Anne Sütünde Tümörleri Önleyen Bir Protein: Hamlet Proteini


Anne sütündeki besin maddelerinin dengesi en ideal ölçülerdedir...

· Anne sütünde son yıllarda keşfedilen hamlet proteini, tümörlerin oluşumunu nasıl önler?

· Anne sütünün bebeğin ihtiyacına göre değişen özellikleri nelerdir?

Proteinler, temel biyoaktif moleküllerdir ve hücrenin içindeki işlemlerin yerine getirilmesi için gereklidirler. Bazı proteinler bireysel olarak veya diğer proteinlerle birlikte hareket ederler. Ancak bazılarının da protein olmayan kimyasal bileşenlerin yardımına ihtiyaçları vardır. Bu protein olmayan moleküller vitamin, mineral ya da metal iyonlar olabilirler. Vitaminler veya organik olmayan maddeler yardımcı proteinlerdir ve genel isimleri kofaktördür. Demir, magnezyum, kobalt, bakır, çinko, selenyum ise sıkça rastlanan iyonlardır ve yardımcı inorganik proteinlerdir. Bu proteinler yardımcıları ile bağlanırken aynı zamanda çok şaşırtıcı işler de yaparlar. Bunların en ilgi çekici olanlarından biri anne sütünde gerçekleşir.

Allah Anne Sütündeki Hamlet Adlı Proteini Mucizevi İşlemler Sonucunda Üretir

Anne sütü, bebeğin besin ihtiyaçlarını eksiksiz olarak gidermek ve bebeği olası enfeksiyonlara karşı korumak üzere Allah'ın yaratmış olduğu benzersiz bir karışımdır. Anne sütündeki besin maddelerinin dengesi en ideal ölçülerdedir ve bebeğin henüz olgunlaşmamış vücut sistemleri için en uygun formdadır. İçeriğindeki besin değerlerinin bebek için ideal ölçülerde olması nedeniyle bilim adamları tarafından "mucize karışım" olarak adlandırılan anne sütü, bebeğin beyin hücrelerinin büyümesini sağlayan ve sinir sistemi gelişimini hızlandıran besinler açısından da oldukça zengindir. Günümüzün en son teknolojisi ile hazırlanan bebek mamaları dahi bu mucizevi besinin yerini tutamamaktadır.Araştırmalar sonucunda, anne sütünün bebeğe olan faydalarına her geçen gün yenileri eklenmektedir.

Bilindiği gibi anne sütü  birçok enzim, vitamin, nükleotid ve antikor içerir. Ancak son zamanlarda bilim adamları sütte yeni bir protein buldular.

Anne sütünün içinde ana protein olan alfa-laktalbumin adı verilen bu protein anne sütüne inek sütüne oranla daha üstün bir özellik kazandırır. Çünkü inek sütünde bu proteinin bir benzeri olan beta-laktalbum bebeğin vücudu için alerjik bir nitelik taşır.

Alfa-laktalbumin adı verilen protein normalde hamileliğin son zamanlarında ve süt verme döneminde üretilir. Bu protein sütün içindeki laktoz adı verilen şekerin sentezlenmesine yardımcı olur ve bebeğin rahat uyumasını ve stresinin azalmasını sağlar. Aynı zamanda bu protein bebeğin midesine girdiğinde özel bir yardımcı protein olan Oleik asit ile birleşir. Oleik asit, OMEGA 9 (zeytinyağının temel bileşeni) adı verilen ünlü bir yağ asididir. Kan basıncını düşürür ve beyni etkileyen ölümcül hastalıkların önlenmesini sağlar. Ancak alfa-lactalbumin ve oleik asit bir araya geldiklerinde bir mucize gerçekleşir ve “Hamlet” adı verilen, insandaki tümör hücrelerine karşı ölümcül olan bir alfa-laktalbumin proteinini üretirler.

Hamlet Çok Sayıda Tümör Hücresini Yok Eder

Yapılan çalışmalar sonucunda, hakkında yüzlerce makale yayınlanan anne sütünün son olarak da bebekleri kanserden koruduğu ispatlanmış, fakat bunun mekanizması henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Sadece bebeğin midesinde oluşan bu kompleks protein 40 farklı tipte tümör hücresini öldürür. Bu protein hücre duvarına saldırır, içeri girer ve tümör hücrelerini birleştirdikten sonra yarım saat içinde onların şeklini değiştirmeye başlar ve 6 saat içinde öldürür. Ancak bu proteinin ilgi çekici yanı sağlıklı hücreleri ayırt edebilmesidir. Bilim adamları bu proteinin tümör hücresini nasıl tanıdığını tam olarak anlayamamışlardır. Akıl ve şuuru olmayan hücrelerin sağlıklı hücrelerle tümör hücrelerini ayırt etmeleri elbette mümkün değildir. Bu hücreler Allah’ın ilhamı ile hareket ederek hücreleri ayırt etmektedir. Kuran'da Allah'ın tüm varlıklar üzerindeki hakimiyeti şöyle haber verilmiştir:

“Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)” (Hud Suresi, 56)

İlginç olan nokta bu proteini oluşturan alfa laktalbumin ve oleik asidin tek başlarına tümörü yok etme özelliklerinin olmamasıdır. Alfa laktalbumin ve yağ asidi anne sütünde doğal olarak bulunur. Fakat tümörü yok eden hamlet adlı proteine dönüşmesi için bebeğin midesinde bir bileşik haline gelmesi gerekir. Allah’ın hastalıktan önce tedavisini yaratması ve tüm bu molekülleri bebeğin içeceği sütün içine koyması elbette çok büyük bir mucizedir.

Anne sütündeki protein, yağ asidi ve bebeğin midesindeki enzimler aynı zamanda yaratılmadığında tümörleri yok edici özelliği ortadan kalkmaktadır. Kuşkusuz bu, Allah’ın kusursuz yaratma sanatının en güzel örneklerinden biridir. Bir ayette şöyle buyrulur:

“Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir.” (Yasin Suresi, 82)

Allah Anne Sütünü Bebeğin İhtiyaçlarına  Göre Yaratır

Açıktır ki annenin kendisi; korunmaya ve beslenmeye muhtaç olarak doğan bebeği için, en ideal gıda olan anne sütünü, vücudunda üretmeye kendi karar vermemiştir. Dolayısıyla anne sütü içinde değişen besin değerlerini de, kuşkusuz annenin kendisi belirlememektedir. Çünkü bir annenin bebeği için gerekli olan besinleri an an bilmesinin imkanı yoktur. Anne kendi bedeninde oluşan sütün içeriğini de hiçbir şekilde kontrol edemez. Özelikleri tam olarak anlaşılamamış olsa bile anne sütü bebeğin geçirdiği evrelere göre değişmekte ve bebeğin hangi döneminde hangi besine ihtiyacı varsa sütün içeriği de bu döneme göre farklılık göstermektedir. Her canlının ihtiyacını bilen ve onları rızıklandıran Yüce Allah, anne sütünü annenin bedeninde, bebek için yaratmaktadır:

Bebeğin ilk doğduğu günlerde süt kolostrumdur, yani protein ve antikor açısından zengindir. Bu süt, bebeğin bağışıklığını kuvvetlendirir ve bebeğin sindirim sisteminin gelişimine yardımcı olur.

İlk 3-4 günden sonra süt daha ince, sulu ve tatlı bir forma dönüşür. Bu bebeğin susuzluğu içindir. Şeker, protein ve mineraller de bebeğin ihtiyacına göredir. Bu süt yağ açısından düşük ve karbonhidrat açısından zengindir.

Zamanla süt daha yoğun ve kremsi bir hal alır. Bu, bebeğin açlığını gidermek içindir. Aynı zamanda IgA seviyesi 10. günden en az 7.5 aya kadar yüksektir. Bu sütün içerdiği antikorlar da bireysel yani her bebeğin ihtiyacına göre farklıdır. Çünkü Allah bunun için özel bir sistem yaratmıştır. Anne bebeğe dokunup sarıldıkça, annenin vücudu bebeği kolonize eden patojenlerle bağlantıya geçer ve annenin vücudu uygun antikorları ve bağışıklık hücrelerini üretir.

Erken doğum yapan annelerin sütünde ise mucizevi bir şekilde, bebeğin ihtiyacına yönelik olarak daha fazla yağ, protein, sodyum, klorür ve demir bulunur. Nitekim kendi annelerinin sütüyle beslenen erken doğan (prematüre) bebeklerde, göz işlevlerinin daha iyi gelişmesi, zeka testlerinde daha başarılı olma gibi pek çok üstünlük tespit edilmiştir.

Anne sütünde çok az miktarda demir vardır. Çünkü demir bakteriler ve boğaz florası için bir işarettir; eğer sütte çok fazla demir olsaydı, bu enfeksiyona neden olabilirdi.
Allah bebek için bebeğin hastalıklarına özel tedaviler ve ilaç içeren özel bir besin yaratmaktadır. Bu ilacın üretim merkezi ise anne vücududur. Anne vücudu sadece bebek ile ilgilenerek istilacıları tespit eder. Bu durum tesadüflerle asla açıklanamayacak kadar kusursuzdur. Şüphesiz ki Allah bebek ve anne arasında çok özel bir bağ yaratır. Ayette şöyle buyrulur:

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. "Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır."” (Lokman Suresi, 14).

Anne sütü, bebeğin en kolay sindirebileceği besindir. Çok zengin gıda içeriği olmasına karşın, bebeklerin hassas sistemlerine uygun olarak sindirimi kolaydır. Böylece bebek, besinlerin sindirilmesine daha az enerji kullandığı için, enerjisini diğer vücut faaliyetlerine, büyümeye ve organlarının gelişimine harcamış olur.

İdeal sıcaklığı ile her an hazır olan anne sütü, içinde bulunan şeker ve yağ ile beyin gelişiminde de önemli bir rol oynar. Bunun yanı sıra içeriğindeki kalsiyum gibi elementler, bebeğin kemik gelişiminde büyük bir pay sahibidir. Bu mucizevi karışım süt olarak adlandırılmasına rağmen, aslında anne sütünün %90'ı sudan oluşmaktadır. Bu da son derece önemli bir özelliktir. Çünkü bebeklerin besinin yanı sıra sıvı olarak suya da ihtiyaçları vardır. Anne sütü haricinde alınacak su ya da diğer yabancı maddelerin tam anlamda hijyeni sağlanamayabilir. Ancak %90'ı su olan anne sütü ile bebeğin su ihtiyacı da en hijyenik şekilde karşılanmaktadır.

Hamlet Dünyada Şu Ana Kadar Üretilmiş En Etkili İlaçtır

1- Çok geniş bir çeşitlilikte tümör hücresini öldürür. Ancak sağlıklı ve olgun hücrelere dokunmaz.

2- 40’dan fazla tümör hücresini, ilaçlarla tedavi edilmesi en zor olanlar dahil, öldürür.

3- Doğal ve toksik olmayan bir mekanizma ile tümör hücrelerini öldürür. Bu nedenle, kanser ilaçlarının aksine, sağlıklı dokulara zarar vermez.

4- İnsan sütünde doğal olarak bulunur ve anne sütü ile beslenen çocuklarda ve annelerinde daha düşük kanser riski sağlar.

Anne sütünü ve bu süt içinde önemli bir protein olan hamleti en güçlü ilaçlardan biri olarak sonsuz akıl sahibi Yüce Allah yaratmıştır. Rabbimiz’in Şafi  (şifa veren) sıfatı bir ayette şöyle bildirilmektedir: 

“Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur;” (Şuara Suresi, 80)


Duygusal Tepkileri Yönlendiren Bölge “AMİGDALA”


Bilimsel araştırmalar beynimizdeki amigdala bölgesinin kişisel davranışlardan sorumlu olduğunu saptamıştır...

Yüce Allah insanların ruh yapısını çok farklı olarak yaratmıştır. Her insanın heyecan duyduğu uğraşılar ve sosyal ilişkiler birbirinden farklıdır. İlmin tek sahibi olan Allah, her insanın ruhunda farklı olarak yarattığı bu duygulara ise beynimizdeki “amigdala” isimli bir bölgeyi vesile kılmıştır. 

Beynimizin içinde bulunan “amigdala” bölgesi; korku, güven ve sosyal ilişki kurma gibi davranışlardan sorumlu bir bölgedir. Amigdala insanlarda limbik halkanın altında, beyin sapının üzerinde bulunan ve birbirleri ile bağlantılı yapılardan oluşan badem şeklinde bir kütledir. Sağ ve sol olmak üzere iki lobdan oluşmuştur. Bu bölge, çevremizdeki sinyalleri yakalayarak anında neye, nasıl tepki verip-vermeyeceğimizi belirlemede bize yardımcı olur. 

Beynimizin Amigdala Bölgesi Duygusal Tepkilerin Kaynağıdır 

Yüce Allah dış dünyaya ait beynimize gelen bilgilerin % 80’lik kısmını görme organımız aracılığı ile gerçekleştirir. Lens tarafından retinada odaklanan görüntü, elektrik sinyallerine dönüştürüldükten sonra saniyenin binde biri gibi bir zaman diliminde, optik sinirler aracılığıyla beyne ulaştırılır. Her iki gözden ayrı ayrı elde edilen sinyaller, bakılan cisme ait bütün özellikleri içerir. Beyin de iki gözden gelen görüntüleri tek bir görüntü halinde birleştirir. Nesnenin biçimini ve rengini ayırt eder, ne kadar uzakta olduğunu saptar. Kısacası nesneleri gören göz değil beyindir. Gözlerden gelen elektrik sinyalleri beynin arka kabuğunda yer alan primer görme alanına ulaşır. Bu merkez 2.5 milimetre kalınlığında ve birkaç santim genişliğindedir. Altı tabaka halinde yüz milyon nöron (sinir hücresi) içerir. Uyarı önce dördüncü tabakaya gelir. Burada analiz edildikten sonra diğer tabakalara dağılır. Bu merkezde her nöron bin kadar nörondan uyarı alır ve bin kadar nörona uyarı gönderir. 

Görsel sinyaller retinadan sinirler aracılığı ile beynimizin talamus bölümüne iletilirken beyin görüntüye yönelik tepkileri de belirler. Eğer tepki duygusal ise duygu repertuvarının kaynağı olan amigdalaya baş vurulur. Retinadan iletilen bilginin potansiyeli (şok edici durumlar) yüklü ise bu defa talamusa ulaşan bilgilerden bir kısmı direkt amigdalaya geçer ve hemen duygusal tepkinin başlamasına neden olur. Bu noktada görsel korteksin ne olup bittiğini anlamasına fırsat yoktur. Bundan sonra korteksin yapabileceği tek şey amigdalanın emrettiği tepkileri oluşturmaktır. 

Bireysel Davranışların Temeli Beyindeki Amigdala Bölgesi Olabilir mi? 

Bilimsel araştırmalar beynimizdeki amigdala bölgesinin kişisel davranışlardan sorumlu olduğunu saptamıştır. Bir tehlikeye maruz kaldığımız zaman “Bu benim nefret ettiğim bir şey mi? Bu bana zarar verir mi? Bu benim korktuğum bir şey mi?” gibi sorularla beyin uyarılır ve eğer bu soruların cevabı ‘’evet’’ ise, amigdala sinirsel bir alarm şeklinde anında tepkiler verir ve beynin geriye kalan kısımlarına, “kriz var” mesajını iletir. Amigdalanın beyinle zengin bir iletişim ağı mevcuttur. Acil bir durumda beynin büyük bir bölümünü kontrol eder ve yönlendirir. Limbik sistemdeki yapılar öğrenme ve hatırlama süreçlerinin, amigdala ise duygusal durumların uzmanıdır. 

Duygusal tepkilerimizi amigdala bölgesinin yönettiğinin bilinmesine rağmen, amigdalanın henüz tüm işlevleri tam olarak bilinmemektedir. Bilim adamları şu sorulara hala cevap verememişlerdir: 

- Beyin duygusal görüntüyü nasıl ayırt eder ve amigdalaya göndermesi gerektiğini nereden bilir? 

- Amigdala tüm insanlarda hemen hemen aynı yapıda olmasına rağmen, insanların aldıkları riskler, korku eşikleri, sosyal tercihleri neden farklıdır? 

Bilim adamları bu değişimleri “Neurod2” adlı bir gene bağlamışlardır. Çünkü kobaylar üzerinde yapılan deneylerde, beynin amigdala bölgesindeki geni eksilttiklerinde, kobayların korku duygularında azalma olduğunu ve büyük risklere girmeye başladıklarını saptamışlardır. İnsanda da bu gen vardır. Fakat bu noktada cevaplanması gereken sorular vardır: 

Risk alıp almamamızı, arkadaş sayısı tercihimizi, hobilerimiz ve zevklerimizi bu gen ve bu genin oluşturduğu genetik şifreleme belirleyebilir mi? Diğer bir ifadeyle karakterimizi ve duygusal tercihlerimizi beynin içindeki küçücük bir et parçası belirleyebilir mi? Elbette ki bu soruların cevabı “hayır”dır. 

Peki duygularımızı asıl belirleyen nedir? 

Bireysel Davranışlarımızın Kaynağı Amigdala Değil, Ruhtur 

Duyularımız elektrik sinyalleri yoluyla oluşur. Peki bu sinyalleri yorumlayıp, onları tanıdığımız bir dostumuza, güzel bir çiçeğe, uçsuz bucaksız bir manzaraya, annemize, sokakta oynayan çocuklara, sevince, arkadaşlar arasında seçim yapmaya dönüştüren beynimiz ve beynimizdeki amigdala bölgesi midir? 

Teknik anlamda sinyallerin beyinde yorumlandığı doğrudur. Materyalistler buradan yola çıkarak, bir beynin içindeki nöronlardan ibaret olduğumuzu ve yaşadığımız dünyanın bu nöronların birbirleri ile olan iletişiminin bir sonucu olduğunu iddia ederler. Düşünen, gülen, sevinen, karşısındaki insanı tanıyan, yorum yapabilen varlığın, DNA’yı keşfeden materyalist evrimci fizikçi Francis Crick’in deyimiyle, sözde “bir nöron yığını” olduğunu savunurlar. (http://www.bbc.co.uk/radio4/reith2003/lecture1.shtml) Bir materyalist için insanın nasıl düşündüğü ve algılardan nasıl anlam çıkardığı önemli değildir. Önemli değildir, çünkü bunlar için yapabileceği bir açıklama yoktur. Ona göre her şey, maddesel anlamda incelenmelidir. Oysa bu, insanları Allah inancından uzaklaştırmak için ortaya atılmış büyük bir yalandır. Çünkü insanın sahip olduğu bilincin sahibi beyin değil ruhtur. Beynin içindeki görüntüyü “görüyorum” diyen, beyninin içindeki sesleri “duyuyorum” diyen, kendi varlığının şuurunda olan bilinç sahibi varlık, Allah’ın insana vermiş olduğu ruhtur. Materyalist zihniyet, işte bu gerçeğin bilinmesinden, bu gerçeğin fark edilmesinden çekinmektedir. Materyalist bilim adamlarının “hala çözümlenemeyen bilinç” iddialarının temel sebebi budur. Ruhun mutlak varlığı, ruhu insana verenin Allah olduğu gerçeği, onların tüm materyalist inançlarını ve iddialarını altüst etmektedir. Her ne kadar “açıklamasız” damgası vurmaya çalışsalar da, bilincin kaynağının ruh olduğu, insana ait gerçekliğin, “ben benim” diyen varlığın ruhuna ait olduğu, açık ve tartışılmaz bir gerçektir. Allah, Kuran’da, insanı önce bedenen yarattığını, sonra da ona “ruhundan üflediğini” bildirmiştir: 

“Hani Rabbin meleklere demişti: “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona Ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın.”” (Hicr Suresi, 28 - 29) 

Amigdala Bölgesi Olmazsa Neler Olur? 

Amigdalası alınan genç bir insanın yaşamı; olayların duygusal anlamını değerlendirmekte yetersizlik, bir anlamda duygusal bir körlük haline dönüştüğü için büyük ölçüde değişmiştir. 

Bu kişi insanlarla iç içe yaşamayı seven, çok iyi konuşabilen bir yapıya sahip iken, yakın arkadaşlarına karşı kayıtsız kalarak, hatta anne ve babasını tanıyamaz bir halde, herkesten uzak yapayalnız yaşamayı tercih etmiştir. 

Bu kişide bütün duyguların yerini büyük bir sessizlik ve duygusuzluk halinin aldığı gözlemlenmiştir. 

Otizm Hastalığının Sebeplerinden Biri Bu Kişilerin Amigdalalarında Daha Az Sinir Hücresi Bulunmasıdır 

Beynin derinlerine yerleşmiş ve badem şeklinde bir oluşum olan amigdala, başka insanların duygularını anlamamızda yardımcı olan bir bölgedir. Araştırmalar bölgenin özellikle otizmdeki korku duygusunda önemli bir rolü olduğunu göstermektedir. Ancak bilim adamları bu bölgenin çeşitli zihinsel durumlarla da ilişkili olduğunu düşünmektedirler. 

Örneğin sosyal ilişkilerden kaçınma ve başkalarının duygularını anlayamama gibi özellikleri olan otizm hastalığına sahip insanların amigdalalarının normalden daha az sayıda sinir hücresi içerdiği belirlenmiştir. Ancak yağ, su ve proteinlerin oluşturduğu bir yapının insanın benliğini meydana getirmesi, insanı algılayan, düşünen, sevinen, tepki veren, gurur duyan, heyecanlanan, korkan, sosyal ilişkiler kuran bir varlık yapması kuşkusuz ki mümkün değildir. Göze ihtiyaç duymadan görebilen, kulağa ihtiyaç duymadan işitebilen, beyne ihtiyaç duymadan düşünebilen, insanın “ruhudur”.


Kelebeklerdeki Evrimsel Değişim İnancı


Sanayi Devrimi kelebekleri hikayesi gibi bilimsel delillerle açıkça çelişen bir hikayeye, Darwinizm'e bağlılık uğruna inanılmaya devam edilmektedir...

Darwinizm'in temelinde doğal seleksiyon kavramı yatar. Charles Darwin'in teorisini açıkladığı kitabının başlığında bile vurgulanan iddia budur: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla". Darwin'den bu yana, evrimcilerin en büyük çabası işte bu iddiayı delillendirmek olmuştur. 

Darwinizm'in önde gelen sözcülerinden dil bilimci Steven Pinker, doğal seleksiyonun evrimciler açısından taşıdığı anlamı şu sözlerle dile getirir: "Hiçbir delil olmasa bile, alternatif olmadığı için, bu gezegendeki hayatın açıklaması olarak doğal seleksiyonu hemen hemen kabul etmeliyiz."  (Steven Pinker, How the Mind Works, Penguin: London, 1998, s. 162-163.)

Pinker, Zihin Nasıl Çalışır? adlı kitabında, doğal seleksiyonla evrimleşmenin ilk örneği olarak da kelebeklerdeki melanizm hikayesini gösterir. Oysa bu, buraya kadar anlattığımız gibi, bilimsel değeri olmayan bir hikayeden başka bir şey değildir. Ancak evrimciler, doğruluğuna dair bir bilgi yok iken, Pinker'ın yaptığı gibi evrimi doğru varsaymakta ve herşeyi bu kabule uydurmaya çalışmaktadırlar. Durum böyle olunca da, Sanayi Devrimi kelebekleri hikayesi gibi bilimsel delillerle açıkça çelişen bir hikayeye, Darwinizm'e bağlılık uğruna inanılmaya devam edilmektedir.

Söz konusu hikayenin doğru varsayılmış bir inanç olduğuna, Amerikalı biyolog Dr. Jonathan Wells şöyle dikkat çekmektedir: 

"... Bir parça dürüst olan hiçbir bilim adamı karabiberli kelebekler efsanesini "doğal seleksiyonun temel bir örneği" olarak göstermeyecektir. Delil olmadan, karabiberli kelebeklerdeki melanizmin doğal seleksiyondan kaynaklandığı iddiası, bir inanç ifadesidir, bilimsel bir çıkarım değildir." (Jonathan Wells, "Significance of the Peppered Moth Argument", Access Research Network, 2000, http://ğ.arn.org/docs/wells/jw_significancepm.htm.)

Wells, Evrimin İkonları adlı kitabında, söz konusu hikayeye özel bir yer ayırmış ve vardığı sonucu şöyle açıklamıştır:

"1986'da evrimci Biyolog John Endler, şimdi alanında bir klasik olarak kabul edilen, Doğal Hayattaki Doğal Seleksiyon adlı bir kitap yazdı. O zamanlar, Endler karabiberli kelebek hikayesinde ortaya çıkarılan problemlerin farkında değildi; bu yüzden onu, doğal seleksiyonun nedeninin bilindiği birkaç vakadan biri olarak listeye yazdı. Fakat "doğal seleksiyon konusundaki hızlı ve gelişigüzel araştırmaların vaktinin geçtiğini" de ifade etti. Çoğu araştırmacı "sadece doğal seleksiyonun gerçekleştiğini göstermekle tatmin olduğu" halde, Endler, "bu, bir kimyasal reaksiyonu göstermeye ve sonra onun nedenleri ve mekanizmalarını araştırmamaya eşdeğerdir. Doğal seleksiyonun, nedenleri ve mekanizmalarının bilgisinden yoksun sağlam bir gösterimi simyadan farklı değildir" şeklinde yazdı... Kettlewell'in doğal seleksiyon için delili hatalıdır ve değişimin gerçek nedenleri varsayıma dayalı kalmaktadır. Doğal seleksiyonun bilimsel bir gösterimi olarak -"Darwin'in kayıp delili" olarak- karabiberli kelebeklerdeki endüstri melanizmi simyadan farklı değildir." (Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing Inc., 2000, s. 155. (John Endler, Natural Selection in the Wild, Princeton, NJ: Princeton University Press, 1986, s.164))

Ortaçağ'da simyacılar bakırı çeşitli madenlerle karıştırıyorlar ve deneme yanılma yöntemiyle bakırı altına dönüştürebileceklerine inanıyorlardı. Ancak bilim, ne kadar deneme yaparlarsa yapsınlar simyacıların başarısız olacağını, bunun bir hayal olduğunu açıkça ortaya koydu. Doğal seleksiyon ve mutasyon mekanizmaları ile türlerin kökenini açıklamaya çalışan evrimciler de, simyacıların akıbetine uğramaktadırlar. Bilimsel bulgular Darwinistlerin beklentilerini boşa çıkarmakta ve delillerinin geçersizliğini kanıtlamaktadır. Evrimci varsayımların aksine, bu mekanizmalar bir türü başka bir türe dönüştürme gibi özelliklere sahip değildir. Her fırsatta doğal seleksiyonla evrimleşme tezine örnek olarak verilen Sanayi Devrimi kelebekleri hikayesi de unutulmayacak evrimci yanılgılardan biri olmuştur. 

Kelebek Her Zaman Kelebek Olarak Kalmıştır

Kettlewell'in hikayesini kabul etsek bile, varılan sonuç yalnızca şudur: Sanayi Devriminden yıllarca önce, İngiltere'de, Biston betularia türü kelebeklerin içinde koyu renkli formlar zaten mevcuttu; açık renkli bireyler popülasyonun çoğunluğunu oluşturmakta, koyu renkliler ise azınlıkta kalmaktaydı. Sanayi Devrimiyle birlikte artan hava kirliliği sonucunda, bu durum tersine döndü ve koyu renkli formlar bu canlı topluluğunun çoğunluğunu teşkil etti. 1950'li yıllarda, çevre kirliliğini önleyici yasaların yürürlüğe girmesinin ve kirliliğin azalmasının ardından oranlar yine değişti; açık renkli bireyler, Sanayi Devrimi öncesinde olduğu gibi, kelebek popülasyonunda çoğunluk kazandı. 

Açıkça anlaşılmaktadır ki değişiklik, kelebeğin renginde değil sayısındadır ve bu durum hiçbir zaman evrime delil olarak öne sürülemez. Açık ve koyu renklerdeki çeşitli Biston betularia kelebekleri, gözlemler başladığından bu yana, yaklaşık iki yüzyıldır vardır. Farklı renklerdeki kelebek bireyleri kendi aralarında çiftleşmektedir. Bu kelebek popülasyonunun gen havuzu, başından itibaren çeşitli renklere ait gen bileşimlerini içermektedir. Yani, Endüstri Devrimi ile başlayan olaylar sonucunda gen bilgisi gelişmemiş ve yeni genler ortaya çıkmamıştır. Biston betularia türü kelebek her dönemde aynı tür olarak kalmaktadır, bir türün başka bir türe değişimi gibi bir şey söz konusu değildir. 

Şüphesiz sözü edilen durumda, evrimleşme örneği olarak tanımlanabilecek bir olay yoktur. Darwinizm'in bazı savunucuları da zaten bu apaçık gerçeği kabul etmektedirler. Örneğin tanınmış İngiliz Biyolog ve evrimci Harrison Matthews, Darwin'in Türlerin Kökeni kitabının 1971 baskısında yazdığı önsözde, bu konuda şunları söyler:

"... (Kelebek) deneyleri gelişme halindeki evrimi kanıtlamaz, çünkü açık, orta veya koyu renkli formların popülasyon içindeki yoğunluğu değişmekle beraber, bütün kelebekler baştan sona Biston betularia olarak kalmaktadır." (L. Harrison Matthews, "Darwin'in Türlerin Kökeni kitabının 1971 baskısında yazdığı önsözde", J.M. Detn & Sons Ltd, London, s. xi.)
Kısacası, söz konusu kelebek türünün farklı renkleri, bir genetik varyasyon örneğidir. Değişen çevre koşulları, kelebeklerde yeni genetik bilgi ve yeni özellikler ortaya çıkarmamıştır. Açık renkli kelebeklerin temiz çevrelere, koyu renklilerin ise kirliliğin yoğun olduğu ortamlara daha iyi uyum sağladıkları bir gerçektir. Ama bunun doğal seleksiyondan kaynaklandığı bugüne kadar bilimsel olarak kanıtlanamamıştır.

Kaldı ki kelebeklerdeki melanizmin herhangi bir nedenden dolayı doğal seleksiyona bağlı olduğu kanıtlansa da, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Zira doğal seleksiyon sadece bir popülasyon içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireyleri ayıklar; yeni canlı türleri ya da yeni organlar ortaya çıkaramaz. Yani doğal seleksiyonun evrimleştirici bir gücü yoktur. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, Vural yayıncılık, İstanbul, 2000.)
Varyasyon ve doğal seleksiyon olguları, Darwin'in düşündüğü tarzda evrimi açıklamaktan çok, yaratılışın öngördüğü ve işlemekte olan bir korunma prensibine harikulade bir örnek olmaktadır. Allah her çeşit canlıyı, varlığını sürdüreceği sistem ile yaratmıştır. Organizmanın genetik sistemi, özelliklerini (belirli sınırlarda) çevredeki değişmelere göre ayarlama fonksiyonuna da sahip olabilmektedir. Aksi takdirde, iklim, besin kaynağı gibi faktörlerdeki küçük bir değişme o canlının sonu olabilir.

In the absence of love for Allah, the spouses would not be attracted to each other

Mr. Adnan Oktar; 'I am the sword of science against bigotry and sedition'




Mr. Adnan Oktar: "I am the sword of science against bigotry and sedition"

Excerpt from Mr. Adnan Oktar's Live Interview on A9 TV dated November 14th, 2011

ADNAN OKTAR: "Dear manager, I have just noticed your broadcasts. May it bring goodness. I congratulate you. Generally Islamist views are fanatical but I have not found you to be like that. Regards, Haluk Yildiz."

Yes, I am not fanatical I actually am an expander [of vision], insha'Allah. I am on the side of freedom, I am on the side of democracy. I side with love, I side with excitement and candidness, I side with everything that is beautiful and good. I side with the truth, with enthusiasm, with aesthetics and art. Consequently I side with the essence and truth of Islam.  And I am the sword of science against bigotry insha'Allah. I am the sword of science against sedition insha'Allah. 

Response to those who claim that "there is no Darwinist-materialist dominion around the world"




Response to those who claim that "there is no Darwinist-materialist dominion around the world"

Excerpt from Mr. Adnan Oktar's Live Interview on A9 TV dated November 17th, 2011

ADNAN OKTAR: Our sister Gul from France says that she cannot perform her prayers at school. And some people claim that there is no Darwinist-materialist dominion; yet see that this young girl says that she cannot perform her prayers at school. Right? Youngsters cannot say "Allah exists" in their schools, they are not able to say "Darwin was mistaken, he was wrong" as they would fail their classes [if they do so]. That is the reason why we are striking such big blows on Darwinism with all our might.  

Mehmet Zahit Kotku




Mehmet Zahid Kotku was  one of the greatest Islamic scholars of the 20th Century, who spent many years helping to spread Islamic moral values and  a blessed individual who illuminated our age.

He was born in Bursa, Turkey, in 1897.

His family came from Nuha, an old khanate center attached to Şirvân. They migrated to Anatolia from this region, at the foot of a mountain in the Caucasus, during the Ottoman-Russian War.

Mehmet Zahid Kotku entered the Gümüşhane Dervish Lodge in 1917, attaching himself to Sheikh Ömer Ziyaeddin Efendi. Upon his death, Mehmet Zahid Kotku continued his spiritual instruction with Mustafa Fevzi Efendi of Tekirdağ, the sheikh of the Gümüşhânevî Dervish Convent, and became one of his leading students.

During his discourses which were instrumental in the guidance of many people, he expounded classic catechistic knowledge using new and contemporary evidence, and also related verses of the Qur’an and hadiths of our Prophet (saas).

Zahid Kotku had a prodigious   memory; his language was very moderate and had a strong emotional impact. He spoke to the public in a highly  effective manner; he always allowed the other person to put forward his point of view, and he listened to them as if he heard them for the first time (even if he certainly knew them all), and he always gave thoughtful, meaningful and accessible replies.
His conversation was very pleasant and his sermons were extraordinarily awe inspiring. He used to give improvised speeches, raise his voice when preaching, and spoke with great fervor and excitement.

ZAHİT KOTKU: There is a certain kind of light in that remembrance of Allah of those who remember Him. There is might in that remembrance of Allah. It cleanses all the filth in hearts. The heart of that servant who remembers Him with His name “Allah” fills with light. Cruelty finds no place where there is light. Wickedness finds no place where there is no cruelty.

In various passages he refers to the need, not just to know, but to apply the knowledge one has to life.

Mehmed Zahid Kotku described how it is only possible to cleanse the soul, to rid it of dirt and rust, by self-sacrifice, in short “by spending on the path of Allah.” He led the way to the founding of the Hakyol [True Path] Education, Charity and Friendship Foundation  for that purpose.

The fact that "Muslims are brothers,” constituted the essence of his advice.  As a requirement of that brotherhood, he wanted to see service fully implemented.


Muslims’ most important hope is the foundation of an Islamic Union. The Master expressed that hope as follows:
"Insha’Allah, very soon ... other Muslims will also attain their freedom, after which they will all come together, help one another and become the greatest and most indestructible state." (Mehmet Zait Kotku, Paths of Paradise, Seha N. Istanbul 1985, p. 207)

The worthy scholar Mehmed Zaid Kotku passed away on the  13th of  November, 1980. In one of his discourses he said the following regarding the subject matter  of the Hazrat Mahdi (pbuh):
“O My People, I tell you the good news of a Mahdi. There will be terrible days in your times. But I tell you the good news of a better day after those terrible times.. "
" Listen well. This individual will appear when ‘People have fallen into dispute, in a time of earthquakes, disasters and rebellions and revolts. This individual will come. With the coming of this person, the world will overflow with justice. Everywhere will be filled with justice. Everyone will enjoy justice, comfort and peace of mind, as in the time of Hazrat Umar’.” 
 ‘In the same way you suffered cruelty, oppression and disasters, so there will be the opposite, his justice.  The Angels in the sky will be pleased with him. The saints will be pleased with him, and everyone in the world will be pleased with him. Goods will be distributed justly with “equity.” 

İnsan Yüzündeki Barkod Sistemi




İNSAN YÜZÜNDEKİ BARKOD SİSTEMİ

Anneniz, babanız, arkadaşınız ya da çocuğunuz.
Her birinin yüzündeki ayrıntıları ezbere biliyorsunuz değil mi?
Onları görür görmez tanıyorsunuz.

Yüzler ne kadar çeşitli ve ortam ne kadar kalabalık olursa olsun tanıdığımız birinin yüzünü fark etmemiz sadece birkaç saniye alır.
Peki beyindeki bu yüz tanıma süreci nasıl gerçekleşir?
 
Yüce Allah'ın benzersiz çeşitlilikteki yaratma sanatının bir tecellisi olarak, insanların her biri farklı bir yüze sahiptir.
Yüzün tanınma süreci görsel kortekste gerçekleşen oldukça kompleks bir süreçtir. Yapılan araştırmalarda, yüzün beyin tarafından okunabilen bir barkod sistemine sahip olduğu keşfedilmiştir. 
Bu sisteme göre; 
- İlk önce kaşlar, gözler, dudaklar gibi yatay çizgi oluşturan özellikler beyin tarafından algılanır. Sonra, bu çizgiler siyah ve beyaz renklerde kodlanır.
- Cilt ve yanaklar parlaklıkları nedeniyle beyaz olarak, dudaklarımız kaşlarımız ve göz çukurlarımızın da gölgelikleri nedeniyle siyah olarak kodlanır. Bu şekildeki yatay bilgi çizgileri, süper­market barkodlarına benzer.

Bu işlemler saniyeden çok daha kısa bir zaman içinde gerçekleşir ve siz gördüğünüz yüzleri tanırsınız.
barkod sisteminin kullanılması da örneksiz olarak yaratan, herşeyi en ince ayrıntısına kadar düzenleyen Rabbimiz'in ilminin bir tecellisidir. 
"Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir."(Bakara Suresi, 117) 
Ne kadar çok sayıda hızlı hareket eden cisimlerin bulunduğu ortamda olursanız olun bu sistem işler.  Üstelik bu tanıma işlemi sırasında göz mükemmel bir netlikte görüntü sağlar. En kaliteli fotograf makinesi bile olsa bu netliği yakalayamaz.
Ürünlerin alım satımında kolaylık sağlayan barkod sistemi, uzun yıllar eğitim gören bilim adamlarının önemli bir teknolojik buluşu olarak kabul edilir. Oysa bizlerin yeni kullanmaya başladığı bu sistem, yüzümüzde ilk yaratıldığımız andan beri vardır.

PEKİ YA BU SİSTEM İŞLEMESEYDİ?

Yüz körlüğü olarak da adlandırılan Prosopagnosia (prosopagnozya) hastalığında kişiler insan yüzlerini ayırt edemezler. Bu hastalığa sahip kişiler baktıklarının bir yüz olduğunu  tanıyabilir fakat yüzün kime ait olduğunu bilemezler. Çok  yakınlarını hatta aynada kendi yüzlerini bile tanıyamazlar.
Örneğin bu kişi geçirdiği bir beyin ameliyatı sonrasında insan yüzlerini algılama kabiliyetini kaybetmiş.
Kendi cümleleriyle durumunu şöyle anlatıyor:
-Yüzleri hatırlamadığımı anlamamı sağlayan olaylardan birinde oğlum bir dükkanın önünde iki arkadaşıyla oturuyordu. Bu üç çocuk çocuktan birini muhakkak tanımam gerekir dedim. Yüzleri bakarak onlara doğru yürüdüm. Kim oldukları hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ta ki bir tanesi bana merhaba baba diyene kadar.
- Ne kadar iyi tanırsam tanıyayım, aradığım bir kişiyi bulmak şu anda benim için imkansız.
Şu an izlediğiniz bayan da profesyonel bir fotoğrafçı ancak geçirdiği kaza sonucu yüzleri tanıyamıyor.  Şu an resmini çektiği kişi annesi  ancak onu diğer insanlardan farklı kılan yüzünü ayıredemiyor.
Sonradan kendisine 4 tane bayan resmi gösteriliyor ancak içlerinden hangisi annesinin resmi,  onu tanıyamıyor. Kendisine ünlü kişilerin resmi gösteriliyor, hiç birisinin kim olduğu hakkında fikri yok. Ve en şaşırtıcı olanı kendi resmi gösterildiğinde kendisini bile tanıyamaması.  
Buradan da açıkça görülmektedir ki eğer beyninizde gereken işlemler sürekli olarak yapılmasaydı, ne içinde yaşıyorum dediğiniz çevrenizi ne de sevdiklerinizi tanıyamazdınız.
Az önce izlediğimiz adamın şu sözleri, bize bu gerçeğin önemini bir kez daha hatırlatmaktadır:
"İnsan yüzlerini tanıyabilmenin ne kadar önemli bir şey olduğunu bu algımı kaybedene dek anlayamamışım."
Şu gerçeği sakın unutmayın. Her an her şey, karşımıza çıkan her görüntü ancak Allah'ın dilemesiyle yaratılır. İnsan kendi bedeninde böyle hesapların otomatik olarak yapıldığını bile fark etmez. Oysa doğduğu andan itibaren bu kusursuz sistem işlemeye devam eder. Allah insana bildiği ve bilmediği pek çok nimet vermiştir. 

O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Mü'minun Suresi, 78)

Hz. Mehdi (a.s.)’ın Talebelerinin Üstün Özellikleri 8. Bölüm




Hz. Mehdi (a.s.)’ın Talebelerinin Üstün Özellikleri


8. BÖLÜM

Hz. Mehdi (a.s.)’ın Talebeleri Seçilmiş Kişiler Olacaklardır

Hz. Mehdi (a.s.)’ın talebeleri, yaşadıkları toplumda son derece seçkin kişiler olacaklardır.
Hz. Mehdi (a.s.)’ın yardımcıları ASİL VE EĞİTİMLİ OLACAKLAR. (El-Melahim ve el Fitan, sayfa:205)
Bir diğer hadiste Hz. Mehdi (a.s.)’ın yanına çok fazla sayıda kişinin geleceğine, ancak bu kişilerin büyük çoğunluğunun eleneceğine de dikkat çekilmiştir. Çünkü Hz. Mehdi (a.s.) çok fedakarlık gerektirecek, zorlu bir ilmi mücadele içinde olacaktır. Bu ortamda Hz. Mehdi (a.s.)’nin talebeleri doğal olarak elenecekler ve az sayıda seçkin kişiden ibaret kalacaklardır. 
O’nun yanına gelenler kaçınılmaz olarak SEÇİLECEKLER, AYRILACAKLAR VE ELENECEKLER. BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU BU ELEMEDEN GEÇEMEYECEK. (Gaybet’ül Numani, Bölüm 12, Sayfa 299)
Ebu Basîr der ki: İmam Muhammed Bakır şöyle buyurdu: "... TEMİZLENECEK VE AYIKLANACAK, ÖYLE Kİ İÇLERİNDE FİTNELERİN ASLA ZARAR VERMEDİĞİ BİR TOPLULUK KALACAKTIR." (Gaybet-i Numani, s. 245)

Hz. Mehdi (a.s.)’ın Talebeleri Birbirlerine Çok Benzeyecekler, Dışarıdan Bakanlar Onları Kardeş Zannedeceklerdir

“Onları görüyor gibiyim; AYNI RENK, AYNI BOY, YÜZLERİ AYNI VE ELBİSELERİ DE AYNI… olarak Hazret-i Mehdi (a.s.)’a biat ederler.” (İbn Tavus, el-Melahimu ve’l-Fiten, s.122)
ADNAN OKTAR: “Onları görüyor gibiyim.” Hadis. “Aynı renk, aynı boy, yüzleri aynı, elbiseleri de aynı olarak, Hz. Mehdi (a.s.)’a biat ederler.” Talebeleri baktın mı birbirlerine çok benziyorlar. Genel olarak hep böyle kaliteli, seçkin, “birbirine benzeyen gençlerden oluşacak” diyor Peygamberimiz (s.a.v.). Baktın mı mesela -kız olsun erkek olsun- “Kardeş misiniz siz?” “Bu benzerlik nasıl oluyor?” gibi bir durum olacağını söylüyor Peygamberimiz (s.a.v), “o kadar çok benzeyecekler” diyor.”
(20 Kasım 2010, Kahramanmaraş Aksu ve Gaziantep Olay TV)

Hz. Mehdi (a.s.) ve Talebeleri Çok Akıllı Olmaları ve Şık Giyimleri ile Dikkat Çekeceklerdir

“Doğu tarafından gelen ve DEHA SAHİBLERİ (ÇOK AKILLI, ÇOK ZEKİ VE ANLAYIŞLI, GENİŞ FİKİRLİ) OLDUKLARI HALDE, KIYAFETLERİNE İNSANLARIN TAACCÜB ETTİKLERİ (hayranlıkla baktıkları) kimselerin zuhur ettiğini işittiğinizde, işte o zaman muhakkak kıyametin gölgesi üzerinize düşmüştür.” (Nuaym bin Hammad Kitab-ul Fiten-121)
Hadiste Peygamberimiz (s.a.v.), “deha sahipleri” ifadesiyle, Hz. Mehdi (a.s.) ve talebelerinin zeka ve anlayış olarak bir insanın ulaşacağı son noktaya ulaşmış, yüksek akıllı insanlar olduklarına dikkat çekmiştir. Ayrıca hadiste; Hz. Mehdi (a.s.) ve talebelerinin; kendi dönemlerinde yaşayan diğer Müslümanların geleneksel giyim tarzlarından farklı, temiz güzel ve şık bir giyim stilleri olduğu da belirtilmektedir.

Müslüman Vaiz Yusuf Estes Sayın Adnan Oktar'ı ve eserlerini anlatıyor (2. bölüm)

Uygur Türkü çocuğa yapılan zulüm

Tataristan'da yapılan konferans

Suriyeli askerden ürpertici itiraf: Silahsız kadın ve çocukların, masum insanların üzerine ateş açmamız istendi

Şeyh Shabir Ally Kanada İslami Bilgi Merkezi Başkanı, Sayın Adnan Oktar'ı anlatıyor

Hutbe-i Şamiye'de ve hadislerde Hz. Mehdi (a.s)' ın geleceğine dair işaretler

Risalelerde değiştirilen sözler

Nihat Hatipoğlu, dünyada yaşanan zulümleri görmezden geliyor

Mısır'da namaz kılan Müslümanlar

Bediüzzaman Hazretleri; Hz. Mehdi (a.s.) Bediüzzaman'dan sonra gelecektir

Çin'de Komünist Parti'ye karşı ayaklanma

Haman ve Eski Mısır yazıtları

Habertürk Bilinmeyen programında Serdar Ahmet Tan Hz. Hızır'ı anlatıyor

Evrimcilerin İtirafları

Titanic'teki ibret

Sayın Arif Aslan Hz. Mehdi (a.s)'ın şuan hayatta olduğunu anlatıyor

Beyan Dergisi Kurucularından Ahmet Zeki Saruhan Bey; dergide Hazreti Mehdi ile ilgili yayınlanan herşeyden Cübbeli'nin haberi olduğunu anlatıyor

Ahit Sandığı Hazreti Mehdi (a.s.) zamanında bulunacaktır

"Seyyid Salih Özcan Hocaefendi; "Hz. Mehdi (a.s)'ın Ahirzaman'da zuhur edeceği konusunda Üstad'ın 12 vekili ortak kanaattedir."

Bediüzzaman'ın talebelerinden Tahir Gürdere Ağabey; kıyamet vakti konusunu anlatıyor

Bediüzzaman'ın talebelerinden Tahir Gürdere Ağabey; üstadın kerametlerini anlatıyor

Bediüzzaman'ın talebelerinden Sungur Ağabey; son asırda olduğumuzu anlatıyor

Bediüzzaman'ın talebelerinden Said Özdemir; Bediüzzaman'ın vasiyetini anlatıyor

Bediüzzaman; Büyük Mehdi'nin üç vazifesinin Ahirzaman' da yapılabileceğini anlatmıştır

Şeyh Ahmed Yasin Hazretleri; Hz. Mehdi (a.s)'dan bahsettiğim için tehdit ediyorlar.

Şeyh Ahmed Yasin Bursevi Hazretleri; Hz. Mehdi (a.s)'ı gördüğünü anlatıyor

Şeyh Ahmed Yasin Hazretleri; Hz. Mehdi (a.s)'a karşı çıkacak 70 bin sarıklı kişiyi anlatıyor

Şeyh Ahmed Yasin Hazretleri; Hz. Mehdi (a.s)'dan bahsettiğimiz için üzerimize saldırılar arttı

Hurafeciliğin hazin sonu

Mehmet Talu Hazretleri Ahirzaman'da olduğumuzu hatırlatıyor

Recep Tayyip Erdoğan ülkemizin bölünmesine müsaade etmeyeceğini anlatıyor

Adnan Menderes'in 1959 yılında sağ kurtulduğu uçak

Alparslan Türkeş diyor ki: "Devletler parasızlıktan değil, inançsızlıktan çökerler."

Alparslan Türkeş Türk milletinin bölünmezliğini anlatıyor

Alparslan Türkeş Komünizmin bir bela olduğunu anlatıyor

Şeyh Senad Agic'in Sayın Harun Yahya hakkındaki görüşleri

Şeyh Senad Agic diyor ki: Hz. Mehdi (a.s.) kesin gelecek inşaAllah

Irak'da meydana gelen olaylar Hz. Mehdi (a.s.)'ın geliş alametlerindendir

Hücredeki eşsiz üretim protein sentezi




Bolşevik Vahşetin Tarihi


Komünizm, bu "izm"lerin en kanlısı, en acımasızı ve en geniş çaplısıdır. 20. yüzyılda komünist rejimler veya örgütler tarafından öldürülen insan sayısı yaklaşık 120 milyondur...

20. yüzyıl insanlık tarihinin en kanlı dönemidir. Bu yüzyılda dünya savaşı, soykırım, toplama kampı, kimyasal silahlar, nükleer silahlar, bombardıman, gerilla savaşı, terör eylemleri gibi, daha önceki yüzyıllarda duyulmamış ve görülmemiş vahşet yöntemleri ortaya çıkmıştır. Bu yüzyılda saydığımız yöntemlerle öldürülen insanların sayısı, yüz milyonlarla ifade edilmektedir.  

20. yüzyılın bu kadar kanlı olmasının iki önemli nedeni vardır. Birincisi, gelişen teknolojinin eski devirlerdeki silahlara göre çok daha öldürücü silahların yapımına izin vermesidir. İkinci neden ise —ki asıl önemli olan budur— bu silahların kullanılmasına, hem de korkunç bir acımasızlıkla kullanılmasına neden olan ideolojilerdir. Temelleri 19. yüzyılda atılan çeşitli "izm"lerin kanlı hasadı 20. yüzyılda olmuştur.

Komünizm, bu "izm"lerin en kanlısı, en acımasızı ve en geniş çaplısıdır. 20. yüzyılda komünist rejimler veya örgütler tarafından öldürülen insan sayısı yaklaşık 120 milyondur. 120 milyon insan, sırf bu ideoloji uğruna idam edilmiş, toplama kamplarında ölesiye çalıştırılarak katledilmiş, "sürgün" adı altında evlerinden toplanıp Sibirya steplerinde yok edilmiş, kasten oluşturulan kıtlıklarla açlıktan öldürülmüş, en korkunç hapishanelerde en korkunç işkencelere uğratılmış, beyni yıkanmış komünist militanlar tarafından kurşuna dizilmiş, boğulmuş, boğazlanmış, parçalanmıştır. 

1917'de Rusya'da gerçekleşen kanlı Bolşevik Devrimi ile başlayan vahşet, önce yeni kurulan Sovyetler Birliği'nin geneline, ardından Doğu Avrupa'ya, Çin'e, Kore'ye, Vietnam'a, Kamboçya'ya, Latin Amerika ülkelerine, Küba'ya ve Afrika'ya yayılmıştır. 

Lenin'in Kanlı Devrimi 

Karl Marx, bir siyasi partinin veya hareketin lideri değildi. Sadece bir teorisyendi. İnsanlık tarihini diyalektik materyalizme göre kurallara oturtmaya uğraşmış, buna göre geçmişe yorumlar getirmiş ve gelecek hakkında kehanetlerde bulunmuştu. Marx'ın en büyük kehaneti ise devrimdi. Kapitalist düzenin ayaklanan işçiler tarafından yıkılacağını ve bu devrimle birlikte "sınıfsız toplum" doğacağını vaat etmişti. 

Marx 1883 yılında öldü. Aradan yıllar, hatta on yıllar geçmesine rağmen, Marx'ın haber verdiği devrim bir türlü gerçekleşmedi. Avrupalı kapitalist ülkelerde, devrim gerçekleşmesi bir yana, işçilerin çalışma ve hayat koşullarında kısmen de olsa iyileşme yaşandı ve işçi-burjuvazi gerilimi azaldı. Devrim gerçekleşmiyordu ve gerçekleşeceği de yoktu.

Bu ortam içinde, Marx'ın ölümünden yaklaşık 20 yıl sonra, bir başka önemli isim Rusya'da ortaya çıktı. Marxistler'in kurduğu Rus Sosyal Demokrat Partisi içinde giderek yükselen Vladimir İlyiç Lenin, Marxizm'e yeni bir yorum getirdi. Lenin'e göre, devrimin kendi kendine olması mümkün değildi, çünkü Avrupalı işçiler burjuvazi tarafından kendilerine sağlanan imkanlar tarafından oluşturulmuştu, diğer ülkelerde ise zaten kayda değer bir işçi sınıfı yoktu. Lenin bu duruma militan bir çözüm önerdi: Devrim, Marx'ın öngördüğü gibi işçiler tarafından değil, işçiler (yani Marxist literatüre göre "proleterya") adına hareket eden, profesyonel devrimcilerden oluşan, askeri bir disipline sahip "Komünist Parti" tarafından gerçekleştirilecekti. Komünist Parti, silahlı mücadele ve propaganda yöntemlerini kullanarak devrim gerçekleştirecek, iktidarı ele geçirdiği andan itibaren Lenin'in "proleterya diktatörlüğü" adını verdiği otoriter bir rejim kurulacak, rejim muhaliflerini tasfiye edecek, özel mülkiyeti ortadan kaldıracak ve toplumun komünist düzene doğru ilerlemesini sağlayacaktı. 

Lenin'in ortaya attığı bu teoriyle birlikte komünizm, eli silahlı terör gruplarının ideolojisi haline gelmiş oluyordu. Lenin'den sonra da dünyanın dört bir yanında kendilerini kan dökerek devrim yapmaya adamış yüzlerce "komünist parti" veya "işçi partisi" ortaya çıktı. 

Peki komünist parti devrim için hangi yöntemleri izlemeliydi? Lenin bu soruyu hem yazılarıyla hem de eylemleriyle cevapladı: Komünist parti olabildiğince çok kan dökecekti... 

Lenin, henüz 1906 yılında, yani Bolşevik Devrimi'nden 11 yıl önce, Proletari dergisinde şöyle yazıyordu:

Bizim ilgilenmekte olduğumuz olgu, silahlı mücadeledir; bu mücadele, bireyler ve küçük gruplar tarafından yürütülmektedir. Bir kesimi devrimci örgütlere ait iken, öteki kesimler (Rusya'nın belirli kesimlerinde çoğunluğu) herhangi bir devrimci örgüte bağlı değildirler. Silahlı mücadele, birbirlerinden kesinkes olarak ayrılması gereken, farklı iki amaca yöneliktir; önce, bu mücadele kişilere, liderlere ve ordu ve polisteki görevlilere suikast yapmayı amaçlar, ikinci olarak, hem hükümete ait, hem de özel kişilere ait para kaynaklarına elkoyar. El konulan paralar kısmen parti kasasına, kısmen özel silahlanma amacına ve ayaklanma hazırlığına, ve kısmen de tanımlamakta olduğumuz mücadeleye katılan kişilerin geçimine gider. Büyük el koymalar (Kafkasya'daki 200.000 rublelik, Moskova'daki 875.000 rublelik gibi olanlar) gerçekten de öncelikle devrimci partilere gitmiştir -küçük elkoymalar çoğunlukla, bazen de tümüyle "el koyucuların" geçimine gider. (Vladimir I. Lenin, 30 Eylül 1906, Proletari, Nr. 5, erisyay@kurtuluscephesi.com )
Lenin'in de yönetiminde bulunduğu Rus Sosyal Demokrat Partisi içinde, 1900'lü yılların başında önemli bir fikir ayrılığı yaşandı. Lenin'in önderliğindeki grup, şiddet yoluyla devrim yapmayı savunurken, diğer bir grup daha demokratik yöntemlerle Marxizm'i Rusya'ya getirmeyi savunuyordu. Leninistler, gerçekte sayıları az olmasına rağmen, çeşitli baskı yöntemleriyle "çoğunluk" haline geldiler ve Rusça "çoğunluk" anlamına gelen "Bolşevik" sözüyle anılmaya başladılar. Diğer grup ise "azınlık" anlamına gelen "Menşevik" sözüyle adlandırıldı. 

Bolşevikler, Lenin'in üstteki alıntısında tarif edilen şekilde örgütlenmeye başladılar: suikastler, hükümete ait paralara el konması, resmi kurumların soyulması vs. Çoğu sürgünde geçen yıllar sonucunda, Bolşeviklerin planladıkları devrim 1917 yılında gerçekleşti. Bu yıl iki ayrı devrim yaşandı. Şubat ayında gerçekleşen ilk devrimde, Rus Çarı II. Nicholas tahtından indirildi, ailesiyle birlikte hapsedildi ve demokratik bir hükümet kuruldu. Ancak Bolşevikler demokrasi değil, "proleterya diktatörlüğü" kurmaya kararlıydılar. Ekim 1917'de bekledikleri devrim gerçekleşti ve Lenin ile en büyük yardımcısı Leon Trotsky'nin (Troçki) önderliğindeki komünist militanlar önce hükümet merkezinin bulunduğu Petrograd'ı, ardından Moskova'yı ele geçirdiler. Her iki şehirdeki çatışmaların sonucunda dünyanın ilk komünist rejimi kurulmuş oluyordu. 

Ekim Devrimi'nin ardından Rusya büyük bir iç savaşa sahne oldu. Çar yanlısı generallerin topladığı "Beyaz Ordu" ile, Trotsky'nin önderliğindeki Kızılordu arasında geçen savaş tam 3 yıl sürdü. Temmuz 1918'de Bolşevik militanlar tarafından, Lenin'in emri üzerine, Çar II. Nicholas ve tüm ailesi (üç çocuğu ile birlikte) kurşuna dizilerek idam edildi. İç savaş boyunca Bolşevikler, rejim muhaliflerine karşı en kanlı cinayet, katliam ve işkenceleri uygulamaktan çekinmedi. 

Gerek Kızılordu birlikleri, gerekse Lenin'in kurdurttuğu "Çeka" adlı gizli polis örgütü, devrime karşı gördükleri bütün toplum kesimlerine karşı büyük bir terör uyguladılar. Dünya çapındaki komünist terörü anlatan Komünizmin Kara Kitabı adlı eserde, Bolşevik terörü şöyle anlatılır: 

Bolşevikler, mutlak iktidarlarına yönelen edilgen de olsa her türlü muhalefeti veya direnişi; sadece siyasi muhalif gruplardan kaynaklanmayıp, soylular, burjuvalar, aydınlar, din adamları gibi toplumsal ve subaylar, jandarmalar gibi mesleki gruplardan da gelse, gerek hukuki gerekse fiziki olarak ortadan kaldırmaya karar verdi ve bazen işi soykırım boyutlarına vardıracak kadar ileri götürdü. Daha 1920'de yürütülen "Kazaklardan arındırma" kampanyası önemli ölçüde soykırım tanımının kapsamına girmektedir: yeri yurdu tamamen belli bir topluluk olan Kazaklar, tüm erkeklerin kurşuna dizilmesi, kadın, çocuk ve yaşlıların sürgün edilmesi, köylerin yerle bir edilmesi ya da Kazak olmayanlara devredilmesi sonucu bir grup olarak varlığını sürdüremez duruma getirildi. Lenin, Kazakları Fransız Devrimi dönemindeki Vendee'yle bir tutuyor ve onlara modern komünizmin "mucidi" Gracchus Bubeuf'ün daha 1795'te populicide (soykırım) olarak tanımladığı yöntemi uygulamak istiyordu. (N. Werth, "Le Pouvoir soviétique et l'Eglise ortnodoxe de la collectivisation à la Constitution de 1936", Revue d'études comparatives Est-Quest, 1993, no.3-4, s.41-49 (Stéphane Courtois, Nicolas Werth, Jean-Louis Panné, Andrzej Paczkowski, Karel Bartosek, Jean-Louis Margolin, Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Kitapçılık A.Ş., s. 22) )

Bolşevikler, girdikleri her şehirde kendi ideolojilerine ılımlı bakmayan kesimleri katliamdan geçiriyor, halka korku salmak amacıyla abartılı vahşetler gerçekleştiriyorlardı. Aynı kaynakta, Kırım'da gerçekleştirilen Bolşevik vahşetleri şöyle anlatılıyor: 

Benzer şiddet uygulamaları Bolşevikler tarafından işgal edilen Sivastopol, Yalta, Aluşta, Simferopol gibi Kırım illerinde de gerçekleştirildi. Aynı uygulamalara Nisan-Mayıs 1918'den itibaren isyan komisyonunun hazırladığı dosyalarda "elleri kopmuş, omzu parçalanmış, kafası dağılmış, çenesi kırılmış, cinsel organları koparılmış cesetler" de yer almaktaydı...  (Stéphane Courtois, Nicolas Werth, Jean-Louis Panné, Andrzej Paczkowski, Karel Bartosek, Jean-Louis Margolin, Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Kitapçılık A.Ş., s. 84  )
S.P. Melgunov da, La Terreur rouge en Russie, 1918-1924 (Rusya'da Kızıl Terör, 1918-1924) isimli eserinde, Sivastopol şehrinin "hayatta kalanların tanıklıklarını bastırma harekatı" neticesinde bir "asılanlar şehri"ne dönüştüğünü ifade ediliyordu: 

Nahimovski Caddesi, sokakta tutuklanan subayların, erlerin, sivillerin asılmış cesetleriyle doluydu. Şehir ölüydü, halk mahzen ve ambarlarda gizleniyordu. Tüm çit kazıkları, tüm ev duvarları, telgraf direkleri, mağaza vitrinleri 'Hainlere Ölüm' yazılı afişlerle kaplıydı. İnsanları ibret olsun diye sokakta asıyorlardı. 

Bolşevikler, yok etmek istedikleri herkesi, belirli kategoriler altında damgalıyorlardı. Örneğin "burjuvalar", veya Bolşeviklerden farklı bir sosyalizm anlayışını savunan "Menşevikler", kurulan yeni rejimin önde gelen düşmanlarıydı. Sayısı en geniş ve en çok hedef alınan kategori ise, "kulak" kategorisiydi. Kulaklar, Rusça'da zengin toprak sahiplerine verilen isimdi. Lenin, devrim ve iç savaş boyunca, kulaklara karşı acımasız bir terör uygulanmasına dair yüzlerce emir yağdırdı. Örneğin, Penza Sovyeti Yürütme Komitesi'ne yolladığı bir telgrafta şöyle yazıyordu: 

Yoldaşlar! Beş kazanızda cereyan eden kulak ayaklanması acımasızca ezilmelidir. Devrimin çıkarları bunu gerektiriyor, çünkü artık her yerde kulaklarla bir "ölüm kalım mücadelesi" başlamıştır. Bir örnek oluşturmak gereklidir. Daha az sayıda olmamak üzere; 100 kulak, para babası, kan içicinin asılması (insanların görebileceği bir şekilde asılması diyorum), isimlerinin açıklanması, bütün tahıllarına el konması... Bunu insanların yüzlerce fersah öteden görüp, titreyecekleri, anlayacakları... şekilde yapınız. Bu talimatları aldığınızı ve yerine getirdiğinizi bildirmek için telgraf çekiniz. Selamlar. Lenin. (RTHİDNİ (Rossiyskiy Tsentr Hraneniya I İzuçeniya Dokumentov Noveyşey İstorii – Rusya Çağdaş Tarih Belgelerinin Korunması ve İncelenmesi Merkezi), 2/1/6/898; Komünizmin Kara Kitabı, s. 98 )

Lenin'in talimatları Bolşevik militanlar tarafından büyük bir zevkle yerine getiriliyordu. Hatta militanlar, özel vahşet stilleri geliştirmişlerdi. Ünlü Rus yazarı Maxim Gorki, şahit olduğu bazı yöntemleri şöyle anlatıyordu:  

Tambov'da komünistler, tutsaklarını sol el ve sol ayaklarından toprağın bir metre yukarısında ağaçlara demiryolu çivileri ile mıhlıyorlardı ve bu insanların acı çekmesini bilerek izliyorlardı. Bir esirin midesini açıp küçük bağırsağını alıyorlar ve bir ağaca çiviliyorlardı ve bağırsağın çözülmesini izliyorlardı. Yakaladıkları görevlileri soyup omuzlarından itibaren derilerini yüzüyorlardı. (Orlando Figes, A People's Tragedy, A History Of The Russian Revolution, Penguin Books Ltd, 1997, USA, s. 775 )
Bolşevikler, komünizmi benimsemek istemeyen herkesi tasfiye etmeye giriştiler. Lenin'in üstteki emrine benzer daha pek çok emir ve uygulama sonucunda, on binlerce insan hiçbir yargılama olmaksızın kurşuna dizildi. Pek çok rejim muhalifi de "Gulag" adı verilen ve tutukluların çok ağır şartlarda ölesiye çalıştırıldıkları toplama kamplarına gönderildi. Çoğu bu kamplardan sağ kurtulamayacaktı. Sonuçta, 1918-1922 yılları arasında Bolşevik rejime karşı ayaklanan yüz binlerce işçi ve köylü katledildi. 

Tarihçi Richard Pipes, gizli Sovyet arşivlerine dayanarak yazdığı The Unknown Lenin (Bilinmeyen Lenin) adlı kitabında, Lenin'in Bolşeviklere verdiği sayısız cinayet, katliam, işkence emirlerini ortaya çıkarmakta ve sonuçta şu yorumu yapmaktadır: Mevcut delillerle Lenin'in idealist değil, ancak gerçek ya da hayali olsun sorunları çözmenin en iyi yolunun, onlara sebep olan insanları öldürmek olduğuna inanan bir toplu katliamcı olduğunu reddetmek imkansız hale gelmektedir. 20. yüzyılda on milyonlarca hayatın yok olmasına politik ve sosyal imha uygulamasını ilk olarak meydana getiren/başlatan kendisidir. (Richard Pipes, The Unknown Lenin: From the Secret Archive, Yale University Press, New Haven, London,s.?? )