh Ahmet Yasin Hazretleri





Einsatzgruppen: Nazilerin Ölüm Mangaları


Ölüm mangaları , Nazilerin Polonya'yı işgal etmesinin ardından, Hitler'in talimatı ile Gestapo Şefi Heydrich'e verilen bir yetkiyle kurulan "Einsatzgruppen" timleridir...

Gettolar ve toplama kamplarından başka Yahudi soykırımının bir başka uygulama alanı, ölüm mangalarıdır.

Bu mangalar, Nazilerin Polonya'yı işgal etmesinin ardından, Hitler'in talimatı ile Gestapo Şefi Heydrich'e verilen bir yetkiyle kurulan "Einsatzgruppen" timleridir. Bu özel birliklerin görevi, işgal edilen bölgelerde düzenli ordunun ardında hareket ederek, imha edilmesi gereken grupları bulmak ve öldürmektir. Bu grupların başında Yahudiler gelmektedir. Einsatzgruppe (çoğulu Einsatzgruppen) timleri, önce Polonya'da, ardından da işgal edilen Soyvet topraklarında şehirleri ve köyleri didik didik arayarak Yahudi avına çıkmışlar, buldukları insanları kadın-çocuk ayrımı yapmadan acımasızca kurşuna dizmişlerdir. 

Einsatzgruppe komutanları tarafından Berlin'e verilen "başarı rakamları", işlenen cinayetlerin çapını gözler önüne sermektedir. Bu rakamlara göre Polonya ve Ukrayna ağırlıklı olmak üzere, Nazi işgalindeki bölgelerde toplam 1 milyonun üzerinde Yahudi kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Einsatzgruppe, bir şehre girdiğinde oradaki Yahudileri biraraya toplamış, sonra topluca şehir dışına götürmüş, burada onlara dev bir çukur kazdırmış, sonra da çukurun başında hepsini kurşuna dizerek cesetleri toplu mezar şeklinde gömmüşlerdir. Bazı kişiler çukura düştüklerinde henüz ölmemiş oldukları için, toprağın altında havasızlıktan boğularak can vermiştir. 

Kiev kentinin 19 Eylül 1941 günü işgal edilmesinin ardından, bu kentteki Yahudilere karşı gerçekleştirilen Einsatzgruppe infazı, uygulanan vahşete dair bir fikir verebilir. 29 Eylül günü kentte anonslar yapılmış ve Yahudiler "yeniden yerleştirme yapılacağı" ilan edilerek şehrin dış mahallelerindeki bir mezarlığa çağrılmıştır. Yanlarına yemek, sıcak tutacak giysiler, evraklar, para ve değerli eşyalarını da almaları emredilmiş, böylece olayın bir katliam olduğunun anlaşılmaması sağlanmıştır. Olayın gelişimi, daha sonra yargılanan Nazi iş birlikçisi Ukraynalı bir subay tarafından şöyle anlatılmaktadır:

Bir tür toplu göç gibi olmuştu... Yahudiler dini şarkılar söyleyerek yürüyorlardı. Tren yoluna gelindiğinde ellerindeki yiyecekler ve eşyalar onlardan toplandı. Sonra da Almanlar onları itekleyerek daha dar şekilde sıraladılar. Çok ağır hareket ediyorlardı. Uzun bir yürüyüşten sonra iki tarafı Alman polisleri tarafından çevrili bir koridora getirildiler. Burada sopalar ve kırbaçlarla dövüldüler ve bazı polisler yanlarındaki polis köpeklerini Yahudilerin üzerine saldırttılar... Yahudilerin çoğu kan ve yara içinde kaldılar. Almanlar onları biraz daha yürüttüler ve Babi Yar'a getirdiler. Önlerinde derin vadi uzanıyordu. Ukrayna milisleri, Almanların talimatıyla, Yahudilere kıyafetlerini tamamen çıkarmalarını emretti. Reddedenlere, karşı koyanlara saldırdılar ve kıyafetlerini parçaladılar. Vücutlarından kan akan çıplak insan bedenleri her taraftaydı. Çığlıklar ve kahkahalar birbirine karışıyordu. (Dawidowicz, "What is the Use of Jewish History?" pp. 106-107 )

Bundan sonra ise Yahudiler topluca kurşuna dizilmiş ve cesetleri derin vadinin içine atılmıştır. Kayıtlar o gün yaklaşık 33.700 kişinin bu şekilde katledildiğini göstermektedir.

Einsatzgruppe timlerinin infazları, soykırımın varlığını reddeden "revizyonist"lerin genelde görmezden geldikleri bir konudur. Soykırım konusundaki iddialarını genellikle gaz odalarının teknik kapasitesi veya Ziklon B gazının fonksiyonu üzerinde odaklamakta, ancak gettolardaki vahşeti ve Einsatzgruppe cinayetlerini konu edinmemektedirler. Oysa sadece bu timlerin varlığı bile, Nazilerin Yahudilere yönelik bir soykırım amaçladıklarını ve uyguladıklarını göstermeye yeterlidir. Masum insanları kadın, çocuk ayrımı yapmadan kurşuna dizen, bu katliamı gerçekleştirmek için özel timler kuran bir rejimin, aynı insanlara toplama kamplarında neler yapabileceği ortadadır.