Avrupa'da Esen Irkçılık Rüzgarları


Evrim fikri, Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabıyla yaygınlık kazanırken, Avrupalılar da diğer kıta ve medeniyetlere yayılmayı sürdürüyorlardı...

Dünya üzerinde gerçekleşen pek çok bölgesel savaşın, iç savaşların ya da çatışmaların altında farklı ırklar arasında süregelen düşmanca duygular yatmaktadır. Birçok ülkede halen devam etmekte olan beyaz ırkın siyah ırka karşı saldırgan tutumunda, yakın tarih içinde çok sayıda insanın ölümüyle sonuçlanan Nazi kökenli Ari ırk fikrinde ya da Afrika'daki ülkelerde görülen kabile çatışmalarında karşımıza çıkan, işte bu "soy koruyuculuğu" yani "ırkçılık"tır. Bu anlayış içinde bir ırkın diğerinden fiziksel ya da zeka açısından üstün olduğu, üstün olanın diğerine saygı, sevgi, merhamet duymasının gereksiz olduğu, hatta ikisinin bir arada bulunmasının bile yanlış olacağı iddia edilir. Oysa bu, son derece çarpık ve vahşice bir yaklaşımdır. Çünkü bu anlayışa göre farklı halkların var olmalarına gerek yoktur ve tüm "farklı olanlar" ortadan kaldırılmalıdır.

Böyle bir anlayışın ise tüm dünyayı sonu gelmez bir çatışmanın içine sürükleyeceği açıktır.Kuran ahlakında ise farklı halkların ve kabilelerin yaratılmasının nedeni "insanların birbirleriyle tanışmaları" olarak bildirilir. Bu çeşitlilik Allah'ın yaratışındaki bir güzelliktir. Bir insanın daha uzun boylu, birinin kısa boylu olması, bir kişinin teninin beyaz diğerinin sarı ya da siyah renk olmasının hiçbir önemi yoktur. Bunlar Allah'ın takdir etmesiyle olmuştur ve her bir yaratılışta çok büyük güzellikler, hikmetler ve incelikler saklıdır. Bir kişinin farklı renkte ya da farklı fiziksel özelliklerde olması o kişiye ne bir üstünlük katar, ne de diğerlerinden aşağı bir konuma sokar. Kişiler arasındaki tek üstünlük Allah'a olan yakınlıktadır. İman sahibi bir kişi tek üstünlüğün takva ile, yani Allah korkusu ve Allah'a imandaki üstünlükle, olduğunu çok iyi bilir.

Ancak ırkçılığın geçmiş yıllarda olduğu gibi günümüzde de bu kadar şiddetlenmesinin nedenleri arasında kendisine fikri bir temel bulması da sayılmalıdır. Bir vahşet olarak karşımıza çıkan ırkçı anlayışın sözde bir bilimsel dayanağı vardır. Bu sözde bilimsel dayanak, Darwin'in evrim teorisidir. Evrim teorisinin adını ilk kez duyanlar bunun sadece biyolojinin ilgi alanına girdiğini ve kendi yaşamları açısından bir önem taşımadığını düşünebilirler. Oysa gerçekte evrim teorisi, biyolojik bir kavram olmanın ötesinde, yaygın kitleleri etkisi altına almış ırkçılık gibi çarpık felsefelerin de altyapısını oluşturur.

Irkçılığın "Sözde" Bilimsel Dayanağı 

Darwin, teorisini ilk ortaya attığı zaman dönemin bilim adamları arasında yaygın bir kabul görmemişti. Özellikle fosil bilimciler, onun bu iddiasının hayal ürününden başka bir şey olmadığının farkındaydılar. Ancak buna rağmen Darwin'in teorisi zaman içinde daha fazla destek buldu. Çünkü Darwin, bu teoriyle birlikte, 19. yüzyılın hakim güçlerine bulunmaz bir temel sağlamış oluyordu.

Evrim fikri, Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabıyla yaygınlık kazanırken, Avrupalılar da diğer kıta ve medeniyetlere yayılmayı sürdürüyorlardı. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, Avrupalı devletler Güney Asya'nın önemli bir bölümünü, Afrika'nın neredeyse tümünü ve Latin Amerika'nın bir kısmını kolonileştirmekle uğraşıyorlardı. Kuzey Amerika'da ise kızılderili katliamı sürüyordu. Kısacası 19. yüzyılın ikinci yarısında, Batılı nedeniyetler diğer medeniyetleri yağmalıyorlardı. Hiçbir hak sahibi olmadıkları bir ülkeyi zorla ele geçiriyorlar, sonra bu ülkedeki insanları baskı altına alıyorlar ve ülkenin kaynaklarına el koyuyorlardı. Ancak Batı, yaptıklarına meşruiyet sağlayacak bir açıklama bulmak zorunda hissediyordu kendini. İşte Darwinizm bu noktada emperyalistlere büyük bir fırsat sundu. Bu teoriyle birlikte sömürülen halkların "bir tür hayvan" oldukları düşüncesine "sözde" bilimsel bir dayanak göstermek mümkün hale gelmişti.

Darwin, teorisinin insan hakkındaki kısmını, 1871 yılında yayınlanan İnsanın Türeyişi adlı kitabında açıkladı. Bu kitapta, insanın maymunlarla ortak bir atadan geldiklerini öne sürüyordu. Ancak Darwin'in ilginç bir düşüncesi daha vardı. Ona göre bazı ırklar, diğer insanlara göre daha çok evrimleşmiş ve ilerlemişlerdi. Bazı ırklar ise, neredeyse hala maymunlarla aynı düzeydeydi. Darwin'in teorisinin ikinci bir önemli yönü daha vardı. Darwin, canlıların ve insanların gelişimini "yaşam mücadelesi" kavramına dayandırıyordu. Ona göre, doğada acımasız bir yaşam mücadelesi, daimi bir çatışma vardı. Güçlüler her zaman güçsüzleri alt ediyor ve gelişme de bu sayede mümkün oluyordu.

Darwin, bu yaşam mücadelesi kavramının insan ırkları arasında da geçerli olduğunu öne sürdü. Türlerin Kökeni kitabına koyduğu alt başlık bile, onun insanlığa ırkçı bir açıdan baktığını gösteriyordu: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon ve Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla".

Darwin'e göre kayırılmış ırklar, Avrupalılardı. Kızılderililer, Afrikalılar ve diğer her türlü yerli halk ise evrim sürecinde geri kalmış ırkları oluşturuyorlardı. Bu çarpık anlayışa göre, insanların maymunları ya da diğer hayvanları ehlileştirmeleri ve kullanmaları nasıl meşru ise, bu geri ırkları ehlileştirmeleri, onları köle olarak kullanmaları, topraklarına el koymaları, hatta öldürmeleri de o kadar meşru idi. Darwin kitabında bu ırklarla ilgili şöyle söylüyordu:

Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları yeryüzünden tamamen silecek ve onların yerine geçecek. Öte yandan insansı maymunlar da kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. (Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, Ankara: Onur Yayınları, 7.b., Nisan 1995, ss.199-200)

Bu ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, Darwin tam bir ırkçıydı. Avrupalılar'ın, dünyanın diğer ırklarından üstün olduğunu ve onları zaman içinde köleleştirip yok edeceklerini düşünüyordu. Darwin'in ileri sürdüğü evrim kuramının toplumlara uygulanması ile gelişen bu teori, Sosyal Darwinizm olarak adlandırıldı ve hem emperyalizmin en büyük meşruiyet gerekçesi, hem de ırkçılığın en büyük dayanağı haline geldi. Sosyal Darwinizm'in en büyük popülarite kazandığı ülkelerden biri ise Almanya oldu.

Naziler ve Darwinizm 

Neo-Naziler'in Darwin'in evrim teorisinden ilham almaları bir rastlantı değildir. Çünkü Darwinizm, en başından beri Nazi ideolojisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Nazizm, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Almanya'da doğdu. Nazi Partisi'nin lideri, hırslı ve saldırgan bir kişiliğe sahip olan Adolf Hitler'di. Hitler'in dünya görüşünün temelini ise ırkçılık oluşturuyordu. Hitler Alman milletinin asli unsurunu oluşturan Ari ırkın, diğer tüm ırklardan üstün olduğuna ve onları yönetmesi gerektiğine inanmıştı. Ari ırkın yakında bin yıllık bir dünya imparatorluğu kuracağını hayal ediyordu. Hitler'in bu ırkçı teorilerine bulduğu bilimsel dayanak ise, Darwin'in evrim teorisiydi.

Hitler'in fikirlerine değer verdiği kişilerden biri, ırkçı Alman tarihçi Heinrich von Treitcshke idi. Treitcshke, Darwin'in evrim teorisinden şiddetle etkilenmiş ve ırkçı görüşlerini de Darwinizm'e dayandırmıştı. "Uluslar ancak Darwin'in yaşam kavgasına benzer şiddetli bir rekabetle gelişebilirler" diyordu. Treitcshke'nin diğer bir ifadesi ise onun diğer ırklara bakışını ifade ediyordu:

Sarı uluslar sanat yeteneklerinden ve siyasal özgürlük anlayışından yoksundurlar. Siyah ırkların görevleri ise beyazlara hizmet etmek ve sonsuza dek beyazların tiksintilerine hedef olmaktır. (çünkü) yamaklar olmaksızın hiçbir kültür var olamaz. (Burns, Çağdaş Siyasal Düşünceler 1850-1950, s.446; Allaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1993, s.61)

Darwinizm'in ve Nazizm'in gelişmesinde büyük bir rolü olan, bu Sosyal Darwinizm'in faşist yorumu, Friedrich Nietzsche'nin Darwin'i benimsemesiyle ilk önemli adımlarından birini atmıştı. Nietzsche, insanların çoğunu "köle ahlakı"na sahip sefiller olarak görüyor, ancak aralarındaki az sayıda bir grubun "üstün-insan" olduğunu düşünüyordu. Aynı ayrım ırklar arasında da vardı; ırkların çoğu sefildi, ancak bir tanesi "üstün ırk"tı. Bu vasıfların oluşabilmesi için de sürekli bir savaş ve mücadelenin gerekliliğine inanıyordu. Savaşın zaruri olarak gerçekleşen bir kötülük olarak değil de, ırkların ya da milletlerin gelişmesini sağlayan bir iyilik olarak algılanması, Nietzsche'den sonra, her türlü ırkçılığın ve nasyonalizmin de temel inançlarından biri haline gelecekti. Nietzsche'nin aşağıdaki sözü de bu yaklaşımı çok açık ifade eder:

Vicdandan, merhametten, bağışlamadan, insanların bu dahili zalimlerinden kurtulunuz; güçsüzleri baskı altına alınız, cesetleri üzerinden yukarıya tırmanınız. (Aliyev İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam s. 97)
Bu sözlerden de anlaşılmaktadır ki, dinsiz bir yapının oluşturduğu mantık bozuklukları sınır tanımamaktadır. Bu ifadelerde, Allah korkusu olmayan insanların zalimlikte, insaniyetsizlikte, bencillikte kısacası her türlü şeytani vasıfta ne kadar ileri gidebilecekleri görülmektedir. Hitler de teorilerini geliştirirken Darwin'in yaşam mücadelesi fikrinden ilham aldı. Ünlü kitabı Kavgam'ın adını, bu yaşam mücadelesi fikrinden esinlenerek belirlemişti. Hitler de, aynı Darwin gibi, Avrupalı olmayan ırkları maymunlarla aynı statüye koyuyor ve şöyle diyordu:

Kuzey Avrupa Almanlarını insanlık tarihinden çıkarın, geriye maymun dansından başka bir şey kalmaz.(Carl Cohen, Communism, Facism and Democracy, New York: Random House Publishing, 1967, s.408-409)

Naziler'in evrimci görüşlerinin temelinde, "öjeni" kavramı yatıyordu. Öjeni, sakat ve hasta insanların ayıklanması ve sağlıklı bireylerin çoğaltılması yoluyla bir insan ırkının "ıslah edilmesi" anlamına geliyordu. Bu teoriyi ortaya atan kişiler de tahmin edilebileceği gibi Darwinistler'di: Charles Darwin'in oğlu Leornard Darwin ve kuzeni Francis Galton. Öjeniyi Almanya'da ilk benimseyen ve yayan kişi ise, ünlü evrimci biyolog Ernst Haeckel oldu. Haeckel, Darwin'in yakın bir dostuydu ve ona sürekli fikirler veriyordu. Bunlardan biri de sakat bebeklerin zaman geçirilmeden öldürülmesi, böylece evriminin hızlandırılmasıydı. Haeckel'in bir başka fikri cüzzamlıların, kanserlilerin ve akıl hastalarının acısız bir biçimde öldürülmeleri gerektiğiydi. Eğer bu insanlar öldürülmezlerse topluma yük olmaları kaçınılmazdı.

Hitler iktidara geldikten sonra Haeckel'in fikirlerini kendi resmi politikası haline getirdi. Akıl hastaları, sakatlar, doğuştan körler ve kalıtsal hastalıklara sahip olanlar, özel merkezlerde toplandılar. Bu çarpık anlayışa göre, Alman ırkının saflığını ve "sözde" evrimsel ilerleyişini bozan bu kişilere parazitler olarak bakılıyordu. Nitekim bir süre sonra toplumdan soyutlanan bu insanlar, Hitler'den gelen gizli bir talimatla öldürülmeye başlandı.

II. Dünya Savaşı'nı kaybeden Nazi imparatorluğu, ardında milyonlarca masum insanın kanını bırakarak tarihe karıştı. Ama Nazi ideolojisine zemin hazırlayan toplumsal Darwinizm düşüncesi, yaşamaya devam etti. Hitler'den sonraki yıllarda ise Darwin'in bir başka sözü Naziler arasında çok büyük önem kazandı. Neo-Naziler Türklere yönelik girişimlerinde onun bu sözünden güç aldılar. Darwin, W. Graham'a yazdığı 3 Temmuz 1881 tarihli mektubunda, Türklere yönelik ırkçı yaklaşımını şöyle ifade ediyordu:

"Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu gösterebilirim. Düşünün ki, bir kaç yüzyıl önce Avrupa Türkler tarafından istila edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişlerdi, şimdi ise bu çok kadar saçma bir düşüncedir. Avrupalı Irklar olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından yokedileceğini görüyorum." (Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, cilt 1. New York, D. Appleton and Company, 1888. ss. 285-86 ))

İşte Darwin'in Türklere yönelik bu ifadesi, özellikle de son on yılda Avrupa'da güç kazanan ırkçı hareketlere sözde bir dayanak sağlıyordu. Buna göre "Türklere karşı yapılan her türlü saldırı evrimsel sürecin işlemesine bir yardım amacı taşıyordu ve medeni ırkların gelişmesine fayda sağlayacaktı".

Nazizm Avrupa'da hala çok güçlü 


Son zamanlarda gazetelerde sık sık neo-Nazilerin Avrupa'da güç kazandıkları, gövde gösterileri yaptıkları ve eylemlerde bulundukları ile ilgili haberler okuyoruz. Üstelik eylemleri yapan gruplar bu kez hem iktidardaki hükümetlerden, hem yakın oldukları partilerden, hem de kendi halklarından çok büyük destek görüyorlar. Örneğin sadece Almanya'da neo-Nazi olarak adlandırılan gençlerin sayısı 60 bini geçmezken, bu gençleri sempati ile bakan Almanların sayısı 10 milyona yakın. Bugün Almanya'da yasal olarak kurulmuş beşten fazla Nazi yanlısı parti bulunuyor. Hollanda, İsveç ve Fransa gibi ülkelerde de ırkçı akımlar sürekli güç kazanıyor ve her ülkede yaşayan azınlıklar üzerinde (özellikle de Kuzey Afrika kökenli Müslümanlar ve Türkler) karanlık etkileri görülüyor.

Bizim yakın tarihimiz de bu gibi üzücü saldırılarla, geride kalan gözü yaşlı ailelerle dolu. Örneğin gerek Almanya'da, Hollanda'da, gerekse diğer Avrupa ülkelerinde çok yakın tarihlerde Türklere yönelik benzer girişimlerde bulunuldu. Özellikle de Almanya'da Türklere karşı çok şiddetli bir düşmanlık dalgası her geçen gün güç kazanıyor. Yakın zamanda gerçekleştirilen bu olaylardan birkaçını biraz daha detaylı olarak hatırlamakta yarar var. Alman neo-Nazileri Kasım 1992'de Türkler'i hedef seçerek Mölln şehrinde katliam yapmışlardı. Ardından Mayıs 1993'de Solingen katliamında beş Türk'ün neo-Naziler tarafindan yakılması üzerine, Mölln'deki sahneler Solingen'de tekrar yaşandı. Olayın Türk düşmanlığından kaynaklanan ırkçı bir saldırı olduğu açıktı. Hatta San Francisco Examiner gazetesinin 1 Nisan 1997 tarihli sayısında yayımlanan haberde:"Solingen'deki saldırı, Alman tarihinin Nazi döneminden bu yana en kanlı ırkçı saldırısıdır" deniliyordu. Yine aynı dönemlerde (1997) Heigerseelbach'da çıkarılan bir yangında ise bir Türk birinci kattaki evinin penceresinden atlamış ve yaralanmıştı. Polis, apartmanın arkasında çizilmiş halde Gamalı Haç bulunduğunu söyledi. Bu olaylarla eş zamanlı olarak Detmold'ta meydana gelen olayda yanlarında bıçak ve beyzbol sopaları bulunan ve "Türkler dışarı" sloganı atan alkollü askerler iki Türk'e saldırmışlardı. Benzeri saldırıların ardından da olay yerinin yakınlarında Gamalı Haç çizimlerine rastlanıyordu.

Bundan başka Hollanda'nın Lahey kentinde Türkler'e yönelik bir saldırı daha gerçekleşti. Söz konusu saldırıda da bir Türk kadın ve beş çocuğu öldürüldü. Ardından Türkler tarafından düzenlenen yas yürüyüşünden sonra yürüyüşü düzenleyenlerin evlerine, üzerlerine Gamalı Haç çizilmiş imzasız tehdit mektupları geldi. Mektuplar "ölüm" tehditleri içeriyordu. Bunun yanısıra ölümle sonuçlanmayan, ancak maddi ve manevi büyük zararlara neden olan saldırılar dur durak bilmiyor. Camiler yağmalanıyor, evlerin ve okulların camları kırılıyor, kişilere yönelik tacizler gerçekleştiriliyor, gençler arası kavgalar ve yaralamalar bitmek bilmiyor. Ancak nedense bu insanlık dışı olaylara dur diyecek hiçkimse çıkmıyor. Hiçkimse köklü çözümler almak için girişimde bulunmuyor.

Saldırılar Almanya ve Hollanda ile sınırlı değil 

Yakın tarihimiz dünyanın daha pek çok yerinde Türk soyuna mensup insanların maruz kaldığı bu tip insanlık dışı eylemlerle doludur. Örneğin 80'li yıllar ve öncesinde Bulgaristan Türkleri'nin uğradığı zulüm ve asimilasyon çalışmaları da bu konuya örnek verilebilir. Bulgaristan'daki soydaşlarımızın zorla isim ve soyadları değiştirilmeye çalışılmış, Türkçe konuşmaları yasaklanmıştır. Buradaki 2 milyon Türk'ün camilere ve mescitlere gitmeleri engellenmiş, ibadet hürriyetleri ellerinden alınmış, sünnet yasaklanmış, Türk okulları kapatılmış, üstelik bunlara karşı direnenler ölüme kadar varan cezalara çarptırılmışlardır. Ama tüm bunlara, bugün insan hakları savunucusu olarak geçinen ve her fırsatta Türkiye'yi eleştiren Batı dünyası sessiz kalmıştır. İşte bu ayrımcılığın sebebi Avrupa insanına geçmişten kalan ırkçı mirastır.

Öte yanda Sovyet Rusya zamanında da Rusya federasyonuna bağlı Türkler asimile edilmeye çalışılmıştır. Sovyetler bu amaçla Türkler'i dağınık bölgelere yerleştirmişler ve bağlantılarını tamamen kesecek formüller uygulamışlardır. Aynı şekilde Stalin döneminde Türkiye ile sınır bölgede yaşayan Ahiska Türkleri yerlerinden koparılarak Sibirya başta olmak üzere Sovyetler Birliği'nin çeşitli yerlerine dağıtılmışlardır. Yerlerine ise Hıristiyan Gürcüler yerleştirilmiştir. Rusya'nın Kafkasya politikası Türkiye sınırında Hıristiyan Gürcü ve Ermenilerden oluşan bir gayri müslim halk oluşturarak, Türkiye'nin Türk dünyası ile irtibatını kesmek olmuştur. Kafkasya dışından Ermeniler göçmen olarak getirilmiş, suni bir Ermeni devleti oluşturulmuştur. Azerbaycan ve Nahcivan arası Ermenilere verilerek bu iki bölgenin bağlantısı kesilmiştir. Ruslar Türkler'i eski kültürlerinden koparmak ve aralarındaki Türk birliğini bozmak için alfabelerini değiştirmiştir. Önce Arap alfabesi kullanan Türkler'i Latin alfabesi kullanmaya zorlamışlardır. Türkiye'nin de Latin alfabesine geçmesi üzerine herhangi bir kültür birliğini engellemek amacıyla SSCB'deki Türkler Kiril alfabesi kullanmaya zorlanmışlardır. Böylece Türkiye ve Türkler arasında tüm bağlar koparılmaya çalışılmıştır.

Günümüz Almanya'sı Hitler'in İzinde 

Hitler, Mussolini gibi faşist liderlerin tarihin derinliklerine gömülmeleri, onların savundukları fikirlerin de yok olduğu anlamına gelmemektedir. Bugün onların düşüncelerini kendilerine örnek alan pekçok örgütlenme Avrupa ülkelerinde faaliyettedir. Özellikle de son yıllarda, Avrupa'nın birçok ülkesinde ırkçı ve faşist hareketler yeni bir uyanış içindeler. Bu hareketlerin en başında ise Almanya'daki neo-Naziler ya da halk arasındaki kullanımıyla "dazlaklar" geliyor.

Neo-Nazilerin internet sayfalarında ise önemli bir isim ve bu kişiden yapılan önemli alıntılar dikkat çekiyor. Bu isim Charles Darwin. Çünkü Darwin'in düşünceleri, ırkçı neo-Nazilerle çok büyük bir paralellik gösteriyor. Darwin'in yukarıda alıntı yaptığımız Türklere yönelik "aşağı ırk" yakıştırmaları ile neo-Nazilerin ifadeleri arasında herhangi bir fark yok. Örneğin bir neo-Nazi sitesinde Türkler için şu ifadelere yer veriyor:

"Mesela ben de bugün elimde olsa Türklerin büyük bölümünü gaz ocaklarında görmeyi isterim."(http://chefsseite.tsx.org/)

Neo-Nazilerin internet sayfalarında Türk düşmanlığının konu edildiği bölümlerde Darwin'in Türk Milleti hakkındaki tutarsız ve akıl dışı iddialarına bolca yer veriliyor. Böylece, aynı Hitler'in ve o dönemin ırkçılarının yaptıkları gibi, Türk düşmanlıklarına sözde bilimsel bir açıklama getiriyorlar. Sonuç Yukarıda saydığımız bu olaylar, dünya üzerindeki ırkçı hareketlerin sadece çok küçük bir bölümüdür. Ancak bu hareketlerin mutlaka önüne geçilmeli, masum insanların sadece renkleri ve ırkları nedeniyle soykırıma tabi tutulmalarına bir dur denilmelidir. Bu insanlık dışı hareketlerin önüne geçilmesinin tek yolu ise bu ideolojilere zemin oluşturan fikirlerin geçersizliğini ortaya koymaktır. Çünkü kişilerin, ya da küçük gruplaşmaların önüne geçmekle bu gibi olayları durdumak mümkün değildir. Bu bataklık kurutulmadığı sürece aynı fikirler mutlaka tekrar tekrar hayat bulacaktır. Bu kaçınılmazdır. O nedenle faşizmin fikri dayanağı olan Darwinist anlayışın modern bilimin bulguları ışığında çökertilmesi ırkçı hareketlerin de sonu olacaktır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder